30 Eylül 2010 Perşembe

keşiş

onu ilk gördüğümde büyükçe bir heybe ve kararlı bakışlarla manastırın ana kapısından avluya girmiş, sağa sola bakınmadan hızlı sayılabilecek adımlarla da binaya doğru yürümüştü. bizlere hiç benzemiyordu, nereli olduğu da belli değildi. heybesinde sanki taş taşıyormuş gibi sol omzu hafiften çökmüştü. binaya girip birkaç saat kaldıktan sonra geri çıkmıştı. hiçbir yere bakmayan tuhaf bir adamdı, yaşı sanırım otuza yaklaşıyordu. attığı adımlardan daha önemli bir şeyleri kafasında tartıyor gibi, dudakları ara sıra sanki bir tekerlemeyi tekrar edermiş gibi gözüküyordu. belki de dua okuyordu bilmiyorum. o zamanlar on dört yaşımdaydım ve ailemi benden alan o talihsiz kazadan sonra, bana bakacak kimse kalmayınca mecburen manastıra çıkmıştım. hayatımın geri kalanı bu sarp yamaçta geçecekti, tüm her şeyimi benden alan dünya'ya bir daha inmeyecektim. benim dünyam taş bir avludan ibaretti artık, elimden bir şey gelmezdi. suskunluğumu yaşayabileceğim tek yer burası vardı ve kimse, ben istemedikten sonra konuşmaya çalışmayacaktı. hayata karşı duyduğum kin geçecek gibi değildi, kuzey rüzgarı suratıma çarparken bile içimdeki hedefsiz öfke beni sıcak tutuyordu.

otuz yaşındaki adam manastıra geldiğinde ve hiç kimseye bakmadan binaya yürüdüğünde, en uzaktaki kayanın tepesinde benliğimi unutmaya çalışıyordum. bazen ağırlaşan vücudumu kayanın üzerinde bırakıp bir atmaca gibi yamaçtan aşağı süzülüyor, gerçekten uçtuğumu zannedip gözlerimi açtığımda ise kendimi yeniden kayanın üzerinde görünce epey şaşırıyordum. rüzgarın kanatlarımın arasından süzüldüğünü bile hissediyordum oysa. belki bir ömür boyunca sürecek eğitimimin sonunda, tüm bedenimi geride bırakıp daha yükseklere çıkabilirdim. kimsenin bilmediği bir yuvam olur ve her şeyimi benden alan dünya'ya biraz daha tepeden bakabilirdim.bu kinin beni bitireceğini ve küle dönüştüreceğini söyleseler de pek umursamıyordum...

ağır heybesiyle binadan çıkıp benim kayama doğru yaklaştığında, onu yakınımda istemediğimi yüzüme döktüm. kafasını bile kaldırmadan yanımdan geçip gitti. benim orada olduğumu fark ettiğini sanmıyorum, başka bir yerden gelmişti ve nereye geldiğini pek de umursuyor gözükmüyordu. gözlerimi üzerine diktim, ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. daha tehlikeli bir kayanın üzerine tırmandı, heybesini boynundan çıkarıp yanına koydu ve gülümsemeye başladı. gökyüzünü taradı, sanki bir şey bekliyormuş gibiydi. heybesini yavaşça açtı, büyükçe kırmızı bir havlu çıkarıp kayanın üzerine serdi. havlunun üzerine bağdaş kurdu. elini heybesinin içinde dolaştırdıkça yüzündeki gülümseme, huzurla karışıyor ve benim daha önce görmediğim bir ifadeye dönüşüyordu. sonunda araması bitti, elinde lacivert kapaklı büyük bir kitap tutuyordu. kitabın kapağı üzerinde parmaklarını gezdirdi, gözlerindeki parıltıyı uzaktan bile seçebiliyordum. kitabı iki eliyle tuttu, nefes almayı bırakmış gibiydi. dudakları son kez kıpırdadı ve kitabın kapağını kaldırdı. kutsal bir kitaptı sanırım, daha önce böyle bir gelenek görmemiştim. manastırda kitaplardan ziyade suskunluğa dair öğretilerimiz vardı ve bunu kelimelerle ifade edemez, bir yere de çizemezdik.

heybeli adam kitabın içine girecek gibiydi, çevrede hiç ses yoktu. rüzgar, bazen kayaların arasında sıkışıyor ve ıslık çalıyordu. bazen de, uzakta kanatlarını çırpan bir atmacanın sesini taşıyordu. içimdeki hedefsiz öfke yerini bu sonradan gelene olan merağa bırakmıştı. ne okuyordu ve bu kadar eğlenceli olan neydi? yanına gidip sorsam bile beni duyacak gibi değildi hem dilimizi bildiğini bile sanmıyordum. 

haftalar boyunca o kayanın üzerine geldi, büyük kırmızı plaj havlusunu çıkarıp serdikten sonra bağdaş kurdu. kitabın kapağının üzerinde parmağını gezdirip bir şeyler mırıldandıktan sonra hep aynı sırayı takip etti. ve bir gün geldiği gün olduğu gibi sessizce geri gitti.

bu kitabın ne olduğunu ve yabancının neden geldiğini, suskunluğumuzu birkaç cümleyle bölmenin izin verildiği yirmi bir yaşıma kadar öğrenemedim. sorsam bile cevap alamayacağım tam yedi senem olmuştu, her gün için bir cevap uydurmuştum kendime. birisinden birisi mutlaka tutacaktı ve öğrenme zamanım sonunda gelmişti. o adamı kayanın üzerine getiren ve sessizlik içinde kitaba gömülmesini sağlayan şey neydi?

büyük usta, o kitabın "otostopçu'nun galaksi rehberi" adlı tuhaf bir kitap olduğunu, adamın ise sakince kitap okumaktan başka hiçbir amacı olmayan fakat çevresinin baskısı nedeniyle bu huzuru bir türlü bulamayıp manastıra sığınan bir batılı olduğunu ekledi. o kitabı benim okuyup okuyamayacağımı merak ettim. batılıyı benim nefret ettiğim dünya'nın uzak ve yüksek bir köşesine taşıyorsa; bana da belki bu dünya'yı terk etme imkanı verebilirdi. büyük usta cevabını tam verecekken, tuhaf ve büyük bir cisim tepesinde belirdi. o kadar hızlı gelmişti ki, sesini bile duyamamıştık. gökyüzünde asılan bu anlamsız şeyin kapısı açıldı ve içerisinden uzun birisi indi. insana benzemiyordu. bana doğru uzayan merdiveni büyüleyiciydi, ne ben bir yere kaçabildim ne de büyük usta.

yanıma iyice yaklaştı ve adımı söyledi. bu yıllar boyu kullanmadığım ve ailemden kalan isimdi. kafamı onaylarcasına eğdim, tuhaf yaratık biraz bekledi ve;

"sen tam bir gerizekalısın, ergenin tekisin. bir hiç uğruna yaşıyorsun" dedikten sonra gemisine doğru geri gitti. hiçbir şey söyleyebilecek durumda değildim, bu da kimdi ve bunca senedir neredeydi? gemi geldiği gibi hızlıca kaybolurken, sese dair hiçbir şey duymamıştım. 

"o da kimdi usta?" diye sordum, usta sanki kahkahasını bastırmak istercesine ağzını kapattı ve "o" diye başladı.

"o, ebedi dumura uğratıcıdır" diye tamamladı. hiçbir şey anlamamış üstüne üstlük hakarete uğramıştım. usta, binaya doğru yürüdü ve elinde kalın bir kitapla geri döndü. "bunu oku evlat" dedi, "bunu okuduktan sonra her şeyi anlayacaksın ve artık manastıra ihtiyacın kalmayacak"

batılı adamın kitabı okuduğu kayaya gitme sırası bu sefer bana gelmişti, kitabı bitirdiğim takdirde her şeyi öğrenecek ve bir keşiş olarak şehre geri inecektim. dünya'ya olan nefretim, engellenemez bir merakla yer değiştirmişti. kitabın kapağında büyük harflerle "paniğe kapılma" yazıyordu.




29 Eylül 2010 Çarşamba

xanthos

                            

 



 


phaselis

 



korku

sadece yıldızların çok az aydınlattığı oldukça karanlık bir yolun başlangıcındaydık, ağaçlar üzerimize doğru eğiliyordu. denizden esen hafif bir rüzgar, yaprakların arasından geçerken belli belirsiz bir ses çıkarıyordu. yaklaşık iki kilometrelik bir yolumuz vardı, sonra ana yola varacak ve bizi eve götürecek otobüsü bekleyecektik. dallar o kadar sıktı ki, yıldızların ışığı bile bazen yola ulaşmıyordu. uzakta köpekler durmaksızın havlıyordu.

attığımız her adımda biraz daha kararıyor biraz daha uzuyordu sanki yol. biraz daha köpeklere doğru yaklaşıyorduk, sakin olduğumuz sürece bir sorun olacağını zannetmiyordum. kara bir köpek, yolun yarısında karşımıza çıktı. sürekli havlıyor fakat saldıracakmış gibi gözükmüyordu. belki de kendi alanını korumaktan başka bir amacı yoktu. biraz zorlu da olsa, köpeğin bölgesini sakin kalarak geçtik. korku, içimizde yeşeren arsız bir fidan gibiydi ve yükseldiğini hissedebiliyordum. yola devam ettik, karanlığa kalmıştık bir kere. phaselis'te geçen güzel bir gün, nekropolün yanından başlayan karanlık yol ile tedirgin edici bir hal almıştı.

köpek sesleri azalınca ve ana yoldan geçen araçların sesini duyunca biraz rahatladık, fakat o sırada hemen sol arkamızdaki bir çalıdan hışırtılar gelmeye başladı. milli park sınırları içerisindeydik, göz gözü görmüyordu. kafamı çevirip oraya bakamadım bile. adımlarımız sessizdi, sadece hışırtı bizi takip ediyordu. içimdeki korku fidan olmaktan çoktan çıkmıştı, dalları birazdan ağzımdan fışkıracak gibiydi. ellerim buz gibi olmuştu, çalının içinden sürünerek bizimle birlikte ilerleyen şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. yolun bitmesine çok kalmamıştı ama her bir adımımız saatler sürüyordu sanki. o hışırtı kafamın içinde yankılanıyordu, nefes almak bile ağır geliyordu. paniğe kapılmamamız gerekiyordu, çalının içinde ne olursa olsun dikkatini çekmemeliydik.

adımlarımız hafiften hızlandı, biz yola yaklaştıkça ses kesilir gibi oldu. belki de üç adım gerimizde bizi takip etmeye devam ediyordu, gözlerime en koyusundan perde inmiş gibiydi. arkaya dönemezdim, varmak üzereydik.

arabaların sesleri yaklaştı, hayatımda duyduğum en güzel seslerden biriydi. medeniyetin tekerlekli heykelleri bizi bekliyordu, alıp eve götüreceklerdi. güvenli dört duvarımıza geri dönüp kapımızı kilitleyecektik. sonunda ana yolun kenarına çıktığımızda geriye dönüp bakma cesaretini ancak o zaman bulabildik. kara delikten çıkmış iki uzay gezgini gibiydik, ışığın bile kaçamayacağı bir yoldan sağ salim çıkmayı başarmıştık. orman, içinde saklı kalanlarla geride kalmıştı. 

biraz bekledikten sonra ilk otobüs geldi, sevgilimi yolcu edip yolun karşısına geçtim. ay çıkmamıştı ve samanyolu galaksisi hemen üzerimde uzanıyordu. işaret levhasının önüne geçip beni eve götürecek bir otobüs beklemeye başladım, başka arabalar ve onların içindeki insanları gördüğüm için mutluydum. yarım saat bekledikten sonra benim otobüsüm de geldi. otomatik kapı açılınca hemen ilk koltuğa oturdum. güvendeydim, metal kutu, beni eve götürüyordu. çift kilitli çelik bir kapımız vardı, ormanın vahşiliği ve bilinmezliğini televizyondan izleyebilirdim.

sonunda eve vardım, ürpertim tam olarak geçmemişti. her şey normal seyrindeydi; annem dizi izliyor, kardeşim gitar çalıyor, babam ise dizilere katlanamadığından balkonda oturuyordu. uslu bir çocuk gibi koltuğa oturdum, diziler ormanlardan daha güvenliydi. sonu seneler öncesinden bilinen filmler, bir adım sonra başıma ne geleceğini bilmediğim karanlık bir yoldan daha az tehlikeliydi. evin dış kapısını ben kilitledim, dört duvar arasında olmaya hiç bu kadar sevinmemiştim.


27 Eylül 2010 Pazartesi

üç renk





after all these years



evde otururken

uzun zamandır olduğu gibi yine bir fincan kahvenin hemen sol arka çaprazında, bir ekranın parıltısında ve hafif gıcırdayan bir koltuğun üzerinde bir şeyler düşünüyorum. düşündüklerim, uzun süredir benimle olan ve bir sonuca yaklaşan fikirler değil; on beş dakika sonra yola devam edecek hatay has turizmin sayın yolcuları sanki. fazla tanıdık değiller, sadece dağınıklar. 

tüm bu dağınıklığı toparlamak ve ortalığa çekidüzen vermek için mutfağa gidip ketılın düğmesine bastım, su kaynayınca bir daha gidip kırmızı kupaya bir kaşık kahve ve şeker koydum. suyu yavaşça döküp anında karıştırmaya başladım, bu beni daha iyi bir kahve yaptığıma ikna etti. ilk yudumu mermer tezgahın başında aldım ve şekerinin biraz az olduğuna kanaat getirdim. az şekerli kahveyi idare etmek, tezgahın ucundaki cam kaseye ulaşmaktan bir an için daha kolay gelince bilgisayarın karşısına geri geldim. düşüncelerim hala dağınıktı, rajaz gelene kadar da düzelecek değildi. şarkı başlayınca ortalık durulur gibi oldu; bedenim evde otururken zihnim hafiften yükselip denize doğru yaklaşmaya başladı. rajaz, geçmişe attığım bir çapaydı, şimdiki zamanda kaybolmamı engelliyordu. tekirdağ'ın kıyı köylerinden birisinde, denizin üzerinde yükselen yalnız bir kulübeye geri götürüyordu beni. bazen de, çeşme kalesinin denizden gelen rüzgarlarla yıkanan merdivenlerine bırakıyordu. ruhum, bedenimi bırakacakken ev telefonu çaldı. gerçeküstüye geçişin narin kapısı anında kapandı ve gözlerimi açtığımda kendimi yeniden koltuğun üzerinde buldum.


                            


telefondaki ses beni tanıyordu, bir şeyler sordu. vızıldadığından hiçbir şey anlamadım ve bilmiyorum diye cevapladım. azrailin soğuk nefesi gibi bir nefes verdim telefona, karşı taraf  mzımızı deyip kapattı. kimdi acaba? dağılmış konsantrasyonumu bir tabağa koyup ayıklamak istedim fakat kahvem soğuyacaktı, o yüzden koltuğa geri döndüm. kablo karmaşası vardı kafamın içinde, insandan ayırt edilemeyen bir robot olabileceğim ihtimali üzerine gittim biraz, o kadar gelişmemişti teknoloji. insanları en son bıraktığımda iphone 4 üzerine akıllarını kaybetmek üzerelerdi. ellerinde taşıyacakları fonksiyonlu bir ekran bu kadar ses getirdiyse, benim insandan farkı olmayan bir robot olmam imkansızdı. daha vardı bu seviyeye, iphone 5 ve belki de 6'dan sonra ancak bu seviyeye çıkabilecektik. bildiğin insandım, kablo karmaşası da bir metafor olsa gerekti. pek emin değilim, bazen tüm hayatımın başka birisinin düşü olduğunu; bazen de tüm kainatın tanrı'nın bir düşü olduğunu düşlüyorum. bazen de her şeyi benim uydurduğumu zannediyorum. iphone 4'ü ve i-na-nıl-maz ekranını dahi ben kafamdan yaratmışım he mi? bu imkansız, o kadar komplike değil. bana kalsa 3310 ve yılan oyunu herkese yeterdi. 

kahvem bitmeye yakın, daha önce duymadığım bir şarkı başladı. geçmişte buna dair hiçbir anım olmadığından bir yere gidemedim, koltukta oturmaya devam ettim. aklıma hdr üzerine kin kusmak geldi, düşüncelerimi kategorilerine göre ayırmayı hafiften başarmıştım. google'a hdr yazdım ve baktım. ilk sonuçlar ve renklerin fışkırması yine midemi bulandırdı, geçmişte yaptığım hdr'ler için piksel tanrısından özür diledim, pişmanlık rüzgarları içinde kavruldum. deniz kenarında bir tekneydi, hemen gün batışının karşısında bir renk cümbüşüydü. iyi bir fikir gibi gelmişti o an için, hdr'yi tanıyalı birkaç ay olduğundan durumun ne boyutlara gelebileceğinden habersizdim. gençtim, üçüncü sınıfa gidip okuldan pek hazzetmezdim. hdr üzerine örneklere bakıp geri çıktım, düşünceler bir saat öncekinden daha düzenliydi ama yine de bir kabileyi öldürecek kadar zehir vardı içlerinde.



telefon yeniden çalmaya başladı, yerimden kalkmayı pek istemediğimden susmasını bekledim. yedi kere çalıp sustu, bir gün daha bitmeye yaklaştı. bir gün daha yaşlandım.




eylül'de olimpos





başka biralarla


tüm hayatım onulmaz tuborg sevdasıyla ve bu sevdayı bir yere kaydetmeye çalışmakla geçmedi tabii ki. çalıştığım barda efes vardı, musluktan bedava efes akardı ve kendimi alternatif bir cennette sanırdım. o zamanlar glikoz şurubu daha icat edilmemişti; o zamanlar tombul şişenin kendine has tadı vardı. tuborg pek piyasada gözükmese bile bunu çok sorun etmezdim. hele kalın camlı nefis arjantini kafaya dikmek ve çalışmaya öyle başlamak, iş hayatının tüm getirdiklerini, geldikleri gibi gönderirdi. herkesin içtiği bir ortamda da pek çalışıyormuşum gibi gelmezdi, bardakları yıkayan çocuk bile haftada iki kere sarhoş olduğu için ayık olmanın kimse tarafından önemsendiğini sanmıyorum. işte efes, 2002-2005 arası bar maceramın resmi içkisidir. tuborg'la iş görüşmesine gidip bir kasa birayla döndüğüm zamana kadar bedavaya içtiğim tek biradır. barda çalışmak güzeldi, karanlıktı ve müzik vardı. radiohead çalardım akşam çökerken, a hail to the thief'in yeni çıktığı zamanlardı. efes fıçılarını akşam üstü yuvarlardık içeriye doğru, cumartesi geceleri fıçı biramız tükenirdi ve bize daha az kar sağlayan şişeden devam ederdik. güzel günlerdi. hiçbir mimarlık ofisinden almadığım keyfi, bir rock barda aldığımı hatırladıkça içim biraz kararıyor ama olsun. belki günün birinde kendi barım olur, kendim tasarlar ve musluğun başına yine ben geçerim. bira tesisatının masalara kadar geldiği ve benzin istasyonundaki gibi ne kadar litre- ne kadar para göstergesinin müşteri tarafından saniyesinde takip edileceği gibi bir fikrim vardı. kuzenim, bunun ispanya'da zaten yapıldığını söyledi. bu fikrin ilk benim aklıma gelmesinin imkansızlığını bildiğimden gülümsedim, milyar tane insandık ve hemen hepimiz bir şeyler düşünüyorduk.



- hadi barda çalışırken efes diyordun da marmara gold içmişsin geçen hafta?

bir litrelik cam hem de. şampanya şişesi gibi sıralanmıştı bira dolabının altında, fiyatının da diğerlerinden aşağı kalır yanı yoktu. kendisine güveni tam olan şeylerden hoşlanırım, boğazından yakaladığım gibi aldım yanıma bu heyulayı. geçtiğimiz senelerde, bu istanbul'da evde kaldığım ve parasızlığı yaşam tarzım olarak kabul ettiğim günlere denk gelir, marmara gold tam olarak ay sonuna kadar idare etmenin içkisiydi. kırmızıdan yaklaşık bir lira daha ucuz olduğundan, ayda en az atmış liralık bir fayda sağlıyordu. bu atmış lira da, bir fatura ve bir aidat ediyordu ki, fatura cehenneminde hiç de fena değil. ama bir ayı bırak, bir hafta boyunca marmara'ya devam edemez hemen kırmızı lorda geri dönerdim. projelerim vardı, kutulardan duvar örecektim. piramit yapıp atalarıma selam gönderecektim. beş bin sene önce piramit inşaatında çalışırken 16 temmuz günü ölen köle n uor'un anısını yaşatacaktım evdeki anıtımda. marmara gold, bu misyonun arasında yine de kendisine iyi yer edinmişti. iki tane bir litrelikle birçok geceyi sabaha bağlardım. ensesi kalındı, bira olmasa rahatlıkla pehlivan olabilirdi.



bira serüvenim sadece tuborg'la sınırlı değil. bazen, çektiğim efes fotoğraflarını bir dosyaya koyup efes pilsen'e iş görüşmesine gittiğim takdirde neler olabileceğini düşünüyorum. işe alınma ihtimalim tuborg'a oranla daha yüksek olurdu muhtemelen. fakat misyonumdan şaşmak istemiyorum, blogun ismini ne yaparım o zaman? efesser mi? hayır bayım, teşekkür ederim. ben hiçbir işe yaramayan misyonumla ve kuru bir dalın üzerindeki kırmızı tuborg fotoğrafımla mutluyum.

25 Eylül 2010 Cumartesi

god only knows

cumartesi gecesi, evde kimseler yok ve yorucu bir günün ardından son enerjimle bir şeyler karalamak için bilgisayar karşısındayım. durum o kadar da iyi değil ha? anlatacak pek fazla şey yok, önceden de olmazdı ama en azından uydurmak için kendime şans tanırdım; şimdi yaklaşık bir saat sonra beni kıskıvrak yakalayacak olan uykuyu bekliyorum. ileriye doğru bin kulaç attığım, sonra geriye doğru bin kulaç daha atıp başa döndüğüm ve denizden çıktığım bir gün oldu. değişiklik olsun diye suyun altında atmışa kadar saydım, deniz gözlüğüyle küçük balıkları takip ettim ve şimdi aklıma gelmeyen fakat o anda parlak fikirmiş gibi gelen düşünceleri beynimin bir yerine kaydettim.

benim gibi ne yazacağı ve bir sonraki paragrafta neyden bahsedeceği belli olmayan insanların, masaüstü bilgisayarlardan ziyade yanlarında sürekli bulundurabilecekleri daha ufak şeylere ihtiyacı var. bazen aklıma yazmaya değer şeyler geliyor ve bunu bir yere kaydedemeden geri gidiyor. bazen, olimpos'ta bir çardakta boylu boyunca uzanıp dallardan sarkan yeşil portakallara bakarken daha önce benzerini düşünmediğim şeylerle muhatap oluyorum ve zihnim, yılkı atı gibi oradan oraya sekiyor. serbest bırakıyorum ve bana geri döndüğünde, kainatta o sırada neler olup bittiğini öğrenmiş bulunuyorum. fakat bütün bu başıma gelenleri temize çekmek için eve dönmek birkaç gün sonrasına denk geldiğinden, paragraflarım bile birbirinden bağımsız oluyor. dikkat eksikliği zannettiğim şey de bu olsa gerek, yazmam gereken yerlerde ekipman yok. ekipman varken de çoğu zaman yazmak istemiyorum. işe girersem, mobil hayata biraz daha entegre olmaya çalışacağım ama steve jobs şahidim olsun ki o iphone 4 furyasına köşesinden bile katılmayacağım. bir telefona bin entry ha? bazen hiçbir şey hakkında hiçbir şey anlamıyorum; bu da yalnızlığımı anladığım anlardan birisine tekabül ediyor ki, internet bile çare olmuyor.

bu blogun amacı, tabii ki birbirinden bağımsız paragrafları üst üste dizip bunlardan ev yapmaya çalışmak; tuborg fanboyu gibi davranmak, komik olma ısrarıyla komik duruma düşmek, depresyon bakanlığından gelmiş gibi yazıp durmak değil. bu blogun, henüz benim de anlayamadığım nihai bir amacı var ve benden saklanıyor. zamanı gelince öğreneceğim ve bunu paylaşacağım. zaten paylaşmakla aklını kaybetmiş bir neslin üyesiyim, biraz dışarıda kalsam da yine de idare ediyorum ha. yeter sayıda üyeliğim, maillerim, msnim, niklerim, aktivasyon kodlarım ve bunun gibi binlerce şeyim var. perfect xp'im bile var, kendimi tekno özürlü olarak nitelendiremem.

tek yapmak istediğim, god only knows dinlemek için bilgisayarımı açmaktı. açtım da. sık kullanılanlardaki tüm sitelere tıklayıp hepsine onar saniye baktım, baktım ve gerekeni yaptım. liverpool'un ölümcül ısrarıyla yine berabere kalmasına sinirlenip, chelsea ve arsenal'in yenilmesine sevindim. ilk dörde girmek lazım ama kolay olmayacak joey. sezon sonu için tahmincilik de oynayayım, bu blog kehanetlerimin mekkesi olsun.

yine bir yazıya tam olarak odaklanamadan bitsin madem bugün de, günün birinde taş gibi hikayelerim olacak. taş dedim de, sahilde uzanırken yaklaşık bir milyon yıllık küçük bir taş ile konuşmak üzerine düşünmüştüm. iki yüz sene sonra bir milyonuncu yılını mı ne kutlayacakmış, hedefi pasifik okyanusuna kadar gitmek miymiş neymiş. fazla dinlemeden onu suyun üzerinde sektirdim. yassı ve güzel bir taştı, bunun üzerine yazmam gerekir diye düşünmüştüm.



23 Eylül 2010 Perşembe

nefret #1

nefret ettiklerimi üst üste koyabilseydim, on yedi bloklu çift daireli dev bir site yapardım ve gerçekten iyi para kazanabilirdim. nefret ettiklerimi yan yana dizebilseydim, set ve baraj işinde epey iddialı konuma gelir dev projelere imza atabilirdim. nefret ettiklerim geceleri ışık verseydi, yeni bir galaksi gibi gözükürlerdi. nefret ettiklerimi e-bay'dan tane bazında satabilseydim gerçekten yeniden çalışmak zorunda kalmazdım.

fakat bunların hiçbirisi her zamanki gibi olmadı. son senelerde istediğim tek şey olan tuborg'ta çalışma fikri de bugün attığım hafif sert bir maile gelen cevapla son buldu. son buldu da rahatladım, umut etmekten kurtuldum. onlara şunu yazdım:

"sanıyorum ki benim iş durumum olumsuz sonuçlandı. En azından bunu haber verirsiniz diye düşünmüştüm çünkü haziran başından eylül'e kadar, yaklaşık üç ay bu konuyla geçti günlerim. "

ve insan kaynaklarından, benim hiç olmayı başaramadığım kadar profesyonelce cevap geldi:

" Çalışmalarınızı çok beğendik.

Siz de takdir edersiniz ki bir şirkete alım yapabilmemiz için öncelikle bir kadro oluşturmamız gerekiyor. Şu an için böyle bir kadromuz mevcut değil ancak ileride eğer böyle bir pozisyon oluşursa ve siz de bizimle çalışmayı isterseniz, markamızı bu kadar sahiplenmiş bir kişi ile çalışmak bizleri de mutlu eder."

hımm, kadro evet. şampiyonlar liginde finale çıkan liverpool'da kadroya girmeye çalışmak gibi bir şey olsa gerek, gerrard varken bana gerek olmazdı. neyse, bu konunun üzerine fazla gitmeyeceğim, belki de benim ergen aklımın görmediği kadar hayırlara vesile olacaktır. olması gereken budur belki, ben seçilmiş olanımdır ve antalya bölgesine mimar olarak gönderilmişimdir. bunları, blogun gelecek günlerinden hep birlikte öğreneceğiz. nefret ettiklerime dair bir liste oluşturmak için gelmiştim fakat esnemekten yırtılmak üzere olan ağzıma olan nefretim, şimdilik nefret listeme başlamamı engelliyor. balkonda okey oynuyorlar, evin diğer odaları misafirli, koridora çıkarsam karanlıkta dolaşan küçük bir çocuğun üzerine yanlışlıkla basacağımdan korkuyorum. mimarlık eğitiminin bana ne kazandırdığını da yazma kararı almıştım dün sabah, fakat bir yere not almadığım için aklımdan çıkmış. ancak, "bırak aksın bebeğim" yöntemiyle, sanki bach'tan bir sonet çalar gibi yazarken aklıma geldi yeniden. 

yerli turistin çirkefliğine olan nefretim, bu seriye başlamamı gerektirdi. sürekli esneyip durmaktan, plastik bardaklardan, sahte okeyden, terliğin isminden, kıymalı yemeklerden, zapping yaparken kanallar arasındaki birkaç milisaniye duraklamadan, digiturk'un hemen tepki vermemesinden, çekyatın mekaniğinden, halıdan ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü önemsiz şeyden nefret ettiğimi kayıt altına almak istemiştim ama bu kayıt işini bu saate bıraktığım ve yarın fırsat bulacağımı sanmadığım için kendimden nefret ediyorum. yok lan etmiyorum, bu blog işine girdiğim için kendimi ara sıra tebrik ettiğimi ve bir bira ısmarladığımı bile söyleyebilirim. 

öncelikli hedef: ekimde işe girmek. girersem ekime, girmezsem...

levha

                                      


                                      


                                      

eskisinden bile güzel: olimpos

- olimpos eskisi gibi değil abi!
- ne diyorsun, eskisinden bile daha güzel. 

olimpos'a yaklaşık yirmi senedir düzenli olarak gidiyorum, yaşım yirmi yedi. bu bir tatil kültürü, çocukluktan bohem hayata entegrasyon, şehirden kaçışın her sene tekrarlanan müsameresi değil. evimiz olimpos'a yaklaşık yarım saat uzaklıkta olduğundan, olimpos'a büyük anlamlar yüklemeden sadece denize girmek için gittik yıllar boyu. bazen hasır bazen de içinde kızartma olan tencere taşıdım. bazen o kahrolası şemsiye bana denk geldi, bazen de piknik sepeti. insanlar, dünya'nın öteki ucundan bir sırt çantasıyla gelirken, biz osmanlı ordusu gibin topla tüfekle yerleştik ve akşamında da geri toplandık. başkaları, sevgililerin dudaklarına uzanıp güzel bi öpücük alırken; ben de o sırada tencereye uzanıyordum. plaj havlusunu serenlerin hemen sağ çaprazında, aniden canlanan dev hasırla boğuştuğum korkunç zamanlar oldu. olimpos, olmadık anlamlar yükleyebileceğim kadar gizemli olamadı benim için. zaten antik kent girişindeki adamdan, hemen soldaki bakkala, otoparkçıdan, sahildeki görevliye kadar hepsi tanıdık olduğundan, yeni bir yerleri keşfetmenin mutluluğu yerini "naber hasan abi?",   "babamlar gelmedi bahri abi" ye bırakmıştı. kaçacak delik arıyordum çoğu zaman, ortaçağ kalesi'nde bile tanıdık görüyordum ve bahsedilmesi gereken tamamen önemsiz, çoğunlukla zararsız şeylerden bahsediyorduk. aileyle gitmek, mitolojik anlamı ve yalnızlığın getirdiklerini sıfırlıyor ve senden geriye sadece basit bir eşya taşıyıcı kalıyor.



zaman geçip büyüdükçe, okumak için şehir dışına çıktıkça, bir şeyleri yalnız yapabildikçe olimpos yavaştan anlamını kazanmaya başladı benim için. dört gün önce, pek tatlı sevgilimle olimpos'a gitmeye karar verdik. plaj havlusu, birkaç giysi, kitap ve fotoğraf makinesi yeterliydi. tencereler mutfakta kalsa da olurdu, hasır ülkesinden bir elçiye de gerek yoktu. çocukken gördüğüm gençler gibi gözüküyorduk, eskiden imrendiğim insanlara dönüşmüştük. pansiyona yerleştikten sonra deniz kenarına indik, saat epey geçmişti. kentin girişinde, kola dolabında kırmızı tuborg satan şık bir market vardı; oradan yüklendik mühimmatı. hava temmuz ya da ağustostaki kadar sıcak değildi, biralarımız hemen ılımadı. dolmak üzere bir ay, hemen koyun sağ tarafından, ortaçağ kalesi'nin biraz yukarısından yükselirken, kırmızı'nın o anlatılmaz tadını damağımızda hissediyorduk. fazla kişi yoktu, olanlar da flaşla fotoğraf çeken bir grup gerizekalıdan başkası değildi. eskiden olimpos gecesini hiç göremezdim, hava kararınca eve dönerdik; insanlar, sevgilileriyle olimpos'ta kalmaya devam ederken; ben, eğer günlerden lanet pazarsa, oturup ödev yapardım, ütü kokusunu burnuma çekerdim. olimposun en güzel olduğu eylül-ekim ve nisan-mayıs'ta okula giderdim.



dört gün önce başlayıp dün biten kısa ve güzel tatilim, başka insanların adına öyküler yazdığı olimpos'u zaman geçtikçe daha çok sevmeme neden oldu. bayramda trafiğin tıkandığı, orange disco'nun dev spotlarla dağları aydınlatmak gibi beyinsiz bir ısrarı devam ettirdiği, yerli turistin ortalığı tam anlamıyla terörize ettiği bir yönü de yok değil ama doğru zamanda gittikten sonra, o serin sabahların ve akşam üstü esintilerinin, mozaikli yapının devamındaki sessiz su kenarının tadını da başka hiçbir şey vermiyor.

olimpos, eskisinden bile güzel; en azından sevgilim, uzanıp da öpebileceğim kadar yakınımda olurken, mutsuz bir ifadeyle hasır taşıyan 11 yaşındaki halimin yanımızdan taşları tekmeleyerek geçişini izlemek beni gülümsetiyor.

22 Eylül 2010 Çarşamba

boris vian'a dair

"kendini müziğin büyüsüne kaptırdığı yıllarda bir yandan da inşaat mühendisliği diplomasını almaya uğraşıyordu. okulu bitirdiğinde fark etmişti ki canı çalışmak istemiyordu."

"çalışmak, saplanmaktı ona göre. hayatını doldurmak için yaptığı o eğlenceli planlardan geri kalmaktı ama kısa sürede her şeyin kendi arzusuna göre devam etmediğini öğrendi genç vian; yaşamak istiyorsa çalışmalı, yaşamak istiyorsa saplanmalıydı ezberlenmiş, düzenli saatlere hapsedilmiş bir hayatın içine..."

"yaşadıkça daha da uzayan boş zamanlarını sualtı bitkileri çizerek, şarkı sözleri yazarak geçiriyordu; bilimkurguya bayılıyordu. yakın geçmişte birçok hikaye yazmış olan boris, işyerindeki boş vakitlerinde bir kitap yazmaya başladı sonunda. 1943'te tamamladığı, her şeyin standartlaştırıldığı bir hayatın nasıl olabileceğini anlatarak işiyle, iş arkadaşlarıyla, çalıştığı kurumla alay ettiği kitabını ancak üç yıl sonra yayımlatabildi."

"bu kuruluştan ayrılıp bir başka sıkıntı cehennemi'ne gitti vian, bu defa kağıt ve karton endüstrileri ofisi'ndeydi ve yine yapacak işi yoktu. çalıştığı yerdeki boş zamanlarını yine yazarak değerlendirdi; mesai saatlerinde roman yazdığı için kovulduğunda ikinci romanını da tamamlamıştı."

"öngördüğü gibi kısa, çok kısa sürede tamamlanan hayatını doldurmak, kahkahalarla çınlayan, eğlenceleriyle sarhoş eden, hiçbir şeyin önceden tahmin edilemediği sürprizlerle dolu karnavala dönüştürmek istemişti o... ve bunun için zamanı yoktu. öldüğünde yalnızca otuz dokuz yaşındaydı."

"ölüm, onu haklı çıkarmıştı..."

20 Eylül 2010 Pazartesi

istanbul







jack kerouac konuşsun

"ben hayatım boyunca pranga mahkumiyetlerinden kaçan köksüz bir ağaç oldum. ne durmayı ne de aynı yolu ileri geri kat etmeyi severim. bana sorarsanız, gerçek yaşam hiç durmadan dosdoğru denize doğru gitmektir."

"gün içinden fotoğraflar çekip, her küçük ayrıntısını yazıyordum bu küçük fotoğrafların. yazdıklarım satırlarla ifade edilen yaşama fotoğraflarıydı."

"neil cassady'le çıktığımız, bitmesini hiç istemediğim o sihirli yolculuk hayatımın akşını da değiştirdi. 'anlatılmaz yaşanır' derler ya, işte öyle bir şeydi. ama ben anlatmaya karar verdim, yolculuğun sonunda kendimi bir otel odasına kapattım. daktilomun başından hiç kalkmayacaktım. metrelerce uzunluğundan bir rulo aldım ve daktiloma yerleştirdim. yol gibi, yolculuk gibi yazacaktım. yolda yolunu kaybetmiş, arayışta olan bir gezgin gibi yazacaktım. üç hafta sonra yolda bitti. olması gerektiği tarzda, olması gerektiği gibi, caz gibi..."


"ben de çok özgür kaldım, çok dolaştım, çok açıldım. zihnimin içine çöreklenmiş o eski dünyayı yerinden söküp attım. galiba hep mutluluğu aradım ama mutluluğun yolu, mutluluğun harika, garip bir düş olduğunu anlamaktan geçiyor."

"şimdiki gençlerin tek derdi, üniversiteye girmek, evlilik öncesi cinsellikte fazla ileri gitmemek, iyi bir iş, ev, araba edinmek, çocuk sahibi olmak. yazarken bile sıkılıyorum bunlardan. aslında başka insanların hayatına karışacak biri değilim, herkes kendi kurallarına göre yaşamalı. ama ben daha çok çılgın insanları kaale alırım. yaşamak için çıldıranları. içlerindeki ateşi tutkuyla besleyenler."

"neredeyse tüm hayatım boyunca seyahat ettim ve yazdım. günlük kaygılarla ömür tüketen insanlar gördüm. otuz dört yaşına kadar araba kullanmadım, hiç ehliyetim olmadı. çocukluğundan beri araba kullananlar ve ilk fırsatta ehliyet sahibi olanlar tüm ömürlerini ev-iş arasında yol yaparak harcarken ben dünyayı gezdim."

"yıldızları o kadar uzun zaman izledim ki onların birer sözcük olduğunu düşünüyorum artık. bedenim dünyanın hangi ücra köşesine savrulursa savrulsun doğanın hüküm sürdüğü bu evrende her şey beynimin içinde olup bitiyor. kafamın içindeki önyargılardan kurtuluyorum ve yaşamı olduğu gibi seviyorum."

"biraz fazla içiyorum galiba. dün karnımda dayanılmaz bir acıyla hastaneye kaldırıldım. ertesi gün siroz olduğum ortaya çıktı. şiddetli bir iç kanamaya engel olamamışlar bu sabah, kuyruğu titretmişim. kırk yedimde alkolden ölmüşüm. bir yazar için benim gibi bir gezgin için yakışıklı bir son..."

18 Eylül 2010 Cumartesi

koridor

itü mimarlık 

yıldız mimarlık 

ege tekstil

17 Eylül 2010 Cuma

günlerin hızı

akşam yedi oldu mu, sabah on gibi başlayan gün benim için bitiyor. günün geri kalan kısmı sersem gibi bir yerde oturmakla, balkondan aşağı tükürmekle, hayaletlere bakmakla ve hepsinden beteri televizyonla geçiyor. çünkü, zaten gün boyu bilgisayarın karşısında olduğum için akşam bu seriyi devam ettiremiyorum. boynumun kopmasından ve gözlerimin düşmesinden endişeleniyorlar. ben de kimseye endişe vermemek için bilgisayar başından uzaklaşıyorum. genel olarak laf dinliyorum, ev hayvanı gibi davranıyorum. yat diyorlar, yatıyorum.

böyle olunca da günler hızla geçiyor; gözlerimi bir açıyorum ki eylülün yarısı geride kalmış, benden sonraki dönem askerden dönmüş, öğrenciler yaz tatilinin son hafta sonuna girmiş. oysa eylül'ün ilk günü sanki dün gibi, ağustos'u bıçak gibi kesen serinlik gelmişti birdenbire. ayları ve günleri insan uydurması zannederken, yeni mevsimin başlangıcı şanına yaraşır şekilde olmuştu. böyle böyle, ömrüm de geçecek ve iyi ihtimalle elli sene sonra buralarda olmayacağım. günlerimi ağzına kadar doldurmanın ya da başarı timsali olmamın hiçbir önemi olmayacak, hayatımın özeti çok nefis şekilde sayılara indirgenecek bir mezar taşında. 1983 - ?

arada ne yaptığının pek önemi yok, genel olarak yaşadın. canının ne kadar sıkıldığı, neler yapmak istediğin, yapamadıkların, içinde kalanlar; hepsi anlamsız istatistik. tek doğruyu sayılar gösteriyor, ne zaman doğdun - ne zaman öldün. sayılar, kelimeleri eziyor sanırım.

sosyal paylaşım üzerine bir şeyler demek istiyordum, ondan önce de dinlediğim bir şarkının bendeki yansıması üzerine yazıya başladım. hepsinden önce koridor fotoğrafları yüklemeye karar vermiştim. teknolojik ürün incelemesi de yapabilirdim oysa. bütün bu karmaşada hangi birisini yapmaya karar vermeye çalışmak bile zaten hızlı geçen günümü daha da hızlandırdı ve bir saatim kaldı. ara sıra dizilere başlarsam, akşamlarımın anlamlı geçeceğini düşünüyorum. televizyona bakıyorum, bakıyorum, reklamlar girse bile bakmaya devam ediyorum. kısa bir süre sonra, ne anlattıklarından zerre haberim olmuyor. balkona çıkıyorum, yoldan geçen hayaletlerin normal insandan çok daha fazla olduğu bir ilçe burası ya da istanbul'dan sonra bana öyle geliyor. terk edilmiş gibi, dışarı da pek çıkmak istemiyorum.

çarşıya gittiğim zaman aklımda olan tek düşünce bir an önce eve dönmek oluyor, saçma bir asosyale dönüşüyorum. asker arkadaşlarımı düşünüyorum ara sıra, askerden döndükten sonra hiçbirisiyle görüşmediğim ve bundan sonra da görüşmeyeceğim güzel insanları. sanki askerliğin bitişiyle birlikte ölmüş gibiler, onları özlüyorum ama elimden bir şey gelmiyor. birlikte epey gülmüş ve küfretmiştik, birbirimizi kollamıştık tsk'ya karşı. günler geçtikçe daha az inanıyorum sanki, bilmediğim bir yerde yüzüyormuşum gibi; ayaklarım yere basmıyor. aklım da havada değil ama. öyle saçma bir noktadayım, akşam yedi olunca günüm bitiyor.

bir türlü birbiriyle bağlantılı paragraflar bile yazamıyorum, bir ara hikaye falan denerdim "genç adam"la başlayan. genç adam yine ben olurdum, her ne kadar ne halt ettiğim konusunda net bir fikrim olmasa da yine de en çok kendimi tanıyorum. bildiği sorudan başlayan temkinli öğrenci gibiyim.

en azından okulum yok, yaz tatilinin son pazar akşamının iki gün sonra olması bile canıma kast ederdi şimdiden. şimdi hiçbir başlangıcım yok, bir şeylerin sonuna varmış da değilim. beklemedeyim.



merdiven

çeşme kalesi

santralistanbul


dolmabahçe
                  

başaramayanlar





yedinci denemede blog'a girdim, içimdeki heves üçüncü denemede gittiğinden hiç paniğe kapılmadım. güzelce küfrettim, sorunun ne olabileceğine dair internette arama yapmak istedim fakat bağlantının özellikle bugün efsanevi bir performans sergilemesi nedeniyle bunu erteledim. sorunumu anlatacak doğru kelimeleri bulamıyorum. teknoloji jargonum, hazımsızlık çeken bir tavuk karaciğerininkiyle aynı. neden google chrome ( helak olsun), yaptığım tüm aramaların sadece altı tanesini gösteriyor. neden, daha fazla ya da daha az değil. "altı olsun, daha fazlasına gerek yok" diyen pezevengi merak ediyorum sadece.


tabii, sinirim basit bir tarayıcıyla başlamadı. cinema4d (bir tür 3d çizim programı) kurup buna vray eklentisini yerleştirmeye çalışırken devrelerimin çoğu hasar gördü. internet sitesinde, readme'sinde, forumlarında, zıkkımın kökünde ne yazıyorsa yapıyorum ve sonuç her zamanki gibi koca bir sıfır oluyor. missing hatası veriyor bana, neyse ki the beatles dinlemek beni sakinleştiriyor. cinema4d önceden beni üzmezdi, bu aralar o da c'deki diğer tüm ibnelere uydu. format atıyorum bilgisayara lanet yine gitmiyor, tütsü mü yakayım hocaya mı götüreyim ne yapayım bilemedim.

evet program kurulumuyla geçen günün ilk yarısı gerçek bir fiyaskoydu, öğleden sonra back to the future 3 izleyebilir ve bu dünyaya kısa bir ara verebilirim. aslında bilgisayar başından kalkıp bana şimdiye kadar hiç sorun çıkartmayan kitaplara-filmlere gömülmek lazım ama biraz daha denemek istiyorum. dns değiştirmem gerektiğini hissediyorum, bu his kuvvetlenirse değiştirmek için elimden geleni yapacağım ve bu debelenmeyle haftayı da bitirmiş olacağım. 

gerçekten bomboş bir haftaydı, geçen dört günde ne yaptığıma dair çok az fikrim var. sosyal paylaşım arsızı oldum biraz, sanıyorum ki bundan bıkması çok uzun zamanımı almayacak. sorgu gününde "en azından denedim" diyeceğim tanrı'ya, o da "denedin de bana mı denedin lavaş?" diyecek, tansiyon yükselecek. piyaz yemek ve bilgisayara format attırmak haftanın en güzel olaylarıydı. önceden yarım saatte kendine gelen bilgisayarım, şimdi bir dakikada hazır hale geliyor. önceki windows, giyotin modeliydi sanırım, kafamı kesmek istermiş gibi hareketler yapardı. bu iyi, bu kalsın. 2050 yılına kadar idare etmek ve sonrasında ölmek istiyorum. yeni işletim sistemine alışamam.

peki blogun yorum kısmının arka fonunun gri olmasını nasıl değiştireceğim? yazıları siyah yapsam, üsttekiler okunmayacak. üstü de gri yapsam, iğrenç olur. basitçe değiştirmek mümkün değil sanırım. keşke her şey winamp kadar kolay olsaydı, o zaman ses getirecek işler yapabilirdim. bir de film eleştrisi yapmak istiyordum ama öğleden sonraya artık. 

gayet de varmış demek tuborger.blogspot, neyini bulamıyorsun artık yarrachrome!



16 Eylül 2010 Perşembe

başlayamadıklarım

başlamaya karar verip de başlayamadıklarım enerjiye çevrilse şu küçük ilçenin tüm ihiyacını tek başıma karşılardım sanırım. liste her gün kabarıyor ve ne yapacağımı tam olarak kestiremiyorum. günlerim, planlama yapmaya çalışırken akşamın olmasıyla geçiyor ve bir sonraki gün kendini tekrar ediyor. oysa hedefim, bugün gta 4'e başlamak ve bir tetikçi gibi davranmaktı. 16 gb'lık kahrolası oyunu bile kurdum, crack'ini kardeşime yaptırdım. tuşların yerini öğrendim, tüyoları aldım. oyun içinde internet kafeye bile girebilirsin dedi kardeşim, aklıma tek gelen şey oyundan sözlüğe bağlanmak oldu. oyuna başlamak yerine sözlüğe girdim, sözlükten kendi mecralarıma sektim sonra. google chrome ile başka bir google chrome indirmeye çalışma denemelerim başarısız olunca, girmeye çalıştığım herhangi bir sayfaya en az üçüncü denemede girmeye çalışınca hafiften sinirlendim. gta 4'e bugün de başlayamadım, bana görev verilirse buna sadık olmayacağımı sadece deniz kenarında oturacağımı da biliyorum aslında. belki helikopterle dolaşırım ama kimseye zarar vermem. sırf bu sakin kişiliğim yüzünden savaş ve strateji oynayamıyorum. katlanamıyorum sinsi planlar yapmaya.

diziye başlamaya da karar vermiştim bir ara, spartacus'un görselliği aklımı almıştı televizyonda görünce. sonra beşinci sezonunda bıraktığım bir lost gerçeği, bununla birlikte flash forward, belki how i met, mad men derken, bütün bunların ağırlığı çöktü üzerime. bir siteye girmesi kolay olmuyorken, bunları indirmeye ya da online  izlemeye çalışmak ruhumu karartırdı ve karanlık çay saatim yeniden gelirdi. back to the future ya da lotr'ı daha acil durumlar için sakladım. büyük depresyon geldiği zaman üzerine binip kurtulacağım sandalım onlar, güzel filmler acil durumlar için. belki kieslovski'nin üç rengine başlardım. seneler önce tanesi yirmi kağıttan atmış lira vermiştim orijinal dvd'lerine. sanırım korsana karşı bir tavrım vardı ya da aklım başka yerlerdeydi bilmiyorum, bir zamanlar düzenli maaş alır ve bunu aynı düzende bitirirdim. bir zamanlar, orta yaşlı adam gibi gözükürdüm. gömlek ve kumaş pantolonum olurdu ve beşiktaş'ta bir plazada çalışırdım. bey'li hanım'lı konuşurdum, kendimi 35 yaşındaymış gibi davranmaya zorlardım. belki diarios di motocicleta izler ve ernesto guevera'nın che olmadan önceki naifliğine bir kez daha hayran olurum diye düşünmek, filmi geçen hafta izlediğim için pek yankı bulmadı. bir şey izlemek, ne izlemek istediğimden tamamen emin olmadığım sürece işe yaramazdı.

belki de hitchhiker's guide to the galaxy'nin dördüncü kitabından okumaya devam edebilirdim fakat yanlışlıkla bitirmekten korktum. arthur ve fenchurch'ün arası çok iyi bu aralar, marvin'in yaklaştığını hissediyorum. zaphod ne halt ediyor bilmiyorum ama zaphod beeblebrox nikli dostum, şu an askerde. herifi ve onunla bira içip pes oynamayı o kadar özlüyorum ki, asker yolu gözler oldum. bu küçük ilçede ailemle yaşamama rağmen epey yalnızım, akşamları daha anlamsızlaşıyor her şey. gece yarısını geçmeden yatıyor ve bir sonraki sabah aynı güne uyanıyorum. başlamak istediklerim, yine beni bekliyor.

tüm mimari çalışmalarımı bir portfolyo haline getirme projem ise dallandı budaklandı, basit bir word sayfasından ibaret olan ölü cv'mi photoshopta yeniden yapmaya ise dün karar verdim. bloga fotoğraf koyarken üşenmiyorum, hatta şu an olduğu gibi yazı yazmaktan da kaçınmıyorum fakat işime yarayacak bir işlem geçersiz işlem yürütmeme neden oluyor. sanırım antipragmatistim. bana faydası olmayanı seviyorum, bana faydası olmayan kilisenin papazını ayrı sevdiğim gibi.

başlamaya karar verdiğim şeyler arasında, gelecekte geçen öykülerim de var. bu uçan araba ve gri saçmalıkların dünyayı ele geçirdiği ütopyalar değil, bu "neden antalya'yı terk etmedin dede" diyen küçük torunlarıma verdiğim cevaplara dair kısa parçalar. "terk etmedim çünkü piyazsız daha fazla dayanamazdım", "terk etmedim çünkü olimpos kalesi'ne iki haftada bir çıkmadığım zaman sırtımda beze çıkıyordu" gibi. geleceğimi hayal etmek, onu planlamaktan daha eğlenceli. 

çünkü işin içine planlamak girdi mi, bugünüm de epey zarar görüyor. sadece hayal kurduğum günler gerçekle düş birbirine giriyor, rüyalarım bile bu doğrultuda aşırı gerçekçi oluyor. rahatlıkla uçabiliyor ya da basketbol a milli takımında guard olarak oynayabiliyorum. gündüz düşündüklerimin saflığı gece rüyalarımın konusu oluyor, çok az şeyle meşgul olan zihnimin meyvelerini gece topluyorum.

bir yandan da avrupada meyve toplayıcılığı yapma fikrini düşünüyorum. daha gitmem gereken bir provence var, italya'yı ve fransa'yı görmedim. binlerce sokak var, müzeler ve merkezler de keza. okyanus kenarı terasları uzun zaman önce gözümün önüne gelmişti, gaudi dehasının gölgesinde barcelona da var tabii. 

artık dünyayı gezmeye başlamamın zamanının geldiğine inanıyorum fakat bu uğurda fazla çırpınmıyorum. çünkü plan boyutunda dünya bataklıktan farksız, debelendikçe batıyorsun. biraz beklemek ve akışına bırakmak en doğrusu olsa gerek, dünya'yı gezip de benimle olimpos'ta karşılaşan gezginlerin sakin gözlerinden anladım bütün bunları. belki ben de bir gün ha? dünyayı dolaşırken bu bloga yazmaya devam ederim, belki de küçük bir bilgisayarım olur ve bir tren istasyonundan devam ederim. çünkü, bir şeyler yazmak için hep bu odaya ve bilgisayarın karşısına geçmek çoğu zaman hevesimi kırıyor. yazmak istediklerimden uzaklaşıyor ve alakasız bir noktadan çıkıyorum.

başlayamadığım onca şeyin arasında, en azından bir yazıyı daha bitirmenin ferahlığıyla kaydımı yayınlıyorum.