31 Mayıs 2011 Salı

black out

yaşamaya karşı duyduğum kronik isteksizlik, gözlerime yansıdığından olsa gerek annemi benim için endişelenirken buldum. yaşamaya sımsıkı tutunan ve kolu bacağı olmayan insanlardan bahsetti, benim sahip olduğumdan çok daha azına sahip olan fakat mutlu uyuyanlardan, işe gitmeden önce saçını başını düzeltenlerden, pantolon ütüleyenlerden falan. yalnızlık allah'a mahsus deyip, evliliğe giden çileli yolun ilk taşlarını da bana doğru fırlatınca mecburen kafamı eğdim. tek kişi mutsuz olmak, iki ya da daha fazlasıyla mutsuz olmaktan çok daha kabul edilebilirdi. dini inancım olmadığı için de boşlukta olduğumu ekledi. boşluktaydım fakat bu boşluğu doldurmak zorunda değildim. tanrıya inansam bile o bana inanmazdı ve iflah olmaz bir yalancı olduğumu söylerdi, sorun tanrıya inanıp inanmakla da alakalı değildi aslında, tanrıya inanıyor fakat bunu belli etmiyordum. üşeniyordum, işe gelip işten dönüyor ve akşamları belgesel izliyordum. yoksa tanrıyla ilgili bir problemim yoktu, hava çok sıcaktı sadece. asfalttan yansıyan ışık gözlerimi karartıyordu, gücüm her geçen gün biraz daha azalıyor ve rahat uyuyamıyordum. yarım kalan uykular tüm enerjimi sıfırladığından olsa gerek, daha öğlen olmadan gözlerime yansıyan isteksizlik de bana yirmi sekiz yıl önce can veren annemi endişelendiriyordu.

kendimi kendi düğünümde, saçma sapan bir şeyin boynuma sarıldığı ve makyajlı zombilerin aralıksız oynadığı bir anda hayal etmek bile beni yıldırıyordu; daha kız isteme esnasındaki bürokrasinin düşüncesi bile yalnızlığa olan inancımı pekiştiriyordu. sorumluluk alamazdım, alsam bile devam ettiremezdim, devam ettiremeyince de üzerime binen ekstra vicdan azabıyla yaşayamazdım. içimdeki boşluğu doldurmak yerine daha da arttırmak, beni yok etmesini sağlamak benim için daha kolay olurdu. uykum vardı ve daha günlerden salıydı. kafamı soğuk suya sokup biraz kendime gelmeye çalıştım, birisi ruhumu çalmış gibiydi sanki. yemeğim hazırdı, pilav benim hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağım kadar güzel olmuştu. açık pencerelerden giren rüzgar, henüz temizlenmiş evin içinde dolaşıyorken sorunun ne olduğunu düşündüm. teşhis koyamıyordum, birisini sevmekle geçecek bir şeye benzemiyordu. ilişki ve ilişmek beni bıktırıyordu, yalnız başıma olmalıydım. ısrardan köşe bucak kaçıyordum, bira içmek de eskisi kadar büyülemiyordu. hafta içleri ölü gibi dolaşırken, ancak hafta sonu kendime gelebiliyordum. pek bir şey söylemeden yemeğimi yedim, evi pırıl pırıl yapmıştı annem. boy boy tavaları nereye koyduğunu gösterdi, biraz nasihat verdi, evlendirelim mi seni diye tekrar sordu. evlenmek değil de; bir çocuğum olsun, onunla çimlerde, kumlarda, yastıkların üzerinde yuvarlanayım istedim. ilk görüşte aşık olabileceğim birisi çıkar belki karşıma emin değilim ama çocuğumu çok seveceğimi ve ona ışın kılıcı alıp jedi usülüne göre yetiştireceğimi biliyorum. 

yemekten sonra evden çıktım, kanımdaki midichlorian seviyesi belli ki çok düşüktü. rendera bıraktığım bilgisayarım birkaç sonuç vermişti, bir yerlere kaydettim. problemin ne olduğunu düşünüp bir sonuca ulaşamadım, tanrısal bir durum yoktu; onu sevdiğimi fakat rahatsız etmek istemediğimi bilirdi. içimdeki boşluğun onunla ya da yeryüzünün en fazla gürültü koparan edebiyatı aşk ile alakası yoktu. sadece uyumak istiyordum. 



in a day at the end of the may

daha mayısın son gününde "in a day at the end of the may" adlı yazıyı yazacağım...

bu cümleyi iki ay önce, henüz otelde kalıp eve çıkmak üzerine tahminlerde bulunduğum bir günde kurmuşum. hayatım tamamıyla tahmin edilebilir bir doğrultuda ilerliyor, işte mayısın son günündeyim ve eve çıkalı neredeyse bir ay oluyor. her şey yoluna mı giriyor yoksa beni yoldan çıkaracak denli sıradanlaşıyor mu pek anlamıyorum. şu bakış açısı ve iyimserlik-kötümserlik beni çileden çıkartacak. aynı şeylere farklı insanlar farklı yaklaşır fakat bir insan, aynı şeye iki gün arayla farklı yaklaşırsa, ne istediğini bilmeyen bir dengesizden öteye gidemez ki bu bana oldukça uyuyor. ruh halimin nasıl olduğunu bile bilmiyorum. yazmak istediklerimi temize çekmek yerine unutmaya çalışıyorum bir süredir, unutmak daha kısa sürüyor. devasa bir enerji tasarrufu projesi gibiyim, yıllarca uyumak istiyorum. bir süredir adam akıllı da uyuyamıyorum gerçi, on dakikada bir uyanıp yastığımın altındaki telefonumun saatine bakıyor ve "daha sabaha var" diye kendimi teselli ediyorum. sürekli bölünen bir uyku da, sonunda öldüğüm ve parçalara ayrıldığım rüyaları getiriyor. yeniden askere alıyorlar, dışarıda çatışma oluyor ve giden geri gelmiyor. askerliğimi yaptığım halde neden yeniden askere aldıklarını bile soramıyorum kimseye, silah sesleri binanın etrafını kuşatmış, biraz sonra öleceğimin bilincinde olarak koridorda dolaşırken yine gözümü açıyorum. sabaha daha var, kurşun sesleri ise bıçak gibi kesilmiş.

her sene ingilitere'den ailesiyle gelen ve ara sıra keşke blogta onun hayatını anlatsaydım dediğim dayım, dün gece bir aylık tatilden sonra geri döndü. hayatta sevdiğim tek çocuk olan prens hazretleri, giderayak bana gülen suratlı bir dövme yaptı. geçen sene dörttü, bu sene beş; seneye mayısta altı olacak. güzel çocuğu aynı yaşın farklı dilimlerinde bile görmedim daha. "goodbye obi wan" dedi, ben de ona "see you next year luke" diye karşılık verdim. star wars oyunlarımızın da sonuna geldik, bakalım seneye ne oyunlarla gelecek? 

okumakla oyalandığım ve bundan kurtulduktan sonra kendimi birdenbire 28 yaşında bulduğum bir hayatın salısında,  kendimi zamanda ileri atacak manevi bir mancınık peşindeyim. bu gece dallas-miami final serisi başlıyor. en son karşılaştıklarında, 2006'da istanbul'daydım ve bir türlü çizmekle azaltamadığım toplu konut projesinin teslimine hazırlanıyordum. bursa'da büyük bir toplu konuttu evet, iş ve kültür merkezi bile vardı. yeşil doku, binanın içine kadar nüfuz edecek ve zahmet olmazsa beni dersten geçirecekti. sonrasında kendimi dünya kupasına kurban edecektim, mimarlık üçüncü sınıf öğrencisiydim ve okulu dört senede bitiremeyeceğim kesinleşmişti. final jürisi iyi geçince dersi geçtim, dallas'ın finali iyi geçmeyince şampiyonluk gitti.

dirk'in minimum kırk sayı atmasını beklediğim serinin ilk maçında, son çeyrekleri beklemediğim kadar iyi oynayan miami'nin galip geleceğini tahmin ediyorum. wade son yüzüğü ben proje maketiyle jüriye giderken takmıştı, lebron  ise artık şampiyonluklar kazanmaya bir yerden başlaması gerektiğini düşünüyor. fakat diğer yandan kariyerinin sonunda bir kidd ve alman teknolojisi dirk'in son kurşunu var. gönlüm dallas'tan yana, wade ve lebron birkaç sene içinde mutlaka şampiyon olacaktır fakat bu sene, dirk ve kidd için son sene olabilir. tarafımızı belli ettik, yine gecenin bir köründe uyanma mevsimi geldi çattı.

hafta sonu bediüzzaman kankam onur istanbul'dan gelecek ve cumartesi çalışmayacağım, muhtemelen olimpos'ta sarhoş olup kaleden yuvarlana yuvarlana denize kavuşacağız. belki de çok uzun sene evvel yaptığımız gibi kanolarla güneşin bağrında dolaşıp, güneş çarpmasının yaşayan en büyük timsalleri olacağız. bunu kanımızdaki alkol bize fısıldayacaktır, onbir kilometre yokuşu bisikletle çıkmayalım yeter. yolda gören ambulans çağırmıştı amk!

özlemle beklenen mayısın da sonuna geldik işte tuborgers; haziran temmuz bir şekilde geçerse, ağustos da premier lig ve king kenny komutasında liverpool ile başlar. bir biranın arkasında, at the end of the september diye bir yazı daha yazarım belki. kim bilir?

30 Mayıs 2011 Pazartesi

kaldı 11

12 eşit takside böldürdüğüm öğrenim kredisi geri ödeme planının ilk kısmını biraz önce başkasının eline saydım, yetmedi 3.5 lira gelen su ve 0.5 lira gelip sitedeki ağırbaşları tedirgin eden elektrik faturamı da ödedim. cüzdanımda ağırlık yapan banknotları şubeye bırakınca hafif bir rahatlama geldi, iki yılın sonunda bitecek 11 taksitten sonra hiçbir kuruma borcumun kalmayacağını düşünüp gülümsedim, bu gülümseme "iki sene sonra mutlak özgürlük" sanrısının getirdiği acı bir gülümsemeydi. iki sene sonra başka borçlarım olacaktı ve tahminlerime göre şu andaki halimden daha fazla batağa saplanacaktım. özgürlük benim için kısa süreli bir yanılsamaydı, iki üç bira içtikten sonra olimpos sahilinde benim yanımda uzanan güzel saçlı bir kızdan fazlası değildi. biraz uzanıp denize geri dönüyor, bir öpücük kondurup sırra kadem basıyordu. başka bir zamanda karşılaşana dek, ben yine bir gün tamamen özgür olacağım yalanlarıyla avunuyordum. iki sene sonra otuz yaşımda olacak ve muhtemelen, imzamı kontrolsüz ergenler gibi sağa sola attırdığımdan bir sürü "son ödeme" planlarıyla uğraşacağım. bir arabam olacak ve benzin fiyatlarından şikayet ederken iki sene önce aldığım kararı hatırlayacağım:

iki sene önce... 30 mayıs 2011...

beni şehir merkezine getirecek otobüs yine ağzına kadar dolu, beklemeye devam etsem bile hiçbir şey değişmeyecek; hem dolu bir otobüste sıkış tepiş gidecek hem de geç kalacağım. güneş henüz doğmamış, gözlerim yarı açık, başıboş köpekler refüjlerde dolaşıyor. beni kovalamaya kalksalar kaçacak dermanım yok, belki çömelir ve bir sonraki cumartesiye kadar aynı şekilde kalırım. dolu otobüse bir şekilde giriyorum, koridor ve tabure ikilisi kollarını açmış beni bekliyor. otobüs, hastane servisi gibi yine. içlerinde tek sağlıklı adam benim fakat yüzümden düşen bin parça. koridor dar, ben genişim. benden daha geniş teyzeler, koltukların kenarından sarkıyor, herkesin bir sabah vakti olmaları gerekenden daha çirkin olduğunu düşünüyorum. arka sıradaki dörtlü, bir dans grubunun eksik halkaları gibi; kotlu ve kısa kol gömlekli. en genci kırk yaşında. kırk yaşıma geldiğimde bir yerden bir yere gitmek için otobüs beklemeyeceğime tanrıları bile uykusundan uyaracak denli keskin bir yemin ediyorum. koltuklar daha da büyüyor, beni koridorda daha fazla sıkıştırmaya başlıyorlar. çirkin insanlarla saatte yüz kilometre hızla şehir merkezine gidiyorum, bir kaza olsa beni diğerlerinden ayıramazlar. köftenin üzerindeki kaşar gibi başka bir bedene yapışır ve birkaç saat öncesine kadar hiç tanımadığım birisiyle sonsuza dek aynı mezarda kalmak zorunda kalabilirim. asker moduna geçiyorum. açlığa, strese, rezilliğe, anlamsızlığa ve darlığa karşı geliştirdiğim bu optimizasyon işime yarıyor. bir saat sonra otobüsten iniyorum. otuz yaşıma geldiğimde araba ya da motosiklet alacağım, yola çıkmak için bir şey beklemeyeceğim ve insanlardan sabah vakti nefret etmeyeceğim. en yakın zamanda ehliyet kursuna yazılıp araba almak için doğru yerlere doğru imzalar atmaya karar veriyorum. dikkat eksikliği nedeniyle şarampolden yuvarlanırsam da yuvarlanırım, sırf şu pazartesi sabahlarını yaşamamak için eve gitmemeyi bile düşünüyorum. 

otobüse biner binmez, şişmanlamaktan jabba the hutt'a benzemiş teyzenin "havada deprem havası var" kehaneti de beni bıktırıyor. artık, görmek istediğim insanlar dışında herhangi birisiyle sacdan bükülmüş herhangi bir mekanı paylaşmak istemiyorum. 

paraya inanıyor, zamanında aldığım kredinin geri kalan 11 taksidine bileniyorum. daha arabasına, evine gireceğim ablası. mevduatlarım olacak boy boy, otobüsün camına yapışmış adamlara "yeterince çaba göstermediniz demek ki amigolar" diyeceğim.



27 Mayıs 2011 Cuma

detoks

birkaç saat öncesine kadar ofiste oturmuş kesitlerin son köşelerini bıkkın bir edayla düzeltiyor ve maili atıp bu işten kurtulmayı dört gözle bekliyordum. birkaç bira ödülüm olacaktı, yorgundum ve çizgilerin savaşında ağır yaralıydım. maili attım, bilgisayarı kapattım, eve gelirken köşedeki marketten üç kırmızı kapıp güzel yuvama, winterfell'ime geldim. üzerimi değişene kadar biraz daha soğusunlar diye üç kırmızıyı buzluğa yatırdım. eski günlerin hatrına aldığım tuzlu fıstığı yüzey alanı dar bir kaba koyup yerden tasarruf etmeye çalıştım. tuhaf, binlerce metrekarelik otel projesiyle uğraşıyorum fakat birkaç cm2 için uygun kap arıyorum. ev tefrişi hala tamamlanmadı, acele de etmiyorum. bir orta sehpa, büyük bir çalışma masası bir de boynumu destekleyecek ve arkaya doğru sallanacak bir koltuk. fikirler içime yavaşça yerleşsin ve doğru ya da yanlış olduklarını sadece zaman göstersin.

eski dostum onur'dan çarptığım basket şortunun rahatlığında bilgisayarımı ve bir kırmızıyı aynı anda açtım. kırmızı tuborg'un işlemcisi çok güçlü olduğundan saniyesinde kullanıma hazırdı. dört çekirdekli bilgisayarım ise açılıp açılmamak arasında kararsızdı.

üç gün sonra...

gerek üç kırmızının rehaveti gerekse de bloglara girişin biraz zor olması nedeniyle, yazıya devam etmek ancak oldukça sıcak bir cuma sabahı mümkün oldu. dün gece çok içmişim, hala ayılamadım ve öğle uykusunu bekliyorum. ev beni kendime getirecektir belki de haydari yaparım. bırak beni akşama kadar saçmalarım. parmaklarımı kaldıracak gücüm yokken, bir yöneticiye modern bir ofis tasarlamam ve bunu modellemem gerekiyor. hemen karşısındaki duvara altın yaldızlı dev harflerle "her canlı ölümü tadacaktır" yazarsam, belki de bu hayatın gelip geçici olduğunu anlatabilirim. çünkü iş yaparken kendinden geçen hırslı insanlar var ben bunların odasının nasıl olacağıyla ilgilenmek yerine onlara haydari yedirmek istiyorum. alkol sınırımı aştığım için kendi kütlem kadar haydariye dönüşeceğimi de biliyorum ama kimin umrunda.

barın zemininde uzanıp tavana bakarken lost control çalıyordu, kaçıncı birada olduğumu hatırlamıyordum. duvarlarda deforme olmuş yüzler vardı, bir kadının ön dişlerinden birisi, diğerine göre bariz büyüktü. raflarda içkiler vardı ve spotlar öylesine yerleştirilmişti. barda pek kimse yoktu, çerkez olduğunu iddia eden ve bunu hararetle savunan uzun saçlı şampiyon vardı. bir bira daha içsem ben de çerkez olduğumu iddia edebilir, çerkez ulusal marşıyla barın üzerinde yürüyebilirdim. belki de çerkes diye yazılıyordur.

eve kaçta geldiğimi bilmiyorum, sadece doğru yerde uyandığım ve cüzdanımı da getirmeyi başardığım için mutluydum. şaka, mutlu değildim. sokayım işine deyip bir hafta boyunca uyumak ve haydari yemek istiyordum. gözlerim yarı kapalı geldim ofise, bilgisayarı açtım ve öğlen uykusunu beklemeye başladım. kaldı birkaç saat.





24 Mayıs 2011 Salı

is more



dövme olacak kadar güzel bir proje. benim aklımdan geçenlerin bir sonuca varıp cisme, gerçeğe dönüşmesinin en yalın hali. ağaçların arasında net bir dikdörtgen, cephede binaya hareket katan ahşap paneller. net ölçülerle aksların plan ve kesitte ne kadar akılcı çözümlere fırsat vereceğinin şık bir temsili. her şey öyle yerli yerindeki, kolları kavuşturup film izler gibi fotoğrafları izliyorsun. doğanın içinde "ben de varım" derken dahi anlamındaki de'yi bile ayırabilecek bir zerafetten bahsediyorum, kendimden geçercesine ayakta alkışlarken de günün birinde burada olmayacağımı biliyorum. i don't belong here demiş şair, görüyor ve arttırıyorum.











pure geometry

farklı malzemelerin dostça mücadelesi, güneş ışığının kütleler arasındaki sonsuz dansı bu yapıda da devam etmiş. öyle bir devam etmiş ki, ben burada ne yapıyorum ki deyip bu binaya kadar koşasım ve elimi taş dokusunun üzerinde devam ettiresim var. hemen karşısındaki ağacın altına bağdaş kurup akşama kadar bu binayı, çevreye olan tavrını ve kendi içindeki tutarlılığını izleyesim var.

acaba akademisyen mi olsam, binaları mı araştırsam? belli ki çalışma hayatı beni tatmin etmeyecek. her zaman, ofis ya da şehir fark etmeden yaptığım şeyden mutsuz olacağım, eksik kaldığımı düşüneceğim. dev bir "acaba" içimde daha da büyüyecek ve her şey için geç kaldıktan sonra da geriye dönüp koca bir nefes vereceğim. yerleşik hayatın hediyesi olan ödemelerim daha da artacak, kendimi daha da zincirleyeceğim. mimar olmak için çıktığım serüvenim, yeterince cesur olamadığım için erken bitecek ve tüm varlığımı bir başkasına hediye edeceğim.

şimdi son çırpınışlar sanki. hala güzel bir bina beni kışkırtıyor, uzun uzun izliyorum. köşelerin muntazamlığına bakıp iç geçiriyorum. zannedersem yurt dışına çıkmam ve biraz orada kalmam lazım. yürüyerek epey yol katetmem ve gerçek bir mimar olmak için bedel ödemem lazım. ne zor işler bunlar yahu, her zaman eksik kalıyorum.


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha


                     House in Meco Beach in Portugal by Jorge Mealha

               

23 Mayıs 2011 Pazartesi

last day in space

bazıları yerin yüzlerce metre altındaki bir madende, koyu karanlığın duvarlardan sızdığı bir dehlizde çalışır; bazıları yerin hemen üzerinde, güneşli bir günde kesitleri düzeltmeye ve kronikleşen isteksizliğine bir dur demeye çalışır, bazıları da uzay yolculuğunun son gününde, içinde bulunduğu uzay istasyonunda yapacak çok işi olduğundan fakat dönmeden önce son kez dünya'ya bahsetmekten dem vurur ve yine çalışır.

hepimiz çalışırız, çalışmak zorundayızdır. üzerimize bir şeyler giyinip bir şeyler yedikten sonra işlerimize gideriz. bazıları otobüsle iki saatte anca varır, bazıları yürüyerek iki dakikada girer ofisine, bazılarının da işe başlaması için gezegenin dışına çıkması gerekir. hepimiz eninde sonunda ama az ama çok para kazanır ve bunu bir yerlere harcarız. biriktirmeyi ve gelecek günleri teminat altına almayı severiz, daha çok paramız olmasını ister ve eninde sonunda ölüp gideriz. yaşam boyu yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanmaz, sadece hayatta kalır. başka insana verdiğimiz bir ilham, çektiğimiz bir fotoğraf ya da sonsuz bir bakış her gün yaşamaya devam ederken, saprofit bakteriler bizi yapıtaşlarımıza kadar ayırmaya çoktan başlamıştır.

çalışırız, planlar kurarız, sıkılırız ve her şeyin düzeleceğine olan inancın üzerine yavaştan toprak atmaya başlarız. yetişkinlik iyi toprak atmayı gerektirir, fazla hayal kurmak yerine bizim yapamadıklarımızı, içimizde kalanları çocuklarımızdan bekleriz. beklentileri karşılayamayacağını düşünen çocuklar yıllar boyu geçmeyecek bir suçluluk duygusuyla yaşar ve onlar da zamanla yetişkinlere dönüşür. bir şeyi beceremediğimiz gibi, becerenleri de pek çekemeyiz. iftira atar ya da onları çarmıha gereriz.

biraz önce uzaydaki son gününden bahseden bir astronotun iletisini okudum. adı paolo nespoli. son gün olmasına rağmen işleri bitmemiş fakat yine de eve son kez bakacağını eklemiş. avrupa uzay ajansında astronot, büyüyünce astronot olacağım deyip bunu gerçekleştiren mert bir adam belli ki. sorumluluğunun farkında, işleri yetiştirme telaşında.

peki ben? bir astronottan çok daha uzaktayım ve dünya'da, bir bilgisayarın başında bıraktığım bedenime bakıyorum. yetiştirecek işlerim var, yankıyı engellesin diye konferans salonlarının duvarlarına kumaş uygulaması çizmek zorundayım ama yapamıyorum, biraz yapıp geri çıkıyorum ve aynı sayfaya geri dönmesi epey zamanımı alıyor. japonların su gibi aziz mimarisinden sonra, tuhaf girintilerin çıkıntılarla seviştiği bir projeye zerre kadar inanmıyorum fakat para gerçeği var. bununla bağıntılı olarak kira, fatura ve kredi geri ödemesi gerçekleri de var. hayatın gerçeklerinden oluşan ilk onbir gerçekten çok güçlü, ancak yazarak kafa tuttuğumu sanıyorum. birisi uzaydaki son gününü geçirirken, ben uzanır gibi oturduğum ofis koltuğumdan yine yazı yazıyorum.



oyuncak gibi

her zamanki gibi başlaması için her zamanki hareketleri yaptığım bir gün, benden bağımsız parametreler sayesinde biraz farklı ve eğlenceli başladı. yolun kenarında otobüs bekleyip beatles dinlerken bir taksi yaklaştı ve camı indirdi. filmlerden öğrendiğim kadarıyla kafamı pencereden sokmadan "hayırdır" bakışı attım. adam antalya'ya yolcu almaya gittiğini, on kağıda beni götürebileceğini söyledi. ne zaman geleceği belli olmayan ama dolu geleceğine emin olduğum bir otobüste şanslıysam bir tabure şanslı değilsem de bana gözlerini dikecek bir horoz bulacak ve yol boyu onun gözlerine bakmamaya çalışacaktım.

taksiye atladım. genç bir adamdı ve kim bilir ne hikayesi vardı. onu sabahın altısında yolcu almaya kadar götüren şeyler neydi, belki de hiç bilemeyecektim. neyse ki insanlara "bana hayatını anlat, ne olursa olsun biraz bahset" motivasyonu sağlayan bir varlığım var. daha beşinci kilometrede adamın beden eğitimi öğretmeni olduğunu fakat bir türlü atanamadığı için taksiciliğe başladığını öğrenmiştim. sigara içmekten dudakları kararmış bu adam zamanında iyi koşar ve il çapında dereceye girermiş. öğretmenliği bir türlü kapamayınca masör olmuş. yıllarca otellerde masör olarak çalışıp envai çeşit milletten dilberin günahına girmiş. tek isteği zengin bir tanesini bulup hayatını kurtarmakmış ama tüm arkadaşları buna muvaffak olmuşken o bir türlü turnayı gözünden vuramamış. yüzde on komisyon aldığı masaj işi de sadece altı aylık olduğundan, kışın da yapacak bir iş aradıktan sonra taksicilikte karar kılmış. genelde pavyonlardaki kadınları evlerinden alma-kuaföre götürme-kuaförden pavyona getirme-pavyondan da tekrar eve döngüsünde çalışıyormuş. 

taksinin borçlarını kapattıktan sonra biraz para biriktirip kendi masaj salonunu açmak istediğini söylediğinde uykuyla uyanıklık arasındaki o bilinmeyen bölgedeydim. denizin üzerinden yükselen güneş yüzümü yakıyordu ve yorgundum. bir an önce akşam olmasını ve yatağıma kıvrılıp uzun bir uyku çekmeyi istiyordum. güllü "oyuncak gibi" şarkısını seslendiriyor ve kalın sesin üzerine yaptığı tiz kayıtla çiftegüllü bir ambiyans yaratıyordu. şarkı tahmin edilemeyecek kadar berbattı fakat az kalmıştı, bir saat sonra antalya şehir merkezine girdik. günün birinde masaj yaptığı zengin bir kadınla evleneceğine inanan taksiciye veda edip otobüse bindim. olması gerekenden yarım saat önce ofisin önündeydim ve açtım. adını "winterfell" koyduğum evime gidip mikrofalga fırında küçük ve sevimli atıştırmalıklar hazırladım. bir dilim ekmeğin üzerine terayağı, peynir ve domates koyduktan sonra bunları üç dakika bekletmek büyüleyici olabiliyor.

yeni bir hafta başlamıştı. fenerbahçe şampiyon olmuş, miami ve dallas da finalde karşılaşmak için bir adım daha atmışlardı. yaklaşık on iki saat önce olimpos sahilinde tuborg gold içip rüzgara ruhumu teslim etmişken, birkaç dakika sonra haftamın 5.5 gününü alan mesai tanrısına kendimi kurban edecektim. 

elindeyim işte oyuncak gibi diye mırıldanıp işime yürüdüm. 


21 Mayıs 2011 Cumartesi

hepsi bu

japonların dar alanda yarattıkları sonsuz varyasyonlar beni uzun zamandır etkilemekteydi fakat mimarlık serüveninde mesafe katettikçe adamların ne yapmaya çalıştıklarını yeni yeni anlamaya başlıyorum. sonuna izm getirip bir akım yaratmak değil bu adamların derdi, fazlalıkların tek bir zerresini bile mekana sokmamak. geometriye sadık kalmak, oyalanmamak, fikirleri eğip bükmeden olduğu gibi ortaya çıkarmak. plan ve kesitini çizmesi en fazla bir saat alacak bir projeye bir ömür harcamak. bizde durum tam tersi, birkaç günde çıkan ve parsele uydurmak için sağından solundan çekiştirilmiş eklektik sarayların tuhaf detaylarıyla haftalarca uğraşıyoruz. tasarım için zaman yok, bir an önce çizip vermek lazım. duvarın beş derecelik açısı sadece otelin dışındaki yolun bir getirisi. tavırsız, ifadesiz. bir de biraz önce bulduğum projeye bakıyorum, dönüp dolaşıp tekrar içinde kayboluyorum. plan-kesit her şeyi anlatıyor, sadelik mekanın içinde dolaşıp önündeki yeşil hattın üzerinde uzanıyor. ağır tahrik ve yüksek dozda erotizm var. yapacak bir şey yok.










love at first sight

her cumartesi mimarlık günü yapayım ve buraya beni kışkırtan, yerlere fırlatıp üzerimde tepinen ve ofisi havaya uçurup başka ülkelere saf mimarlık yapmaya gitmek için cesaret veren projeleri taşıyayım. bu da hafta sonu evi olarak düzenlenmiş new york'ta. böyle bir evim olsaydı, tüm günlerimi cumartesi-pazar yapar ve evden çıkmazdım. şu oranların güzelliğine, çizgilerin keskinliğine ve yüksek tavanın beyaz duvarlarla bir olup insanın içine doldurduğu taze nefese de bak hele. her şey amacına hizmet etmekten daha fazlasını üstlenmemiş, saçmasapan yükün altına girip hedefinden sapmamış. bütün iç mekenlar birbiriyle strüktürel ve görsel olarak bağlanmış, ortaya da hafta içlerine lanet okutacak bir hafta sonu evi çıkmış. yalarım. bu nasıl berbat eleştiridir vre kefere!


                      Mako House in New York by Bates Masi Home

                      Mako House in New York by Bates Masi Home

                      Mako House in New York by Bates Masi Home

                      Mako House in New York by Bates Masi Home

archisexual

beni ancak bir mimari yapıt kışkırtabiliyor, o yüzden archisexual olduğumu ve bu kavramı biraz önce bulduğumu söyleyebilirim. güzel bir kadına bakarım geçer, arabalardan da pek hoşlanmam fakat bu eve günlerdir dönüp bakıyor ve ruhani bir aşk duyuyorum. birimler arasındaki eşitlik, çevreye karşı net bir tavır, güçlü bir ifade, küplerle ayrılmış işlevler, gereksiz tek bir detayının olmaması ve "ben buyum ve bundan sonra da bu olmaya devam edeceğim" ifadesine vuruldum. bu evin karşısında uzanmak, ona bakmak, uyandığımda onu görmek ve yatmadan önce de etrafında biraz dolaşmak istiyorum. ağır tahrik var. 






saturday day fever

bırak bir şeyler çizebilmeyi koltuğun üzerinde bile duramıyor sürekli aşağıya kayıyorum. altımda ofis koltuğu değil bilyeli denilen ilkel araç var sanki, bir tepeden iniyorum. evet yine bir cumartesi kaybının ilk saatlerinde, öğleden sonraki özgürlüğümün beklentisindeyim. hava oldukça güneşli ve parlak, krem rengi stor perdelerin yanından sızan güneş odayı hem aydınlatıyor hem de ısıtıyor. üzerinde "born to be lazy" yazan siyah tişörtümle, geçerken bir uğrayanlar dernek başkanı gibi oturuyorum. kapıya bağladığım bir atım olsa pencereden atlardım fakat o da yok.

eve bir an önce ulaşmam ve ingiltere'den gelen küçük prens kuzeni görmem lazım. öyle bir oğlum olacağını bilsem bir haftaya kalmaz evlenir, seneye bugün de küçük bir kaplumbağa gibi hareket eden minyatür halimi göğsümde yatırırdım ama bu işlerin belli bir garantisi yok. bazı bebekler görüyorum ve baba olmayı önümüzdeki elli sene erteliyorum. ama oğluş farklı, akıcı ingilizcesi ve yeni yeni öğrenmeye başladığı fransızcasıyla, dilinin pek dönmediği ve sona gelen ekleri pek kavrayamadığı türkçesiyle senede iki haftalığına hayatımıza damga vuruyor. 2006 doğumlu olması bile komik geliyor. 2006 ne lan? star wars jargonuna hakim, kendisini luke skywalker zannediyor. şimdi sokaktan on yedi yaşında ağzı yüzü orantısız şişmiş bir ergen çevirsem, kimdir lan luke desem "nö bölöyüm bön yoo" diye geveleyecek, cumartesi çalışmanın verdiği gazapla onu orada yok edeceğim. ışın kılıcım zıvv zıvv diye sesler çıkartırken hıncımı lara'nın parklarından, bahçelerinden ve disiplinli apartman yöneticilerinden çıkaracağım.

dün akşam yöneticiyle ilk karşılaşma meydana geldi. istediğim gibi bir basket topunu sonunda bulmuş ve bunu kutlamak için de eker yayık ayran almıştım. eve uğramadan önce basket sahasının yanından geçmiş ve altı kotlu, üstü etli, ayağı kunduralı  adamları basket sahasında sağa sola koşturuyor görünce basket oynamak için doğru zamanın henüz gelmediğini anlamıştım. belki sabahları, işe gelmeden önce oynamalı, duşumu aldıktan sonra da tezgahın üzerinde bekleyen helva gibi akşamı getirmeliydim. akşam üstü apaçisi belli ki azalmayacaktı. 

elimde basket topu ve ayranla eve doğru giderken, birkaç dakika önce tıraş olmuşçasına parlak ciltli, hitabeti kuvvetli ve emekli olduktan sonra liderliğe soyunan o adam karşıma çıktı. posta kutumun anahtarını verdikten sonra bölgenin altyapı sorunlarını, belediyenin duyarsızlığını, kat mülkiyetini, drenajı, yağmurda biriken suları, sitenin güvenliğini ve kamera kayıtlarının yirmi gün süreyle muhafaza edildiğini anlattı. thy'den emekli olmuştu ve anlattığına göre pistlerin yağmur tahliye sistemi çok iyi olduğundan hiç problem yaşamamıştı. hayatının geri kalanında sitesini, siteler olimpiyatında birinci yapmaya çalışacaktı. anlattı, gülümseyerek ve dediklerinin çok az bir kısmını duyarak dinledim. bolca hak verdim, belediyeyi kötüledim, rant kavgasından dem vurup "artık çocuk değiliz, akşama kadar bunlarla uğraşıyoruz tıraşovski" demeye getirdim. 

eve girdikten sonra öğlenden çözülmesi için bıraktığım tavuğa baktım, fena gözükmüyordu. televizyonum ise kafayı biraz öne eğmiş gibiydi, gittim alnından iteleyip dengeye getirdim. birkaç masa şarttı, ev tam anlamıyla eve dönüşmemişti. çalışma masası da bulmalı ve zemin katlarda yaşayan mimarlar arasında en iyisi ben olmalıydım. aniden hırslanıp göğsümü yumruklamaya başlarken bir bardak ayran içtim, yarım saat sonra içimdeki ateşten eser kalmamıştı. oturdum game of thrones'un dillere destan beşinci bölümünü izledim. kılıçları ve atları vardı, benim ise tezgahın üzerindeki tavuktan başka hayvanım yoktu. tavuğu yerken belgesel, domatesi doğrarken de lady gaga izledim. adını feriha koydum'un sinir hastası şakirt halil'ine biraz bakıp yüreğimi dağladıktan sonra da kahveyle bilgisayarım karşısına geçtim.

uyandığımda cumartesiye varmıştım, ofise gelmeli ve biraz bekledikten sonra da çekip gitmeliydim. beklerken bari yazı yazayım dedim, ahanda yazdım.






wings of summer

bir yarım şu an olimpos sahilinde uzanmış ve yıldızlara bakıyor, başı hafiften dönerken de eudemos'un hayaleti hemen sağda yükselen kalenin surlarına dikilmiş ufku tarıyor. yıldızlar ve atmosfere girerken parçalanan göktaşları hemen üzerinde, dalgaların belli belirsiz sesleri ağaçların arasında kayboluyor. bir gece daha başlarken mitolojik kentte, istanbul'daki kadar olmasa da kendimi eksik hissediyorum. tamamlanmışlık hissi ancak olimpos'tayken yanıma geliyor ve asırlardır süren serüvenin bir parçası olduğumu ancak o zaman anlıyorum. daha önce de oradaydım, daha sonra da olacağım. bundan yüzyıl sonra sen yaşamazken, ben yeniden antik yoldan ve nekropolün kenarından geçeceğim. phaselis'e yağmur taşıyan rüzgarlar, çıralı'daki dar boğazdan geçip yüzümü okşayacak, bir yıldız daha kayarken bir daha yaşamayı dileyeceğim.

çok uzun zaman sonra gece başladığım ilk yazı bu, birkaç fincan kahve ve klasik gitarın ağırlığını verdiği müzikle birlikte gündüzün gürültülü atmosferinden ve ayak seslerinden arındım. araç çubuğunda autocad simgesi yok, telefonun da çalmayacağına eminim. empyrium-when shadows grow longer ile gecenin derinliğini arttırırken sol omzumdan gelen hafif ışık bilgisayar ekranında sönümleniyor. sol omzumdaki melek hafiften uyuklarken, sağ omzumdaki de yazdıklarımı okuyor. günahları yazanın hangisi olduğunu bile bilmiyorum çünkü bu aralar pek günah işlemiyorum. hafta sonuna odaklanan bir gezginim, cumartesi öğleden sonra yola çıkıyor ve pazartesi sabah ofise geri dönüyorum. bu sayılı saatlerde mutlaka yolum olimpos'a düşüyor, kaleye çıkıp bir hayalet gibi aşağıya bakıyorum. daha yükseğe, bir kartalın yaşamaktan mutlu olacağı bir kaya sırtına çok yakında çıkacağım. belki kendi mezarımla karşılaşırım orada, kendimin sonraki hayatlarına bıraktığım bir sembol hemen lahtimin alnında yer alır. mezarın etrafında dolaşıp gölgesinde biraz oturduktan sonra geri inerim. daha önce defalarca ölmüş olduğumun bilinciyle sahilde tekrar uzanırım. 

çemberi tamamlamış olmanın bilinciyle gözlerimi açarım, bir bakarım ki daha sahile gelmeme saatler var; evimde oturmuş bunun yazısını beyaz ve parlak bir ekrana yazıyorum. zaman mekan önümde diz çökmüşken, adil bir kral gibi kılıcımla onları kutsuyorum.



19 Mayıs 2011 Perşembe

i don't have a clue

bira, bulaşıklık ve basket topu almak için çıktığım seferden sadece biralarla dönebildim ve üçüncü biradayken bunu sorun etmiyorum. şimdiye kadar yapılmış en iyi bulaşıklığı alacağım, winrar gibi olacak; bir sürü ıvır zıvırı o kadar iyi sıkıştıracak ki tezgah derli toplu görünecek. basket topu için ise net bir fikrim yok, sadece siyah olursa geceleri oynayamam. top ararken, hidrolik potalara bakıp kendimden geçmem ise gelecekteki bir yazının konusu olsun. hayalimdeki eve her gün bir şeyler ekliyor ve buna rağmen "less is more" ilkesine bağlı kalmaya çalışıyorum. hayat bana zor, flavio briatore'ye güzel. cehenneme gitsin bari, sonsuza kadar yanarsa ancak dengeye ulaşır pezevenk. benim ise gidecek yerim yok, cehennem için fazla masum; cennet için fazla kötüyüm. 

içtikten sonra acıkırım diye buzluktan rastgele üç paket çıkardım, ancak eriyince ne halt olduklarını anlayabileceğim. umarım birisi çorba, diğeri tavukla ilgili bir şey, sonuncusu da sebzeli bir şeydir. çözülmeleri için tezgahın üzerine dizdim, biraz hızlı çözülmeleri için de hepsine sırayla hakaret ettim. hepsi tek maddeye dönüşmüş, mikrodalga bunlara gerçek kimliklerini verecektir. öğlen yemeği yemediğim halde aç değilim, 19 mayıs mesaisini hiç yaşamamış gibi kabul ediyorum. bugün hiç kalkmadım, hiç işe gitmedim ve hiçbir şey yapmadım. o kadar faydasız bir gündü ki, çıktıktan sonra eve dönmek yerine biraz dışarıda dolaştım. mudo concept'e gidip aynalara baktım, en pahalısında bile tipim değişmiyordu. binlerce liralık ayna bile benim küçük banyomdaki küçük aynayla aynı gösteriyordu. makinelerin değil de insanların kusurlu elleriyle çizdiği desenli tabaklar haliyle biraz daha pahalıydı, düz olan hiçbir şey yoktu; her şey kıvrılmaya ve etiketteki fiyatını hak etmeye çalışıyordu. tüm katları dolaştım ve biraz sonra oynayacağım süper lotonun çıkması halinde alacağım "waterfall" kitaplığı gözüme kestirdim. tasarımcılar çığrından çıkmıştı, kontrolsüz doğum yapar gibi her yere ürün çıkartmışlardı. 

mudo'dan çıkıp loto oynamaya gittim, son haftalarda çıkan sayıların birbirine benzemesi bana ilham verdi ve 15 18 41 ağırlıklı beş kolon doldurdum. beş milyon lirayı geçecek bir ikramiyeden bahsediliyordu ve o paraya alacak hiçbir şeyim yoktu. belki salona karşılıklı bakan iki dev ayna yerleştirir ve sonsuz görüntülerimle sonsuza kadar bira içerdim. işi bırakır ve dünya'yı dolaşmaya başlayıp fotoğraf çekerdim. mimar olmak için iyi para harcar ve sonra da bir köşesinde basketbol sahası olan evi inşa etmek uygun arazi arardım. 

insanlar her zamanki cıvıl cıvıldı ve görünüşe bakılırsa tatile gelmişlerdi. denizden çıkıp alışveriş yapmaya gelen kirpiği tuzlular, dekolteliler, yanık tenler, kısa şortlular arasında paniğe kapılmadan yürüyüp bulaşıklık aradım. herkesin tatilde olduğu bir günde ben akşama kadar bir ofiste ne yaptığımı pek anlamadan oturmuştum. yıllardır en sevdiğim ve içmemek için kendimi zor tuttuğum shauma karışık meyveli şampuan ve yanında bir sürü ıvır zıvırla avm'den çıktım. bira almalı ve evdeki ilk içkimi artık içmeliydim.

şansım yaver gitti ve eve metreler kala tuborg gold buldum. altın damarı bulan altın dişli madenciler bile benim kadar mutlu değildir, yeteri sayıda şişeyi kucakladığım gibi kasaya gittim. perşembeleri kurulan semt pazarının içinden umarsızca geçip eve geldim.

dördünü dolaba yerleştirdim, birisini de yanıma aldım. şişemi tarihteki tüm hallerime ve boynumun ağrısına kaldırdım. bunu hak etmiştim.


3b

bir an önce almam gerekenler listemin ilk üç sırasında bira, basketbol topu ve bulaşıklık var. birayı hemen bu akşam içmek, basketbol topunu tek yöne bakmaktan çelikleşen boynumu gevşetmek için baskete başlamak, bulaşıklığı ise bulaşık yıkadıktan sonra elimdeki tabağı nereye koyacağımı daha fazla düşünmemek için istiyorum. sanki a ile başlayan şeyleri almışım da sıra b'ye geçmiş gibi. bunlardan sonra ceviz, cezve ve cankan alacağım. cankan set sanırım, tek tek vermiyorlar. o imajla hesap gününde tanrıyı bile çileden çıkaracaklardan haberleri yok, anı yaşıyorlar. yaşasınlar. ben birayı içtikten sonra baskete gideyim, eve geri geldikten sonra da bulaşıkları yıkayayım yeter. 

bunun dışında pek bir önceliğim yok, koltuğun üzerine sabitlediğim televizyon biraz daha bu şekilde idare edebilir. hafif öne doğru eğilmesi gerilimi tırmandırıyor ve evin salonunu "zor ölüm" setine çeviriyor. umarım, ben ona bir sehpa almadan önce düşmez. günün birinde düşecek olursa da evde olmak yerine o sırada ofiste kuzeyden gelen bir patlama sesine "hımm" diye kulak kabarttıktan sonra yazı yazmaya devam ederim. tezgahla duvarın birleşim yerine yasladığım porselen tabaklar beni daha fazla tedirgin ediyor. ıslak olunca gerçekten laf anlamıyorlar, en azından televizyonda böyle bir problem yok. 1996 avrupa şampiyonası için aldığımız ve o zamanlar bana devasa gelen 55 ekran televizyon, geçen sene teşrif eden lcd televizyondan sonra evin ücra köşesine atılmış ve tekrar başrol oynayacağı günlerin özlemiyle benim eve çıkmamı beklemişti. başrolü sonunda geri aldı ama bir koltukta dururken, biraz sonra gidecek misafirmiş gibi gözüküyor. ona da bir çare buluruz artık. tabakların güvenli durması daha önemli.

evin ölçülerini alıp bilgisayarda modelledikten sonra, aklıma gelen fikirleri önce sanal ortamda görmek ve aklıma yatarsa da bunları gerçekleştirmek niyetindeyim. dev bir olimpos posteri, odayı sanayi mahallesindeki lahmacuncuların manzara kaplı atmosferine mi çevirir yoksa istediğim ferahlığı mı verir bilemiyorum. zeminin damalı olması, üst kısımlarda alabildiğine sade olmayı gerektiriyor. yeni bulduğum bir tasarım sitesi de beni günaşırı kışkırtıyor ve günün birinde sıfırdan kendi evimi yaparken bundan epey keyif alacağımı söylüyor.

doğru mesleği seçtim fakat yanlış işteyim. net köşeler, sadelik ve özgünlük peşinde koşmak yerine; motiflerin, parsele uydurmaya çalışırken ortaya çıkan tuhaf açıların, kıvrımların ve detay karmaşının içinde boğuluyorum. çok geç olmadan meslek-iş ikilisini tutturmanın özlemiyle yaşıyorum işte, illa ofis açtıracaklar adama. delirtecekler beni.

bira, bulaşıklık, basket topu ve basit çözümler. hepsi bu.


buğday tarlasında çocuklar

son iki gündür dizginlediğim bira içme isteği, bugün gençlik bayramı olması ve istatistiklere bakılırsa benim de bu gençlik furyasının hala bir parçası olarak gözükmem nedeniyle iyice harlandı. artık yüreğimin götürdüğü yere bugün gideceğim ve sarın bana bunları diye bir kucak birayı kasaya bırakacağım. içimdeki şeytanın bile "yeter artık içme" diye beni sakinleştirmeye çalıştığı görkemli yıllardan sonra, tepesi kelleşmiş cizvit  rahipleri gibi yaşamaya alışmak biraz zorluyor. hem akşama helsinki jaro ile oynuyor ve helsinki kenetlenmiş durumda. dayı tarafından helsinkili olduğumdan bu akşamı boş geçmek olmaz, hep destek tam destek.

şaka bir yana, milli bayramda çalışmak ya da ofise gelmek kadar motivasyon kaybı bir şey de yokmuş. autocadi açtıktan sonra o gül cemaline bile bakmadım, ha ali demir ha kesitler. ikisi de aynı benim için. bir de duvardan boylu boyunca geçen led aydınlatmalar var ki, böyle bir yere girsem anında dönerek kusmaya başlarım; şimdi ekmek ve bira parası için böyle şeyler çizmek zorundayım. ekmek ve bira dedim de, ulan buğdayı bir yerden bulsam çalışmaya gerek kalmayacak resmen; ben hala ortalıkta dolaşıyorum. buğdayı yetiştirip reaktörü de bir şekilde kurarsam, sabahları taş fırın ekmeğini yedikten sonra içmeye başlarım. devlet memurluğundan istifa eden  iskoç kralı dostum birinci willy de gelir, akşama kadar pes atarız. ekin biçer, orakla birbirimizi kovalarız. elimizde orağı gören azrail de geri kaçar, sonsuza dek bir buğday tarlasında, yüzde yüz malt ile yaşarız. 


on lira at da buğday yetiştirek panpa!

18 Mayıs 2011 Çarşamba

come into me

odanın bir yanında devam eden metraj hesaplamalarının antalya havasahasını bile kara bulutlarla kapladığı bir çarşambadayım. sevdiğim bir gri var dışarıda, sanki bir stüdyonun gümüş bir fonu inmiş her yere. binalar ve ağaçlar sonradan eklenmiş gibi duruyor. tahminime göre bugün, son iki günkü kadar çok işim yok. aklımı dolaşmaya çıkarabilirim, sürekli içeride tıkıldığı zaman agresifleşiyor.

kurt cobain'in şimdiye kadar hiç yayınlamamış şarkısı "come into me"yi dinleyip, doksanların başındaki insanların günlük hayatından oluşan klibini izlediğim bir rüyanın ardından sabaha karşı uyandım. şarkı basit ve etkiliydi, melodisi biraz "comes as you are" biraz da "you know you're right". doksanların başındaki kabarık saçlı gençlere baktım, nirvana'dan yeni bir şarkı daha duyduğuma sevindim ve kronik sırt ağrılarıyla bir süre yaşayan kurt cobain'in gitmesinden on yedi yıl sonra, boyun ağrısıyla yataktan kalktım. sürekli bilgisayara bakmak bir gün kafamı yerinden koparacak, kafayı diyet olarak ödeyip sadece gövdeyle dışarıya çıkmaya çalışacağım. evi bulabilirim, dolaptaki stokları bitirinceye kadar evde yaşayabilirim de yemekleri nasıl çiğneyeceğim, dişler ofiste kaldı? müzik dinleyip film de izleyemem, tüm gerekli ekipmanlar kafada toplanmış. boyun ağrısı çeken bir boyun ve üzerinde iyi kötü bir kafa olması, hiçbir şeyin olmamasından iyidir. belki baskete başlayıp sabahları da koşarsam düzelebilirm.

autocad ile bir şeyleri düzeltmekten nasıl bıktım anlatamam, çizgileri çekiştirip bir yerlere ekliyorsun, klavyeye komutlar girip saatlerce uğraşıyorsun ve günün sonunda gittiğin mesafe çok az. çünkü yine değişebiliyor, boynun ciyaklayana kadar çizimi toparlamaya çalışıyorsun. profesyonel bir çalışma ortamında olmadığım için de, neyi ne kadar yapmam gerektiğini kestiremiyorum. bir gün kapı detayı, diğer gün konferans salonuna pano. ölçekler arasında dolmuşçuluk yapıyorum.

bugün de beklediğim kadar sakin geçmeyecek, bir şekilde akşama ulaştıktan sonra da adana demirspor ardından da porto-braga avrupa kupası finalini izleyeceğim. gece yarısı da chicago-miami batı finali ikinci maçı var. ekranın karşısında yaşayan bir canlı olarak hafta sonuna ilerleyeceğim.





17 Mayıs 2011 Salı

sail to the moon

yazmaya ara verince geri dönme hevesi de pek kalmıyor, aklımın köşesinde biriktirdiklerimin üzerine yeni şeyler geliyor ve öncekiler kayboluyor; ta ki ben onları aklımın dehlizlerinde buluncaya dek.

nereden başlasam değil de nereden devam etsem diye düşünüyorum, hem nerede kalmıştım ki? bu yazıyı önemli kılan, evimde yazdığım ilk yazı olması. interneti cumartesi günü bağlatmama rağmen eve dönmem salı gününü buldu. üç gündür ana karargahta yatıyor ve bunun iki günü sabah 5.30'da kalktıktan sonra işime perişan sokak köpekleri gibi geliyorum. toplantı ve konferans salonlarının planlarıyla boğuştuğum ve bu saatten sonra artık mecbur olduğum işimde de  bir şey yazma isteğinin zerresi olmuyor. planlar yetişmeli, değişiklikleri kesite de işlemeliyim. bakalım, mimarlık pratiğinden bahsedemeyiz ama kirayı da pratikle değil parayla, krediyi de yaklaşımla değil yine parayla ödüyorum. öyle enfes bir sistem kurmuşlar ki ecnebiler, paran oldu mu gerisini diğer insanlar hallediyor. evini koruyup arabanı yıkıyorlar, en güzel yemekleri önüne getiriyorlar, en büyük televizyonu sana verip bir de mutlulukla gülümsüyorlar.

radiohead'in sail to the moon'u ile başladıktan sonra haggard-in a fullmoon procession ile devam ediyorum. binlerce şarkılık listeme ve kulaklıksız müzik dinleme özgürlüğüme kavuştuğum için biraz önce aynadaki aksimle karşılıklı gülüşüp aynı anda göz kırptık. dolapta annemin yapıp dün gönderdiği yemekler, nba tv, artık ustası olduğum mikrodalga ile tek başınalığımın engin coğrafyasında hükümdarlığımı ilan ettikten sonra, aynadaki aksimle aynı anda kılıç kaldırdım. aylardır akşamları yazı yazmıyordum, özlemişim. gün içinin debdebesinden arınmış bir zemin katı burası, ses yok. sitenin çocukları da babalarıyla birlikte evlerine döndü. ışıklar yanıp sönerken, ben yıllar önce ikea'dan aldığım köşe lambamı yakmış durum değerlendirmesi yapıyorum.

başka bir yazıda uzun uzun bahsetmek istediğim yarı ingiliz kuzenim dün itibariyle ülke sınırlarına bir çanta oyuncakla girdi ve beni görür görmez "laaan camokaaa" diye bağırdı. türkçe'si o kadar kırık dökük ki, o konuşurken gülmemek için kendimi zor tutuyorum. özellikle eklerde çuvallıyor ama tadına doyum olmaz. sitenin çocuk parkına götürdüm, kaydırağı görünce kendinden geçti. gün boyu güneşin altında develer gibi beklerken ısınan demir kaydırağa temas eder etmez "ovvv" diye zıplaması ağzıma kulaklarıma dek çekti, orada bıraktı.

mesainin bitmesine bir buçuk saat varken, ofise geri dönmek yerine bastım eve gittim. muhabbet kuşu gibi ingilizce konuşan küçük kuzen ingiltere'den gelmişken çalışamazdım. bir sonraki gün telafi ederdim, hem zaten patronun da ortalıkta göründüğü yoktu.

mayıs ayı, geleneksel toplanma festivaline bir kez daha ev sahipliği yapıyor. öyle ki dün evde boş oda yoktu, ağzına kadar dolu bir pansiyon gibiydik. akşam yemeği çift masada ancak yeniyor ve bir gördüğümü birkaç saat göremiyordum. oğluş, karaip korsanlarının oyuncaklarıyla bir savaşa tutuşmuşken dedem de bir köşede sakince yemeğini yiyordu. master chief annem her yere yetişirken, ingiliz yengem de sütlü çayını hazırlayıp kraliyet geleneğini devam ettiriyordu. oğluşun yanında uyuyakalarak kalabalık bir ailenin tüm mutluluğuyla bir pazartesinden daha kurtuldum.

bir gün kalabalık, bir gün de yalnızlık. belki de en iyisi bu. siyahtan beyaza giden bir sürü gri ton, bir sürü basamak. bazısında fazla zaman geçiriyor, bazısının üzerinden de birkaç saniye geçiyorum. dolunayın sponsorluğunda bir geceye ilerliyorum, fazla geç yatmamam lazım. gece dörtte dallas-oklahoma maçı var, televizyonun karşısına koltuğu çekip üzerime de bir pike aldıktan sonra uyumama mücadelesiyle sabahı getireceğim, elimde bir bardak kola ve diğerinde kumanda. aynen eski günlerdeki gibi esteban, aynen eski günlerdeki gibi.

yine türlü tarifi gibi gelişen bu yazı bitsin, artık herhangi bir konuya odaklanabileceğim geceler başlıyor; hatta kalın. imkan varsa radiohead-sail to the moon dinleyin, yoksa da kafayı pencereden çıkarıp dolunaya bakın. hava bulutluysa da iki bira alın, bira yoksa da pencere var; kendinizi aşağıya atın ne bileyim.


12 Mayıs 2011 Perşembe

mikrodalga günlükleri

mikrodalga fırınım "hal9000" e yavaştan ısınmaya başladım, iyi anlaşıyoruz. evi uçuracakmış gibi hareketlerde bulunmuyor, ben de onu içine metal zımbırtılar koyarak kışkırtmıyorum. sabah, çiçek ekmeğin her bir yaprağı arasına tereyağı, kaşar ve domates koyduktan sonra dört dakikaya ayarladım ve sonuç gerçekten baştan çıkarıcıydı. kaşarlar, domateslerin üzerinde erimiş ve son zamanların en görkemli kahvaltısını önüme getirmişti. tek başıma yaşadığım evimde mutlu olmaya başlamıştım, gece yağan yağmurun topraktan çıkan kokusu açık penceremden içeri girerken, bergamotlu çayım hayatın sandığımdan daha güzel olduğunu ve cümleyi bir an önce bitirmezsem elime yüzüme bulaştıracağımı söylüyordu. bir yengeçtim ve artık bir de kabuğum vardı. bee gees'ten i started a joke dinleyip yemek yapabiliyor, daha doğrusu annemin hazırladıklarını ısıtabiliyordum. en fazla dört dakikada sıcak yemeğe ulaşabilmek garip geliyordu. tek yapmam gereken, işime kendime vermek ve burada kalıcı olmaktı. dünya'yı başkaları benim yerime gezerken, ben mikrodalganın içinde yavaşça dönen ekmeklere bakarak da iyi vakit geçirebiliyordum.

akşam yemeğinden sonra çayımı koyup bilgisayarımın karşısına, game of thrones izlemeye geçerken aklıma eski günler ve ev arkadaşım geldi. çay bağımlısıydı ve sadece yemekten sonra içilen çay keyfi için yemek yapardı, ders arasındaki çay için okula gelirdi, mola yerlerindeki demli çay için de otobüse binerdi. evimizde çayın altı hiç sönmezdi, sürekli kısık ateşle beslenen küçük bir ejderha gibiydi çaydanlık. bazen, fazla merhametsiz olduğumu ve insanları hayatımdan çıkarırken biraz daha düşünmem gerektiğini düşünüyorum. özel hayattan insan silerken geri dönüşüm kutusuna göndermiyor, shift-delete ile onu yok ediyorum. yalnız yaşamaya alıştığım için bunu çok da sorun ediyor değilim fakat yine de bu kadar kolay silip atmak olmuyor. asker arkadaşlarımda da aynı şey oldu, bir daha görüşmedim, görüşmeye de çalışmadım. bardaki arkadaşlarım, yurttaki arkadaşlarım derken; içine girip çıktığım mikrohabitatlar zamanla son buldu, sadece izlerini taşıdım. 

bugün ise sitenin hemen yanında semt pazarı kuruldu fakat bir şeye ihtiyacım yok. belki çilek alır ve yarım kilo çilek yedikten sonra meyvelerden pek hoşlanmadığımı düşünürüm. belki de köy mahsülü süzme yoğurt bulur, onunla haydari yaptıktan sonra da ilk haydari dansı yaparım kareli zeminde. 

kablonet almaya karar verdim, kampanyaya modem dahil değilmiş; modemi de hepsiburada'dan sipariş ettim. bakalım daha önceki online alışverişlerim gibi bu da dağdan döne döne inecek mi? kablonet için aradığım firmanın  bana sürekli daha pahalı kampanyayı satmaya çalışan civelek sesli pazarlamacısı beni epey yıldırsa da, iki yıllık taahhütlü ve ilk yılı yüzde elli indirimli enfes bir kampanyaya dühul ettim. hd box olmasa da olur, zaten 55 ekran tüplü var amk. lcd tv alacak parayı bulursam da, o parayla öküz alır, evin önüne bağlarım.

doğru zamanda doğru evi buldum, o yüzden keyfim yerinde; doğru zamanda doğru kişiyi bulursam da "benimle evlen natalie, çocuğumuzun adı mathilda olsun" derim. kabul ederse de, ona mikrodalga fırınımda çilekli turta yaparım.


11 Mayıs 2011 Çarşamba

don't panic

kapıyı açar açmaz, hemen karşıki duvarda dostane ve büyük harflerle "don't panic" yazısı görmek istiyorum. bu beni biraz daha sakinleştirecek ve her ne yaparsam yapayım, yaptığım şeylerin o kadar da acelesi olmadığına inandıracaktır.

dün akşam üstü otele son kez gittim ve birkaç parça eşyamı da alarak anahtarı şehabettin'e bıraktım. beş ayımı geçirdiğim odaya son kez bakarken, daha önce vedalaştığım odalar aklıma geldi. onları bir daha göremeyeceğimin farkındalığıyla küçük bir "vay be" demeyi severim. istanbul'daki evi zar zor boşaltıp eşyaları sağa sola gönderdikten sonra geride kalan duvarlara ve bir zamanlar posterlerimi astığım için duvarlarda kalan bant izlerine bakarak da bir iç çekmiştim. iki senede her şey değişmişti. beraber eve çıktığım arkadaşım gideli aylar olmuş, hemen kapıyı açar açmaz karşıma çıkan sevgilimin dev posteri de ayrılık sonrası yerini fight club'a bırakmıştı. kırmızı tuborg kutularından ördüğüm duvarı en sonunda kaldırıp ezdikten sonra çöpe atmıştım. şaşkın bir balık gibi evin içinde son kez dolaştıktan sonra da çekip gitmiştim. bir daha eve çıkmamaya kararlıydım, başıma bela edemezdim.

fakat insanın barınmak, çalışmak ve yeterince parası yoksa kira vermek zorunda kalan bir canlı olduğunu unutmuşum. ailemin yanında geçirdiğim uzun aylardan sonra bir işe girmem gerekiyordu. tuborg olsun dedim, olmadı. bir mimara uygun pozisyon yoktu. bir mimarlık ofisinde de mimara uygun pozisyon olamazdı. bir masanın başında gözlerini ekrana dikip akşama kadar aynı hareketlere bir şey çizmenin getirdiği boyun ve sırt ağrısı da yeterince uygun sayılmazdı. işler yetişmeyi beklerdi, bazen programlar cevap vermezdi.

işe girmemenin beşinci ayında artık bir eve çıkmanın vakti gelmişti. dört sene önce 900 liraya çıkılan bir ev yerine, 2011'de onun yarı fiyatına ev bulmak, pek gülmeyen yüzümü gevşetti, rahatlattı ve maslow'un efsanevi piramidinin ilk basamağında dikilirken, paniğe kapılmamam gerektiğini söyledi.

işte don't panic yazısı buradan geldi. duvarımın üzerine geçip ben bu evde yaşadığım müddetçe, işten gelip işe gittiğim günlerce bana yardımcı olmaya devam edecek. (baktım yazının biteceği yok, kısa kestim)



10 Mayıs 2011 Salı

tefriş

dün akşam saatlerinde koltuklar ve çift kişilik yatağın da teşrif etmesiyle ev, biraz daha eve benzemeye başladı. bir tencere yaprak sarması ve çeşitli böreklerle gelen annemin de bunda payı şüphesiz ki çok büyük. buzdolabının katlarında türlü besinler var, çekmeceler ise yemeğe dönüştürülebilecek hammaddeyle dolu ama benim aklımı en çok meşgul eden şey, duvarlara hangi fotoğrafları koyacağım. yatağımın karşısındaki duvarı olimpos kalesinden çektiğim ve photoshop'da oynadığım halde çok sevdiğim pencere fotoğrafıyla kaplayacağım. gece yatmadan önce eminim ki bana bir şeyler fısıldayacak ve rüyalarımı, kaptan eudemos'un güvertesine taşıyacaktır. antik zamanda bir gemici olduğumu ve olimpos'a sandığımdan çok daha önce geldiğimi söyleyecektir. bir önceki hayatlarımı aramak istiyorum ve bunun da yolu doğru izleri takip etmekten geçiyor. o yüzden ev tefrişi önemli. 

kareli zemine kareli koltuklar fazla geldi, geometri festivali yaşanıyor evde. koltuklara düz bir örtü alırsam bu bıktıran geometriyi biraz sakinleştirebilirim. alamazsam da zamanla, karelerle yaşayan yarı akıllı bir meczuba dönüşürüm. karelerden planlar çıkarır, onları aklımdan birleştiririm. grid sistemin üzerinde yaşar ve hep olmak istediğim gibi başka bir mimar olurum. uzun bir masanın etrafında saatlerce çalıştıktan sonra dünya geneli yarışmalara katılırım.

artık bir şeyleri bilmem lazım. yetenekli miyim değil miyim? içimdeki ateş yalancı bir esinti mi yoksa takip ettikçe harlanıp beni bir yerlere taşıyacak güçlü bir nefes mi? bir şeyleri başarabilecek kudrete sahip miyim, yoksa hayatımın sonuna kadar başkasından farkı olmayan bir yeşillik mi? iki farklı insan var sanki bedenimde, iyiyle kötünün kadim savaşı gibi çatışıyorlar her geçen gün. beceriksizin teki miyim, yoksa doğru şartlarda iz bırakacak bir insan mıym? bunları bilmek için uğraşmaya ve okumaya devam edeceğim. yeteneklerinin farkında olmadan ölen insanlardan olmak istemiyorum. neye yeteneğim olduğunu bilmem gerekiyor sadece.

eve internet bağlatıp bağlatmamak konusunda ise her gün fikrim değişiyor. internet beni bazen bir budalaya çeviriyor. şartlandırılmış maymunlar gibi belli periyotlarda belli düğmelere basıyorum. kendimden geçiyorum ve kendime geldiğimde gecenin bir yarısı olmuş oluyor. bir sonraki gün daha az uyurken de, melekelerim zarar görüyor. fakat bununla birlikte, yeni bir ipucunu uzak bir sitede bulabiliyor,  bir fotoğrafta kaybolabiliyorum. tamam, ofiste internet var ama iş ve başka odalarda çalışanlar da var. aklıma gelen birçok şey, ben yazmaya başlayamadan geri gidiyor. sürekli açık autocad penceresi, beni sorumluluğun dikenli değneğiyle dürtüyor. bana maaş veren bir ofiste de aklım tüm iplerini koparamıyor. bir de içtikten sonra yazmanın büyüsünü özlediğimden, interneti o yüzden istiyorum. interneti başka insanlarla değil kendimle tanışmak için kullanıyorum. sosyal medya şarampolden yuvarlansın.

ne tuhaf, aylar önce işe girmek-girmemek üzerine fikir yürütüyordum. işe girdim, barınma problemi üzerine düşündüm. otel günlüklerim beş ayı doldurdu, ev aramanın çilesini çekerken, küçük bir kelebeğin kanatları beni evin önüne götürdü. eve çıktım, eşyalar geldi. ilk yemeğimi yedim, ilk yağmuru karşıladım. şimdi de duvara gelecek posteri düşünüyorum. sanırım bu olacak, beni binlerce yıllık kapılardan geçirecek. sabahlara kadar kaptan eudemos'un güvertesinde maceradan maceraya koşacağım.