27 Eylül 2011 Salı

daha mutlu

monitöründen çıkan beyaz ışığın yarım yamalak aydınlattığı odasında kendisini karşısına alıp "güne kahveyle başladım" dedi. 

şarkıya mı eşlik ediyor yoksa bitmek bilmeyen günün z raporunu mu çıkarıyor belli değildi. 18 saat önce kendisine kahve yaptığını ve bilgisayarın başına geçtiğini hayal meyal hatırlıyordu. biraz okumuş, defterine birkaç şey karalamış, mahallesinde ağlayan çocuğa bağırmış, evde kulaklık aramış, rüzgara binmeye çalışmış ve akan saatler biraz yavaşlasın diye google'a "zamanı yavaşlatmak" yazıp aratmıştı. yapması gereken iş, yolu kapatıp arabaya bakan laftan anlamaz öküz sürüsü gibiydi. ne geliyordu, ne tamamen gidiyordu. milyarlarca insan varken dünyada, o işi onun yapması gerekiyordu. gereği buydu, hayatının gerekleri üzerine beyin cimnastiği yaparken istifa etmeyi etraflıca düşündü. başka bir yerde gireceği döngüden fazlasını getirmezdi istifa, her şeyi berbat ederdi.

midesinde duran iki litre kolanın vicdan azabını hissetti bu seferde, elini çıplak karnına götürdü ve hamilelerin çocuklarının tekmesini dinlemeye çalışması gibi kulak kabarttı koladan çocuğuna. uyumamak için geliştirdiği ölümcül bi stratejiydi damarlara kola yüklemesi yapmak. yurtta kalıp okula gittiği dönemlerde 2.5 litrelik kolayla çizim odasına girer, bitmiş çizimler ve saçma bakan gözler ile sabahın köründe çıkardı. discmanine pil, midesine kola dayanmazdı. 

cumartesi bitirmesi gereken işi, motivasyonsuzluktan, pazartesi sabahına giden trenin pazar gecesine bakan yarı sahasında ancak bitirmişti. memeli hayvandan çok, kümes hayvanı gibi davranıyor; son dakikaya kadar beklemek kuralını asla bırakmıyordu. 

"iyi halt ediyorsun, şimdi mutlu musun?" diye sordu kendine. bitirdiği çizimler yahut teslimler sonrası mutlu olmuyordu artık. ne ilk ne de son, mutlak değer olarak her şey aynıydı ve sıfıra tekabül ediyordu. bir şey başarmış değildi, bir şeyler kanıtlamış da. anlamsızlık okyanusunda sakince kulaç atıp, teklif dosyasını göndereceği simetri ve detay manyağı başka mimarın olası kaprisinde "siktir oradan" çekip çekemeyeceğini düşündü. mimar egosundan ve kendilerini dünyanın merkeze almalarına neden olan bencilliklerinden bir kez daha nefret ederken, kendisine başka bir meslek hayal etti. istifa ettiği gün, bir daha mimarlık yapmamak üzere çıkacaktı ofisten. bir daha çizim programlarının binlerce butonluk kontrol panellerine bakmayacak şekilde uzaklaşacaktı. santimetrenin hesabını yapan insanlarla aynı çatı altında buluşmayacak şekilde koşacaktı. kendisine dair ütopyalar uydurup, gerçekleşme olasılıklarını hesapladı. zerre uykusu yoktu, sabaha kadar yazmayı düşündü. aynı şeyleri yazdığı halde, yazmak bedenine dizilen sıcak taşlar gibiydi; rahatlatıyordu. çizmekten ve projelendirmekten çok daha zevkli, çok daha sonsuz ve çok daha az yorucuydu. 

"ağzım kuru, zihnim açık" deyip şarkıyı mırıldanmaya devam etti. "aşk bitti, aşk aptallıktı" kısmında sustu, ne diyeceğini bilmiyordu bu konu hakkında. aşk bitmişti ama aptallık mıydı? peki ya ara sıra girdiği pişmanlık krizlerine ne diyecekti? bu soruları cevaplamadan atladı, kendisiyle hesaplaşmaya korkuyordu.

içindeki öfkeyi ehlilleştirip yatağına yatırdı, sakin olmak ve akil tepkiler vermek istiyordu hayata. birçok şeyi yanlış yapıyor, zaman hızla akıp giderken kenarda bekliyor ve ayaklarına bakıyordu. "derken bir anda fark ettim, başka bir hayat yok ki" dedi şarkıdaki adam, yeni mi farkına varmıştı başka hayatın olmadığının? aklına eski sevgililerinden biriyle izmir fuar açıkhava'da gittiği mor ve ötesi konseri geldi. güzel ve akıllı bir kızdı, iki tane şişe biradan fazlasını içmez ve sesini hiç yükseltmezdi. güzel bir ismi vardı her zaman insanın karşısına çıkmayan. bir eylül zamanı olsa gerek, bir eski zaman. 25 temmuz'da yedikleri bir dondurmanın çubuğunu "eski eşyalar çantası"ndan çıkarıp baktı. çıkmaya başladıkları günü, tahta saplı magnum ile resmileştirmişlerdi. adlarının baş harfi ve o günün tarihi. "5 sene geçmiş bile" dedi. 25 temmuz, aynı zamanda anne ve babasının evlilik yıldönümü olduğundan gün içerisinde ilk defa gülümsedi. tesadüfleri pek severdi. gerçek üstü herhangi bir şeyi sevdiği kadar çalışmayı sevse belki her şey biraz daha farklı olabilirdi ama sevemedi bir türlü.

ironik şarkı "daha mutlu olamam" biterken, kendisi de tükenmişti. saat 04.00'e yaklaşırken, 4 saat sonra uyanacak olmasından nefret etti. geçtiğimiz haftalarda yükselişe geçen hayatı, tepe noktasında biraz durmuş ve düşmeye başlamıştı. kendisini okuyacak insanların boğulma sesleri kulaklarını cırmalamadı, okumak zorunda değillerdi ama kendisi bunu boğazına kadar yaşıyordu. gelecekteki kendine yazdığı mektupta başkasına göre pozisyon almak samimiyet damarlarına boyuna kesikler atardı, ihanet olurdu. umursamadı, yüzyıl başı genç mimar buhranlarını tanımlama serüveninde bir adım daha attı. 

daha mutlu olması imkan dahilinde değildi.


24 Eylül 2011 Cumartesi

tuborger 2.0

bir seneden fazla bir süredir zinhar değişmeyen blogun tasarımı, cumartesi işe geldiğim için üzerime gelen kara duvarların etkisiyle fazla boğucu geldi. ahşap deseninden arka fon, griler ve siyahlar derken bir baktım ki, kalbim sıkışıyor. renkleri açalım kaptan dedim ve biraz uğraşla sanki eskisinden de iyi oldu. dalın üzerindeki kırmızıyı değiştirip değiştirmemek konusunda kararsızım, belki yüzlerce kırmızı fotoğrafının uyum içerisinde bir mozaiği olur. belki de vesikalık fotoğrafımı koyarım. rölöveler sarmış dört bir yanımı, baktığım her yerde ölçün duruyor geldi aklıma lan şimdi; altın seri diye kafayı yemiş mimar albümleri mi çıkarsam acaba. 

o kadar boşa harcıyorum ki cumartesi öğleden öncelerimi, patron kısa bir süre beni izlese bir daha gelme lan diyecek. ne yapayım sermayenin köpeği mi olayım, başkası villada billurlarını serip havuza girenleri seyretsin diye omurgamı mı feda edeyim? zerresine inanmıyorum ve tüm samimiyetimle bu işi sadece para için yaptığımı söylüyorum. idealist değilim artık, umrumda bile değil. içimde yükselen sıkıntıyla blogun rengini açıyorum, saçlarım uzun olsaydı gider koyu kestaneye boyatırdım. saçlar kısa ve cinsiyet de erkek olunca, görünüşten kastım sadece blog oluyor. baktım yine beğenmedim tasarımı, kına yakarım banner diye. giren iğrenir, midesi bulandıktan sonra klavyesine, klavyesi yoksa da dokunmatik ekranına kusar artık. kaydı yayınladıktan sonra gerisi umrumda olmuyor.

hayır, şu saatte uyuyanlar ya da gazete okuyup kahvaltı yapanlar var. demek ki çok şart değil bu cumartesi çalışmak, bir manyağın teki çıkarmış zamanında, o zamandan beri içimde yükselen nefreti "sakin ol şampiyon" fısıltılarıyla yatıştırmaya, rengini açabileceğim bir şey varsa açmaya çalışıyorum. soğan kabuğu mu ne vardı bir de, tonu güzel. 


23 Eylül 2011 Cuma

back to red

üç kırmızı her zaman iyidir, ayıkken aklına gelmeyen şeyleri çok da sarhoş olmadan temize çekmene yardımcı olur. müzikler anlamına kavuşur, kafada dolaşan hikayeler biraz daha derinine iner. hikaye yazarak kirasını ödeyen ve birasına kavuşan, bu yüzden de işe artık gitmeyen fakat gün geçtikçe sağlığını kaybeden birisi üzerine ilk cümleleri savurmuştuk birkaç saat önce. şimdi bu adamın yazdığı hikayeyi de düşünmemiz ve ikinci katmana inmemiz lazım. yanılsamalar kitabı ya da inception, hangisi dersen de. demiryolu hikayecilerinden yola çıkmış bile diyebilirsin arkamdan, nerem önüm nerem arkam bilmiyorum yükümü alınca. gerçek olup olmadığımı ise beni güneşe tutarak anlayabilirsin, bira şişesi çıkarsa gerçeğimdir. 

böylelikle üç katmana ulaşıyoruz: 

1. benim şimdiki halim. onur. 28 yaşında, mimar. çalışmaktan pek hoşlanmıyor, canı sıkılmasın diye hikaye yazıyor. akşamları içiyor. 

2. içerken hikaye yazıyor; bu hikayenin kahramanı da onur, 28 yaşında ve o da mimar. fakat gerçek üstü öğeler: site sakinlerinin ona çaktırmadan tüm yazdıklarını okuması, apartman toplantılarında bundan bahsetmesi, hikaye işe yarar bir şeyse kiradan düşmesi ve ona bira alması falan.

3. içerken ne yazdığı. sitedeki insanların, onu bu kadar sevmesine neden olan kelimeler ve cümleler ne? oğlu ölen yaşlı kadından tut da mimarlık fakültesi öğrencisine dek herkesi etkileyen o dil hangisi, üslup? eşinden boşanmış ve çocuğundan ayrı kaldıktan sonra darmadağın olmuş adam, neden bir sonraki yazıyı bekliyor? bu insanları, bana getiren iyi bir hikaye olmalı. 

katmanlar birbirine karışmalı ve gerçeğin nerede saklandığı bilinmemeli. mekan tek: bir site. dört bloklu. işe beş dakika uzaklıkta. ev zemin katta, küçük. insanlar, her gün hepimizin gördüğü sıradan insanlar. o kadar aynı olmalı ki üç katman da, ben bile ayırt edememeliyim. bir bulmaca gibi, şema çizerek ancak açıklayabilmeliyim.

neyse, bu aklımda demleniyor. bunun üzerine düşeceğim, belki sabah erken saatte belki de bir başka gecenin bilinmezinde. mimari yapısı, asırlardır ayakta kalan taş katedraller gibi olmalı; yirmi sene sonra geri dönüp baktığımda da ayakta kaldığını görebilmeliyim.


storm is coming





hikaye öncesi sessizlik

doğum günümde kapımın önünde bulduğum altı kırmızı bana iyi bir fikir, belki de uzun solukta yazacağım ilk hikayemin ilk adımlarını verdi. çıkış noktası yine benim hayatım, sadece yan karakterleri kafamdan uyduracağım. gündüzleri işe giderken akşamları bira içip yazı yazan ve zamanla, kendi haberi olmadan tüm site sakinleri tarafından yazdıkları okunan genç bir adam. boşa harcadığını düşündüğü tüm gündüzlerin acısını akşamın birkaç saatinde çıkarmaya çalışırken, site sakinleri de onun için üzülüyor ve bir şeyler yapmaya ama bunu ona çaktırmadan yapmaya çalışıyor. yaşlı kadının birisi, onu yıllar önce bir motosiklet kazasında kaybettiği oğlu yerine koyuyor. oğlunun en sevdiği yemek olan domatesli pilavdan yapıp bazen genç adama götürüyor. yeni boşanmış ve hayatının ortasında kara bir delik açılmış dördüncü katta oturan adam da, gencin umutsuzluğunda kendini görüp yalnız olmadığını anlıyor. 

bir apartman, zemin katta da ben. üzerimdeki her katta benimle bir bağlantı mutlaka var. ama kafamı bile kaldırmadığım için olanlardan haberim yok. kimsenin okumadığını düşünüp öylesine yazıyorum. ara sıra yaşlı kadın domatesli pilav getirince, ayıp olmasın diye tabağı alıyorum. fakat yerine yapabileceğim bir yemek olmadığından, tabağı yıkayıp ertesi gün geri götürüyorum. holde hemen genç bir çocuğun fotoğrafı var, öleceğini hissetmemiş belli ki fotoğraf çekilirken. kadının kocası da ölmüş, ona bu evi bırakmış. o da ölümü bekliyor, çerçevelenmiş yüzlerce fotoğraf arasında. bugünde yaşamıyor. onu bugüne getiren tek şey benim, bende gördüğü oğul imgesi. ara sıra kapımın önünde bulduğum kırmızı tuborg'lara da ses çıkarmıyorum, işlerim kötüye gittiğinden maaşı tam alamıyorum, çoğu zamanda işe gitmiyorum. vücudum her geçen gün biraz daha çöküyor ve kelimeler biraz daha yükseliyor etrafımda, aralarından uygun olanları seçip diziyorum. site yönetimi toplantılarında hikayelerim yüksek sesle okunuyor ve eğer beğenilirse, kiradan düşülüyor. çok para değil fakat yine de işime yarıyor. 

tabii bu daha ilk fikir, üzerine düşünmek ve yeterince tutarlı olabilirsem de "öykünün yeni ferhat göçeri" olmak isterim. dikkatim dağıldı lan twitter'da girdiğim goygoy türbülansından dolayı, neyse bu burada kalsın, iyi bir damar bulmuş cıncık gözlü madenci gibiyim zaten. ilham yalpalayarak geldi ve akşama iki bira içelim panpa dedi. içelim panpa, zaten evde bir tane kırmızı olacak. onun üstüne kat çıkarız.




22 Eylül 2011 Perşembe

when it rains

dört kırmızımı alıp serinleyen havanın ve batıyı kaplayıp güneşi kesen bulutların gölgesinde sevgili evim winterfell'e girerken, her şeyin yolunda gittiğini düşünüyordum. patlıcanlı pilav vardı ve yanına salata da yapardım. spagetti stoğum yerindeydi ve eğer istersem kaşar bile rendelerdim. buzluğa yatırdım kızılları ve pilavı porselen tabağa koyup mikrodalgaya sürdüm. düşük derecede daha uzun sürede ısınmasının, yüksek derecede daha kısa sürede hazır hale gelmesinden daha mantıklı olduğunu; enstantane-diyafram ilişkisi üzerinden değerlendirirken de salatayı hazırladım. çin marulu o kadar da lezzetli değildi ama kıtırlık katsayısı yüksekti. yarın pazar kurulacaktı ve bir kez daha hafif ekşimsi mükemmel süzme yoğurt ve yeşillikle eve gelecektim. evimde mutluydum. saatin kaç olduğuna bakabileceğim bir telefonum olmadığı için sabah yediden tedirginlikle ayaklandığım bugünlerde, rölöveyi de çizmiş olmamın haklı gururuyla sakindim. ilham arada sırada uğruyor ve bir ihtiyacım olup olmadığını soruyordu, beni kolluyordu. başucumda, çok sevdiğim espedair street'ten yıllar önce altını çizdiğim (ki hiç yapmadığım bir şeydir) cümlelerle sabahı karşılıyordum.

dört kırmızının ardından ne zaman uyuduğumu daha doğrusu sızdığımı hatırlamıyorum, yağmur sesiyle sabah erken saatlerde uyandım. gökgürültüsü de vardı sanki, kış gelmeden elçisi sonbaharı göndermişti. hemen evin pencerelerini açtım ve batının kara bulutlarına baktım. yazın parlak beyazı ve insanı bıktıran nemi dağılmıştı, bulutlar beni aralarına çekip almak istercesine yaklaşmıştı. saatin kaç olduğunu öğrenmek için televizyonu açtım, konuşan adamlara ve saate bakıp geri kapattım. belki her sabah uyanır uyanmaz saati öğrenmek için aynı noktadan fotoğraf çekmeli ve süreli sergilere bir yerinden tutunmalıydım. sanat ile neden uğraşmıyordum ki, neydi bana engel olan şey? gitara uzanmayan parmaklarım peki neden bir tualin karşısında fırçaya sarılmıyordu? neden bir kitap yazmak için en ufak bir çaba bile göstermiyor, bir karakter yaratmıyordum? eskisi gibi mimarlık dergileri karıştırmıyor ve boş zamanlarımda eskiz yapmıyordum? sabahın erken saatlerinde her şey alabildiğine berraklaşınca, problemler de temiz bir suyun dibinde yatan balıktan farksız oluyor; biraz hızlı olursan onu yakalayıp sudan çıkartabileceğini biliyorsun. balığın bunu zaten bildiğini de biliyorsun çünkü balık düşünmez, o zaten her şeyi bilir.

yolda yersin diye sana kitaplardan göndermeler yapıyorum, taze. bulutlar her yanda, yağmur beklemede.




20 Eylül 2011 Salı

elektrikli süpürgenin tehdidinde

zaten her şey yerli yerindeydi, bir de üzerine elektrikli süpürgenin monoton feryadı eklenince tam oldu. muazzam bir fenalıktan ve ne yapacağımı tam olarak kestirememekten bahsediyorum, bir anlığına unut gökyüzünde süzülen paraşütlerin renklerini. dev bir uğultu bedenleşiyor ve kafamı kendine doğru çekiyor, ense kökümde hafif bir sızı ve ofis için "temizlik vakti"

şu an birisi de ofisin önündeki çimleri biçiyor. sol kulağımda süpürge, sağ kulağımda biçme makinası; beynimin yerinde olmak istemezim şu an. iki kanaldan da birbirinden berbat şeyler geliyor, müzik bizi kurtaracaktır efendimiz fakat yazı yazarken müzik dinleyemiyorum, patronun geleceği tutar ve beni beat kuşağının geç bir soluğu gibi görürse "kap şukunu panpa" diyebilir. yeterince ifşa oldum zaten, bir de bunların arasına biraz daha insan eklemeyeyim. yine de yazarken umrumda olmuyor, okunmak ilk hedefim değildi.

bu aralar insan kotamın dolduğunu hissediyorum ki haznesi oldukça küçük bir insanım. yaklaşık on taneden sonra yeni üye alımlarını durduruyorum. içeriden biri çıkarsa ancak yer boşalıyor, önceliği olana kapılarımı açtıktan sonra barların önündeki kel ve top sakallı iri badigardlar gibi iki kolumu birleştirip "girmek yasaktır" makamında dikiliyorum. fazla insan zehirliyor ve yoruyor, sosyal ilişkilerin eninde sonunda bitmekle yükümlü olduğunu ve geriye kalanın sadece ben olacağını bildiğimden, yatırımımı başkalarına değil kendime yapıyorum. buna sadece bencillik diyemezsin, sen küçüksün ölemezsin.

elektrikli süpürgenin işi bitti fakat geride yıkık bir ruh ve çökmüş bir beden bıraktı. masamın üzerine yayılmış zemin kat planlarını sağa sola savurup kendime biraz alan yaratmaya çalıştım. zemin, bodrum ve birinci kat. her şey olması gerektiği gibi ben hariç. kolonlar, kirişler ve duvarlar. çift camlı pencereler. birazdan benim odama gelecek sıra ve dışarı çıkacağım, belki deniz kenarına gidip küçük bir yürüyüş yaparım nefes alır gibi hafiften şişen dalgaları izleyerek belki de bir avm'ye gider ve cep telefonlarına bakarım. cep telefonunun işe yarayacağı zamanlar elbet olacaktır, belki bir kayaya sıkışır ve yardım isterim. belki de gözümü bilmediğim bir yerde açar ve gelin beni kurtarın derim.

odanın camlı kapısı siliniyor, çok az kaldı masama ulaşmalarına. o saatten sonra geri dönüş olmayacak artık, geri geldiğimde masamı pırıl pırıl bulacağım. ışınlar yansıyacak gözüme, kendimi kirli hissedeceğim. oysa şimdi iyiydi, kahve izleri olan masaları hep sevmişimdir. izleri sevmişimdir genel olarak, bana belleğimi altın bir tepside sunarlar. bembeyaz bir odada uyanmak yerine, çocukluğumda köşesini kırdığım camın hemen ardında, dedemlerin evinde oturmayı tercih ederim. benim hatrım var diye değişmeyen çeyrek asırlık bir cam. boşlukta sallanıyor değilim, köklerim toprağımın en derinlerine kadar iniyor fakat bazen, kendimi ağaç gibi değil de o ağaca inmiş kiracı bir kuş gibi hissediyorum. ilk kanat çırpışta tüm bağlarımı kopartacakmışım gibi. her şey belirsiz be sol omzumun sarhoş meleği, neredeyim ve ben kimim?


19 Eylül 2011 Pazartesi

şimdi geliyor terlik

bir cinnetin layerında, bir projenin çıkmaz sokağında sinirli ve isyankarım, kime nasıl çatacağımı bilmiyorum ama tutmuyor lan bu ölçüler. bir tarafı sabitlesem diğer taraf halaya kalkıyor. spor salonlu, hamamlı, zıkkımın dibili bodrum katta büyük problemler var. sıkıntı var. betondan bir yılan dolaşmış sanki ve ben onun tutmayan ölçülerini almışım. hayır, ölçüler saçmalayınca motivasyonum ve dikkatim de dağılıyor, mal gibi bakıp dur. 

bugün negatif enerjinin gözlerimden fışkırdığı bir gün. korkma sönmez. sabah telefonum bir kapandı bir daha açılmadı, sanırım beyin kanaması. taşla ezdim yine çalışmadı. allah belasını versin, daha da telefon kullanmak istemem. aplikasyon he mi, en yakınımda kim var. si murg var, gel panpa içelim der. kuşluk vakti. zaten her zaman nefret etmiştim, şimdi bu nefretimi perçinlemenin tam sırası. detayları sonra hallederim. öğlen eve gittim, bilgisayarı açtım ve ofisten 12.30'da çıkmış olmama rağmen bilgisayarın saatinin 12.00 olduğunu görünce ne oluyoruz lan demeden durma. tarihe baktım, dünü gösteriyordu. bilgisayarım 24.5 saat geriden kalan sinir hastası bir at gibiydi ya da ben ofisten eve değil, zamandan geriye gelmiştim. pilav yaparım dediğim için ekmek almamış, pirinç kalmadığı için de pilav yapamayıp aç kalmıştım. bir inek kadar yeşillik yemek bir işe yaramadı, şu an aç ve perişanım. telefonum yok, ölçüler saçmasapan bir noktaya evrildi, soktuğumun evinde minimum yedi tane yatak odası ve banyo var ve bu tüm kahrolası şeyler benim başıma patladı. okula başlayan bebelere özendim bugün, ders çıkışı top oynuyorlardı ilk günden. yeni önlük. kundura. haydutlar. kadir kıymet bilmezler.

valla sinirliyim, fakat odaklanamıyorum. yoksa gözlerimden çıkan alevle kendim pişirip kendim yiyeceğim. geçen perşembe öğleden sonra öyle güzel bir ilham gelmişti ki, elli yıllık bir aşkı dört paragrafta anlatabilecek kudrete ve yalınlığa kavuşmuştum. temize çekemeden aldılar rölöveye götürdüler. o da tüm sakinliğimi ve aklımda yeşeren bu harikulade hikayeyi, üç kıtaya ve yarım asra yaklaşan bu destanı bir saat içinde parçaladı yok etti. iyi olacaktı lan, bir inanç gelmişti uzun zamandır gelmeyen. kaçan balık büyük olur hesabı. neyse, o günün akşamında geç saatlere kadar içmek ancak beni kendime, seni de bana getirdi. böyle yazınca, yazıları birine ithaf etmiş gibi oluyorum ama yok öyle bir şey cıncık gözlüm, hemen ensen karıncalanmasın. sadece çok derbeder ve bergüzarım. bergüzar korelim. dünün iyi geçmesi ve kekova üzerinden kaş'a gitmemiz, kaputaş'ın kumlarında usulca uzanırken ayaklarımı gıdıklayan namussuz dalgalar bile bugünü kurtaramadı. aklımda çünkü villa vardı, kardeşimin aklında da bu hafta boyunca onun kafasını sikip bırakacak teslimatlar, müşteriler ve problemler. iş hayatı öyle kuşatmış ki, tek gün motorsikletle ne kadar hızlı gidersek gidelim, vardığımız yerde bizi bekliyor buluyoruz. bak bu iyi damar, buradan yeni bir yazı şekillenir. kuşatılmışlık ve ekmeksizlik üzerine falan. 

böyle terlikle vurayım ekranın ortasına, alt dudağı sarksın. hele düşünmeden yazmanın keyfine. yörük ayranı. yayık ayranı. vur tam belinin ortasına odunla, kıl çadırında akşamı bekleyenler çıkıversin dışarıya. keçi var, koyun var. motosikletle keçi sürüsüne dalıyorduk yine, kopmuş bir keçi kafası ile gelecektim işe. anubis vardı, köpek başlı mısır tanrısı. kısa kollu gömlek giyip kırbaçla dolaşayım kalabalıklarda. vurdum mu şaklasın, şakaklarım aklansın.

bak öfkem geçer gibi oldu fakat işler kaldı, bir şekilde yanlış bir ölçü var. komodo ejderinin kuyruğu çarpsın kobralara. yüksek hızlı kameralar yakalasın elde avuçta ne varsa. şiir mi yazıp yollasam acaba posta gazetesine, böyle yeni bir açılım, bir patika. virgül kullan duman saçlım, ıssız toprakların avurtlarında. ah le yar yar. 

türkü barda içip içip eve attığım halaybaşları affetsin ruhumu, sabah olunca ne isimlerini ne de yörelerini hatırlardım. bilsem böyle olacağını ne halaya kalkardım ne de kaldırırdım.


16 Eylül 2011 Cuma

diarios di arquitecto

kağıtları masaya yaydım, kalemlerimi kontrol ettim, sert mukavva kapaklı defterimi elime alıp yaklaşık 1000 m2'lik villanın benim evimden daha geniş holünün ortasında durup kafamı yukarıya, galeri boşluğuna kaldırıp son nefesimi verir gibi "vay amına koyayım" dedim. 

yeni bir iş almıştık ve milyon euroların uçuştuğu bir yaprak fırtınasında benim payıma da bu saray yavrusunun rölövesini almak düşmüştü. tüm ölçülerini almak, bunu bilgisayara geçirmek, zamanla binayı modellemek, her oda için alternatifler yapmak, yere kadar olan camlardan giren güneş ışığını dahi gösterirken de günlerin geçişine belirsiz gözlerle tanık olmaktı kaderimde yazılı olan. zor bir süreç daha beni bekliyordu ve ilk yaptığım şey eve küfretmek olmuştu. bir şeyler çizmeye başlamadan önce kaba inşaatı bitmiş ve doğramaları takılmış, antik yunan mimarisine gönderme yapmaktan kendinden geçmiş bu evin içinde dolaştım. bodrum katında türk hamamı ve spor salonu olacaktı, zemin katta da misafir yatak odası, salon ve mutfak. merdiven boşluğunun kapladığı alanda, ülkemin altı tane üniversite öğrenci altı dolap ve üç ranzayla birlikte kalıyordu devlet yurdu kisvesi altında. zenginlerin dev evlerini değil devletin dar yurtlarını iyi bilirdim, dar yurtlara katlanmamın sonucunun bir zenginin evine mesaimi vereceğimi bilemezdim sadece meleğim. 

mimarlık birinci sınıfta, levent tarafında villa projesi yapmıştık. o kadar az şey biliyordum ki villaya ya da büyük evlere dair, ne çizip götürsem ölümüne yetersiz geliyordu. oran ölçek kafamda oturmuyordu, yüz metrakarelik salonu nasıl dolduracağımı bilmiyordum. mutfak girişe yakın olmalıymış, kapıdan eli kolu dolu giren ev sahibi evin içinde dolaşmamalı, aldıklarını hemen tezgaha koymalıymış. nasıl iyi niyetli düşünceler, ev sahibi bir tane tabağı yıkamazken eli kolu dolu mu girecek evine panpa? milyon euroyu kaba inşaata vermiş, bir o kadar da evin içine dökecek; bu adam marketten alışveriş mi yapacak yani? evin içinde dolaşıp mekanları algılamaya ve aklıma uzun süre gitmeyecek şekilde kazırken, sekiz yıl önceki onur da elinde eskiz kağıtlarıyla başka odalardan çıkıyordu. ah güzel çocuk, yoruluyorsun değil mi istanbul'da? yurdun okuluna uzak, saatlerin trafikte geçiyor ve bazen uyuyup uyansan bile daha yolu yarılamamış oluyorsun. debeleniyorsun, debeleniyoruz; her şey sabit kalıyor sadece biz değişiyoruz.

zemin katta dolaştıktan sonra, korkulukları eklenmemiş merdivenden dikkatli adımlarla çıktım. üst kat, yatak odalarının olağanüstü genel kurulu gibiydi. nereye dönsem banyolu yatak odası vardı, bazıları balkona açılıyor bazıları da jakuzi yerleriyle göz dolduruyordu. zenginlik şuursuzluktu, başkasında var diye aynısını yaptırmak ve bunu farklı zannetmekti. ultralüks sitenin içinde birbirinin aynısı yüzlerce villa, aynı garajlarda hemen hemen aynı arabalar. büyük beyaz kapılar, aynı havuz aksesuarları. sanata düşkünlüğü olanların bunu birkaç alçıdan heykelle başkalarına anlatma çabası. ah zenginler, parası hep olanlar. ederinin on mislini bir eve yatıranlar, içine yerleşmek için de aylarca sürecek inşaatın bitmesini bekleyenler... ben sizler için varım, a- ile geçtiğim o dönemki proje dersimin amacı da sizlere daha iyi hizmet etmemi mümkün kılmaktı zaten. yüksek zevklerinize bir adım daha yaklaşabilmek için, evinizi arkadaşlarınıza gösterirken pörsümüş göğüsleriniz biraz daha kabarsın diye. 

üst katın balkonuna çıktım ve hemen önümde uzanan başka villalara baktım. o kadar para veriyorsun ve antalya gibi bir yerde deniz görmüyorsun, başka evin sağır cephesine bakıyorsun. başka yerlerden getirilmiş ve yerini yadırgayan ağaçlara bakıp doğa özlemini gideriyorsun. başka villanın bahçesine, havuzuna ve havuzunun kenarında salıncakta hafiften sallanıp kitap okuyan güzel bir kıza baktım. en az benim kadar sıkıldığı, aynı sayfada takılı kalmasından belliydi. zengin doğmuştu ve görünüşe bakılırsa öyle ölecekti. bir perşembe öğleden sonrasında   akşamı okumaya çalışarak geçirecekti. 

tekrar zemin kata indim, ilk çizgiyi günahsız olanınız çizsin deyip bir yerden başladım. günler uzundu, ev büyüktü ve bu işte iyi para vardı. ah çikolatalı rölövem, bu işte gerçekten iyi para vardı. 




14 Eylül 2011 Çarşamba

schizophrenia

sultanahmet'ten sirkeci tarafına doğru inerken; aileme, dövme yaptırmayı düşündüğümü ve akıllarına gelen bir şekil olup olmadığını sordum. dövmeden hoşlanan insanlar değildi, ben de yaptıracak değildim zaten. oralı bile olmadılar, gereksiz yere endişe verme çabam boşa gidince ikinci denemede bulundum: "bende şizofreni başlangıcı var". yalnız yaşadığım zamanlarda muhabbetime ortak olup rakıma olmasın, sinemaya yalnız gitmeyeyim ama aynı zamanda iki kişilik bilet almayayım diye kafamdan uydurduğum karakterler en az benim kadar gerçekti, anne tarafından ispanyol asıllı sadık hizmetkarım esteban ara sıra gerçek olmadığımı iddia edecek kadar kendisini gerçek hissediyordu. hemen yirmi metre arkamızdan eli kolu çanta dolu esteban gelirken, annem "nasıl mesela?" diye sordu.

"eğer siz gerçekten istanbul'a geldiyseniz, üç gündür dağ bayır demeden dolaşıyorsak, camisinden kilisesine, sergisinden müzesine dur durak bilmeden yürüyorsak sorun yok ama ben bu kadar serüveni tek başıma yaşıyor, yemek yerken üç porsiyon söylüyor, yanımda başka birileri varmış gibi ayasofya'nın efsanelerini sesli anlatıyorsam işte o zaman başım belada anne" dedim. dalga geçtiğimi anlamışlardı, babam güldü geçti. bizim durakladığımızı gören esteban da geride durmuş, çok isteyip de alamadığım lenslere bakmaya başlamıştı. yolumuza devam ettik, tramvay hızla yanımızdan geçerken " ya gerçekten gelmemişlerse, ben akşama kadar deli tavuklar gibi oradan oraya gidiyor ve akşamları bilgisayar açacak gücü bile bulamıyorsam" diye içimden geçirdim. fotoğraf makinem doğruyu söylerdi, "gülümseyin" deyip deklanşöre bastım. canon yanılmamıştı, annem ve babam beni görmeye gerçekten gelmişlerdi ve gülümsüyorlardı. yaz boyu deniz kenarında olduklarından kapkara olmuşlardı.

eminönü'ye inip yoldan karşıya geçtik. galata kulesi, yanaşan bir vapur, köprü, açıktan geçen tankerler, dalgaların üzerinde rodeo yapan bir balık ekmek teknesi ve kaosuyla sıradan bir istanbul zamanıydı. telefonum çalmaya başladı, arayan babamdı. babama telefonu gösterip güldüm, o benden daha fazla güldü. tuhaf şeyler oluyordu ve elimden bir şey gelmiyordu.

olimpos'a gitmişler de "keşke burada olsaydın" demek için aramışlar. "siz de keşke burada olsaydınız, istanbul bugün çok güzel" deyip telefonu kapattım. bir vapur daha yanaştı iskeleye, üç balık daha oltaya yakalandı.


poisoned

akşama doğru bastıran halsizlik ve tek bir birayı bile bitiremeyecek kadar aciz duruma düşmem, ruhsal dengelerimin yerle bir olmasından değil; öğlen yaptığım ton balıklı sandviçin metabolizmamı kısmi felce uğrattığından kaynaklanmış. bildiğin düşük seviyede bir zehirlenme vakası yaşamışım. akşam bilgisayar başında oturamadım bile; yatağa sırt üstü uzandıktan sonra ozon'un swimming pool'unu izledim, biraz uyukladım, yalnız yaşamaktan ve saçma sapan davranışlarımdan nefret ettim, evlenmeye karar verdim ve bu hayatımın bu şekilde birkaç sene bile devam etmemesini istedim. gerçekten bıkmıştım, gün boyu bilgisayarın karşısında oturduğum yetmezmiş gibi akşamları da aynı aptallığın esiri oluyor ve iki üç günde bir içiyordum. manasız işlere hayatımı veriyordum resmen. içinde olduğum halsizliğin kaynağının ton balıklı sandviç mi yoksa üzerime gün boyu soğuk nefesini kusan kahrolası klima mı olduğundan bile emin değildim. belki de bunlardan bağımsız olarak hastalığım vardı, özellikle çalışırken hiç gücüm kalmıyordu. beynimi devre dışı bırakmak için de birkaç bira içiyordum. yatağımda boylu boyunca uzanırken hiçbir şeyden emin olmadığıma sinirlendim bu sefer, vantilatörüm sik-ko hala üflemeye çalışırken yerimden kalktım ve onun boğazını sıktım. çalışmasını istemiyordum artık. antalyasından bile nefret etmiştim, sürekli serinlik arayıp dururken. klima çarpıyor, vantilatör de elinden geleni ardına koymuyordu. çok erkenden yatağa girdim, 13 eylülü daha fazla yaşamak istemiyordum. 

bundan tam on yıl önce üniversite kaydı için izmir'deki ilk günümde, içimde limitsiz bir heyecan ve mutluluk vardı. sonunda üniversiteli olmuştum, öss ve dersane bitmişti. artık biraz daha özgür olacak ve hafta sonları sinemaya gidecektim. büyüdüğüm küçük ilçede sinema yoktu, en büyük eğlencem cuma öğleden sonraları basket oynamak olmuştu. öğrencilerden mütevellit uzun kuyruklarda, elimde belgelerle dikilirken etrafımı izliyordum. belki kız arkadaşım falan da olurdu, lisedeyken kimseyle çıkmamıştım. zaten çıkılacak bir yer yoktu, ders arasında karşılıklı tebessümler ve konuşmalar da, "çıkmak" fiilinin içini doldurmamıştı. ama izmir'deydim işte. herkes üniversiteli ve kendi halindeydi. 

on yıl geçtikten sonra da bir yataktaydım ve bilmediğim bir problemin esiri olarak, az yaşama sevincinin gözlerime yansıyan matlığıyla bir yerlere bakıyordum. bakıyor ama görmüyordum. film devam ediyordu, hava eylüle yakışmayacak denli bunaltıcıydı ve zamana ihtiyacım vardı. sabah kalkınca düzelecektim. aspirin c plus içtim, ne işe yaradığını bile bilmem. placebo etkisine bir katkı sağlasın diye, beynim "ilaç aldı, artık düzelebiliriz" desin diye tatsız tuzsuz bu solüsyonu kafaya dikip uykuya daldım.

rüyamda kaputaş'taydım ve her şey o kadar gerçekçiydi ki, birkaç sene önce kaputaş'ta çektiğim bir fotoğrafın aynısını bile gördüm. sonbahar olduğu için kimseler gelmemişti ve her şey cenneti anımsatan yumuşaklık içinde ve bir bütünlük halindeydi. sanki tek bir maddeden dökülmüştü ve sonradan renklendirilmişti etrafımda ne varsa. kaputaş'ın beyaz kumlarında uzandım ve iyileşmeyi bekledim, ayaklarımı gıdıklayan sular geri çekildiğinde sabah da olmuştu ve tamamen düzelmiştim.


13 Eylül 2011 Salı

haberin yok ölüyorum

şarkı göz göre göre içimde yükseldi, çevredeki tüm sesleri kıstı ve "geçti yine boş bir ömür" dedi. ofiste oturuyordum, renderlerım bitmişti, kelime oyununa kafamı veremediğim için seri yenilgiler almıştım. anlayacağın ölümle yaşam arasında o bilinmeyen bölgede ve sonsuz bir can sıkıntısına boyanmış siyah bir denize balıklama atlamak üzereydim. bir şeyler beni aşağı çekiyor ve sesler kafamın içinde yankılanıyordu. sabah öngördüğüm kötü bir gün kehanetim, öğlenki küçük yangın tehlikesi dışında tutmamıştı. telefon bir kere çalmıştı sadece, çok işlek bir ofis değildik. belki kara para aklamak için inşaat kisvesine bürünmüş bir şirket olabilirdik. hiçbir şey umrumda değildi, ölüyordum. nefes aldıkça oksijenle parçalanıyordu hücrelerim. milyonlarca beyin hücrem, ağaçsız topraklar gibi erozyona uğruyordu. zihnimde hiçbir düşünce yeşermiyordu artık. hayat, kollarımdan ve bacaklarımdan çekiliyor ve beni toprağa biraz daha çekiyordu.

bataklıkta gibiydim ve yıllar boyu debelendiğim için, hareket etmeyenlere oranla biraz daha fazla batmıştım. artık kurtuluşum yoktu, kendi çabalarımla hayatımı kurtaramazdım. stor perdeler denizliklere kadar inmişti, yarısını bitiremediğim kahvem hemen masamın üzerindeydi. yaptığım eskizler, mimarlık kitapları, küp şeker kağıtları, kulaklığım ve geri kalan her şey silikleşmeye başlamıştı. ofiste kimseler yoktu, klima üzerime soğuk soğuk kusuyordu. çıkınca birkaç bira içmenin kimseye en çok da bana bir zararı olmayacağını düşünürken, müziğin sesi de iyice yükselmişti. boş bir ömür geçiyordu, on sene önceki halimin hayali olacak bir hayatım vardı fakat bir anlamı kalmamıştı. 

dermanım yok, ben ölüyorum. ayrılırken ben içiyorum.

ofisten çıktım, mevcut mevsim koşulları umrumda değildi. zaman, günde 24 saaatlik hızla merhametsizce akarken hepimizin canına kast ediyordu. freni patlamış bir otobüsün içinde gibiydik ve bunun farkına varan birkaç insandan biriydim, diğerleri oksijen sarhoşluğuyla mutluydu. derin nefes alıp veriyor ve her şeyin düzeleceğine olan inançlarının altına sürekli odun atıyorlardı. bilmem kaçıncı kez yürüdüğüm yolu yine yürüdüm, markete girdim, hemen karşımdaki dolaba yürüyüp kapağını sağa doğru sürdüm. işte burdasınız yaşam tüplerim, bir elektron gibi arsızca etrafında döndüğüm artı yüklü protonlarım. cebimdeki para sürekli azalıyordu ve ay sonunu göreceğimden emin değildim. bir umutsuzluk ile eve geldim, buzluğa yatırdım dört tanesini. belki de psikolojik tedaviye yanıt verirdim ya da tek ihtiyacım olan sağlam bir dayaktı. 

kollarımın dermanı nereye gitmişti, neydi beni bu kadar yoran şey? boşverdim, senin yoktu ama benim her geçen gün öldüğümden haberim vardı.


middle of nowhere

kötü bir gün olacak kehanetim, öğlen tavuk yaparken yerine geldi. karma saçmalığı, o kadar da saçma değil sanırım. tavukları tavaya atmamla birlikte yaklaşık 1.5 metre yüksekliğinde ateşten bir kolon peydah oldu. tava değil, öfkeli bir ejderha tutuyordum sanki ellerimin arasında. ateş, ocağın üzerindeki dolaba kadar çıkıyordu. "don't panic" sensörüm devreye girdi ve ocağın altını kapattım. fakat tavuklardan fışkıran alev buna rağmen sönmedi, hızlı ve doğru düşünmek zorundaydım. tavaya alıp sağa sola fırlatsam evi yakmak işten bile olmayacağından, önce musluğu açtım ve sonra tavayı suyun altına sokarak küçük çaplı yangını başarıyla söndürdüm. tavuklar zaman ayarlı dinamitler gibiydi ve nerede yanlış yaptığımı bilmiyordum. tavuğu bir kenara bıraktım, hazırlarken lav silahına dönüşmeyecek bir şeyler lazımdı. ton balığı bunun için gayet ideal gözüküyordu. domatesin de infilak ettiğini daha önce hatırlamıyordum. ateşten kolon, mordor diyarından gelmişçesine görkemliydi ve sanıyorum ki bir tarafımı yakmadan bu işin üstesinden gelmiştim. tonbalıklı soğuk sandviçi, atletizm yarışmalarını izleyerek yerken, son günlerde artan can sıkıntımın yaşama içgüdüsüyle birlikte azaldığını ve hayatta kaldığım için mutlu olduğumu fark ettim. uçurumun kenarına gelmeden kanatlanamazsın demişti kazancakis, ben de kontrolsüz bir ateşin kenarında soğukkanlı davranırken, gündelik hayatın aptallıklarından alabildiğine sıyrılmıştım. alev püsküren bir tava, kolaylıkla paniğe dönebilirdi ve "öleceğini önceden hissetmişti" temalı üçüncü sayfa haberine malzeme olabilirdim. durum şu ki, hangi yazımı okursan oku, öleceğimi önceden hissetmiş olduğuma emin olacaksın. biz burada yaşama sevinci paylaşmıyoruz dostum, her geçen gün öldüğümüz yaşama serüvenini temize çekiyoruz. 

neyse ki böyle büyük olaylar bende travmaya dönüşmüyor. yaklaşık bir saat sonra yine isteksiz, bezgin ve yorgun birisine dönüşüyorum. sanki üzerime benim görmediğim yükler asılmış, kendimle birlikte onları da taşıyorum. nereye gitsem onları da götürüyorum. bir amacımın olmaması bunun en temel sebebi olsa gerek, body buildinge gidip aynada kaslarını seyrederken aklını yitirmiş adamların bile çok daha fazla odaklandığını ve benden çok daha mutlu olduğunu söyleyebilirim. çok mutlu olmak, sonsuza kadar aşkla kavrulan kuruyemiş olmayı da istiyor değilim ama benim nihai bir amaca ya da düşmana ihtiyacım var. göbeğimi düşman bellemek istemiyorum, onu seviyorum. çalışırken şap şap diye vurması güzel oluyor. pek insan görmediğimden düşmanım da yok, basket arkadaşım küçük egemen'e mi düşman olayım allasen? bim'deki personel de gayet kendi hallerinde insanlar, okullar açılırken gidip müdür yardımcısına mı meydan okuyayım "ayağını denk al kısa kollu" diye? bir düşman şart, özellikle bu devirde.

bununla birlikte ateşle kutsandığım bugünün akşamında daha da dikkatli olmam gerekiyor. tam da düdüklü tencerede kuru fasülye yapacakken olacak şey değil. tüm siteyi havaya uçurur ve lanetli bir bekar olarak üç asır evsiz dolaşırım çorak ve isimsiz ovalarda.


yolların başlangıcı

egemen ile ilk defa basketbol sahasında karşılaşmıştım, altı yaşındaydı ve pixar animasyonlardaki çocuklar kadar sevimliydi. topu son gücüyle fırlatmasına rağmen potaya ancak yetiştirebiliyordu. temmuzun sonlarında bir gündü, ondan sonra da baskete gitmedim. neden gitmedin diye sorsan verecek cevabım yok, şuursuz akşamlarım her tarafımı çevreledi. butonların imparatoru ya da öğretilmiş maymunlar gibi belli periyotlarla belli düğmelere basıyorum bir süredir. klavye önümde, yazacak hiçbir şeyim olmamasına rağmen yazma ısrarında bulunuyorum.

bu sabah evden bir elmayı dişleyerek çıktım belki sağlığıma bir yudum da olsa katkıda bulunur diye. sitenin köşesinden döndüm ve onu gördüm, annesiyle okula gidiyordu egemen. bir hafta erken başlamışlardı, alışma süreci mi ne vardı bu hafta. onca sene okuduktan sonra, okulların açılması ve yaz tatilinden döndükten sonra kimin ne kadar değiştiğinin farkına varma süreci bana çok eski zamanların belirsiz anıları gibi geliyor. her geçen gün biraz daha unutuyorum, hissizleşiyor ve boşveriyorum. sonra egemen'i görünce, benim de bir zamanlar çocuk olduğum ve okul yolunu küçük adımlarla arşınladığımı hatırlıyorum. bir elimde elma varken egemen'e, basketbol arkadaşıma gülerek selam verdim; o da aynı şekilde karşılık verdi. okullar sonunda başlamıştı ve bitmesine neredeyse yirmi sene vardı. yine de iyiydi okul, çıkışta umursamadan top oynardın. terlerdin, eve gelince yemeğin hazır olurdu, çizgifilmlerin başlardı. dersler de çok zor olmazdı hani, biraz severek her şeyi hallederdin. 

egemen okuluna girdi, ben de yoluma devam edip ofisin anahtarlarını cebimden çıkardım. işte yeni ve aynı bir gün daha.önce mutfağa gir kahve suyu kaynatmak için düğmeye bas, sonra odaya gir bilgisayar açılsın diye düğmeye bas; sonra bilgisayar açılana kadar mutfağa geri dön ve kahveni hazırla, üç şeker kattıktan sonra odaya bir kez daha, hiç çıkmamacasına gir. bilgisayarın açılmış olsun, çalışacağın dosyaları hazırla, internetine gir ve bedenini terk et. sen artık klavyeye basan parmaklardan fazlası değilsin 28. stor perdelerini ara sıra kaldır ve çocukları izle uzaktan. belki senin gibi bir solak daha vardır, kendi geçmişini görürsün onun çalımları arasında. sonra da işine geri dön ama, bunun için okuduğunu unutma. şükret. öğlene ne yiyeceğini düşün.


bad day lays ahead

başlıkları ingilizce açarak toefl'a hazırlanıyorum, yoksa sağa sola özendiğimden falan değil. yazıyı da komple ingilizce, gerekirse ispanyolca yazarım da kötü bir günün önümde serildiği bu salıda daha fazla şansımı zorlamak istemiyorum. aslında yeni bir dil öğrenip istediğimi bu dilde yazsam, hem bu aralar fazla kafaya taktığım ifşa problemine bir çözüm bulurdum hem de dünya literatürüne dev bir katkıda bulunurdum. 

"hayatında ülke sınırlarını aşmamış genç, ispanyolca metinleriyle görenleri hayrete düşürüyor."

"no exceder los límites de la vida de un país joven, sorprendía a los que vieron los textos en español"

iş arkadaşım resmi işlerinden dolayı bugün izinli ve bu da telefonlara benim bakacağım anlamına geliyor. telefonlara adını söylerek bak; gerekirse patrona, gerekmezse de muhtara bağla. telefonun diğer tarafındaki densizi, bula bula bugünü mü buldun hoşaf diye lanetle, beddua et, o beddualar dönsün seni bulsun ve akşam olduğunda, kötü bir günün geride kaldığını ve her şeyin bittiğini kendine itiraf ettikten sonra çarşamba gününe hazırlan. rica ediyorum kimse aramasın bugün, burası kahrolası bir santral değil lan sessizliğin elzem olduğu bir mimarlık ofisi. ben de sekreter değilim, tamam mimar da değilim ama diplomam var. mimar yazıyor, belki de yazmıyordur; diplomamın nerede olduğunu bile bilmiyorum. patron da gelmese keşke bugün, ara sıra devamsızlık yaptığı oluyor. ben tek başıma kalsam ofiste, kahve yapıp kafamı toplayarak yazı yazsam uzun zaman sonra. artık kimin okuduğunu umursamamaya karar verdim, ben sadece yazar ve aradan çekilirim. geri kalan, ekranda olanlarla okuyucu arasındadır. pulitzer ödüllü yazarım da sanki okuyucu ile olan ilişkimi anlatıyorum, kesik bir at kafasının yatağımın başında beni koruduğu ve kötü ruhları kovduğu tuhaf bir hayatım var; okuyucu olan ilişkim merhaba-merhabadan fazla değil. dev anket yapıyorum, seksen kişi katılıyor daha ne artistliğiyse ne bu?

neyse kötü bir günün güncesine hoşgeldiniz, yayınlar gün boyu devam edecek. telefon çalmasın diye dua ederken, dularım çalan telefon ile yarıda kalacak.


12 Eylül 2011 Pazartesi

i know what you are

gerçek hayatım ile internetteki kimliğim epey birbirine karışınca buna bir önlem alma gereği duydum. kapısının önüne kırmızı tuborg bırakılan bir adama dönüştüm sonuçta, bir de kuzenim bulunca blogu artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşünüp ince dudaklı bruce willis gibi gülümsedim. fazla ortalıkta dolaşmanın getirisi sac kavurma olmayacaktı tabii, biraz uğraşan herkes gerçek kimliğime ve adımla soyadıma dahi ulaşacak, polise ihbarda bile bulunabilecekti. neyse ki ihbar edilecek kadar önemli şeyler yazmıyorum. en fazla dalgınlıktan yatarım iki yıl, onda da şanım yürür. ergen kuzene, bu blogu başkasına söylerse alev almış bir köy tavuğuyla kafasına vuracağımı ve tavuk sönene, şafak sökene kadar bundan vazgeçmeyeceğimi söyledim. neyse ki akıllı bir kız, açmayın dedeler'den kap şukunu panpa'ya kadar bilmemesi gereken ne varsa biliyor. yazdıklarım onun ufkunu genişletecektir, tevhid-i tedrisat koysaydım keşke blogun adını. tuborger'ı daha bir sene ancak olmuşken tükettik. iyi bu salaklıkla illuminati'ya falan alınmadım, asırlık sırlar belediye hoparlöründen yayınlanırdı artık.

önlem olarak, blogu okuyuculara kapatmaya çalıştım. sonra da bloga altı saat boyunca giremedim. tüm yazdıklarımı kaybettiğime inanıp atlar gibi kişnedim ve çoklu hesaptan dolayı bu sorunun kaynaklandığını fark edip kendime tekrar açtım blogu. kim okursa okusundu, saklanmaya çalıştıkta devekuşuna dönüşmeye çalışıyordum. kafamı gömmekle saklandığımı sanıyordum 21. yüzyılın çok işlemcili ve multi taskingli dünyasında. gelecek haftadan itibaren boydan fotoğraflarımı, baktım ipin ucu kaçtı çıplak fotoğraflarımı yayınlayacağım artık. ne kadar rezil olursak o kadar iyi. vesikalıklarımı tarattırır, el ilanına bastırdıktan sonra şehrin tüm direklerine basarım gerekirse. arayan bulsun, bulmak istemeyen bile "kimsin kardeşim sen" deyip ofisi bassın. 

artık ne yaptığımı falan da mecbur kalmadıkça yazmayacağım, dün öğlen kırmızı tuborg'la başlayıp kemer-olimpos güzergahı boyunca içtikten sonra finali ulupınar'da enfes bir yemekle noktalamanın ve rusların neden bu kadar güzel olduğunu, henüz çıkmış bir dolunayın altında, eflatun bir akşam üstünde sorgulamanın yazmaya değer bir yanı yok. kamuflaj desenli şort ve parmak arası terliklerim olmasa, inna konseri için disko kapısına dayanacak ve fetih için viyana kapısına dayanan yeniçerilere başka bir yüzyıldan selam gönderecektik ama yorgunduk. gündüzleri içince, geceler mezara giriyor. eve nasıl geldim bilmiyorum, resmen yatağa yığıldım.

artık bu yazıların gençlerin gelişimine olumlu katkı sağlaması lazım. son paragraf faydalı bilgi vermeye alışayım: bira içecekseniz, yüzde yüz malt'tan dolayısıyla tuborg'tan şaşmayın. ne içtiğinizi ve ne kadar içmeniz gerektiğini bilin. iki biradan sonra daha iyi biri oluyorsanız o zaman için. ayık olmak için yeterince berbat bir hayat zaten. şaka lan, ergenlik yapmayın hemen. bakın keyfinize.


9 Eylül 2011 Cuma

pirinçler ve uçan payandalar

tavuklu pilav beklentilerimi aşacak kadar iyi olunca, bunu televizyonun karşısında bir bira bardağı dolusu ayranla yemek farz oldu. pazardan taze aldığım rokanın üzerine eser miktarda zeytinyağı, tuz ve limon da döktüm ki bu üçünü benim üzerime dökseler, ben bile fena olmazdım sanırım. zeytinyağı sızma olacak ama, riviera cehennemin ırmaklarında kaynasın.

öğlenleri national geographic'te harika mimari belgeseller oluyor. amiens'in gotik katedrali ve lazer ile birkaç dakikada mekanın üç boyutlu modellemesini milimetrik olarak tamamlandıktan sonra, yapının taşıyıcı sistemindeki aksaklıkları masaya yatırdılar. kemerler sürekli açılma eğilimi gösterdiğinden kolonlar alarm veriyordu. kemerlerin patlamasını engellemek için yapılan uçan payandaların yeri ise yanlıştı. yükler doğru şekilde zemine aktarılmadığından bu şahane katedralde çatlaklar oluşmaya başlamış ve columbia üniversitesinden ehli kitap insanların çözüm üretmek için mesai yapmalarına sebep olmuştu. ortaçağ taş ustalarının benden (ben: 21. yüzyılda mimarlık yaptığını zanneden bir salak) çok daha yetkin olduğunu ve mevcut teknolojiyi son raddesine kadar kullandıklarını gördüm. katedral yıkılmasın diye asırlar boyunca önlemler almış ve işçiliklerini en ufak detaya bile yansıtmışlardı. binayı bir arada tutsun diye ergimiş demirden kat hizasında hat bile çekmişlerdi. ben ise sadece pilav yapabilmiştim ki geçen sene bunu bile yapamıyordum. ofiste her şey rengini yitirmişti, bilgisayarın karşısında akşamı bekliyordum. ortaçağ'da taş ustası olmak, 21. yüzyılda çalışıyor taklidi yapmaktan çok daha modern ve faydalıydı. pilavın yarısını ancak yiyebildim, bir bira dolusu pirinç fazla gelmişti sanırım da evde başka ölçü birimi yoktu. 

koltuğa uzanıp belgesel izlemeye devam ettim. insanlar bir şeyleri yapıyor, koruyor ve buna kendilerini adıyordu. sürekli fikir üretiyor, teknolojiyi fikirleri doğrultusunda kullanıyor ve geçmişi geleceğe taşıyordu. ben ise bir şey yapmıyordum. beşeri ilişkilerim hatalı örülen bir duvar gibi sürekli kendi üzerine çöküyordu. kilit taşını doğru yere yerleştiremiyordum. başka insanın yükü fazla geliyor ve beni çatlatıyordu. kendimi taşımaktan acizken de bir de üzerimdeki yükü sırtlayamıyordum. okulda iki senede öğrenemediğim ne varsa, belgesel sayesinde yarım saatte öğrendim. bulaşıkları yıkadım, suyu yine fazla kaynatmışım; geleneksel olarak elimi yaktım ve soğuk suyun altına soktum. bugüne kadar öğrenmem gerekirdi ama maymunlardan bile beterim. belgeselin bitmesini bekleyemeden kalktım ofise geldim, yeterince durmuştum evimde. biraz da ofiste durmam, sonra tekrar eve gelip evde durmam gerekiyordu. ben tek başına yaşayan ve net bir amacı olmayan, köşeleri yontulmuş bir bireydim. sistem için tehlikesizdim, ara sıra kendi üzerime çöksem de bunu dert etmezdim. pilav yapar ve bunu belgesel izleyerek yerdim.




tavuklu pilavın izinde

mecidiyeköy'ün mutlak kaosuna yenik düşmüş akşam saatlerinde en büyük keyfim, evimde ördüğüm kırmızı tuborg duvarına birkaç tuğla eklemeden önce pilavcıya uğramaktı. çıplak bir ampülün etrafına toplanmış ve plastik tabakta pilavın lezzetine boyun eğmiş karasinekler gibiydik. bazıları hiç anlamadığım şekilde ketçap dökerdi, ben ise bir köşeye geçip pilav yerken etrafıma bakardım. kaldırımlardan taşan insanlar yollara dökülüp arabalarla aynı hızda ilerlerken pilavım da biterdi. eve gidince yemek yapmazdım, uğraşmazdım. anlamsız bir bıkkınlığın ve yorgunluğun esiri olarak ilk yudumumda ancak gevşer ve sonra yazı yazardım. bir amacı ve hedefi olmayan yazılar, vizyon ve misyondan bağımsız. en ufak bir rüzgarda devrilen ve yeniden yükseltmekten imtina etmediğim boş kutuların renkli duvarı. bir dönemimin ayakta kalan tek eseri, pratiğe döktüğüm ilk projem.

zaman geçti, içkiyi bırakmadım fakat kutularını evde fazla tutmuyorum. sabah çıkarken atıyor ve kimselerin pek ortalıkta dolaşmadığı saatlerde işe 3-4 dakikada varıyorum. kaos yok, araba bile geçmiyor. okullar açılmadığı için çocukların cıvıltısı da duyulmuyor. oysa başka eylüllerde okula başlar, kırtasiyede kuyruğa girerdim. renkli kalemler, dört ortalı defterler, türkçe kitapları ve hala tadını ezbere bildiğim okuma parçaları. bir kitaptan kısa bir pasaj olurdu, başı ve sonu bilinmezdi. hemen arka sayfada kelimelerin anlamları ve okuduğumuzu anladık mı cevap verelim kısmı. hayatta en çok bu türkçe derslerini sevdim. işler sevimsizleşmeden, büyüklerin renksiz dünyasına iyice kapılmadan. resimli kitaplar, ünite dergileri ve kuşaklı önlükler.

öğlen yapacağım tavuklu pilavın mutluluğu ve tavuk bulyon almamın gerekliliğinde sıradan bir gün. hava belki akşama doğru kapanır, batı yönünde bulutlar var. tavuklu pilav ve ayran he mi, istediğimi almadıktan sonra ne için çalışıyorum ki? işlem hacmi yaratmak için mi? her gece 4'te aniden uyanıyorum, telefonuma uzanıp saate baktıktan sonra buzdolabına gidiyor ve bir litre ice tea'yi kafaya diktikten sonra geri uyuyorum. yatmadan önce alkol almışsam, buz gibi çay o kadar güzel geliyor ki, içmek serüvenini promilden ayırabildiğim takdirde bir gelişme kaydedeceğimi düşünüyorum. çoğu zaman manası yok bilirsin, gençliğin kayıp günlerine bir halka daha ekler ve yaşlanmayı becerirsen de bugünlere dönmek için tanrıya yalvarırsın. tanrı da sana merhametsiz gözlerle bakar ve aklın neredeydi der.

benim aklım tavuklu pilavda. tel de olsa şehriye koymak istemiyorum. nohut eklemek hakkında bir fikrim yok, bunları sıcak suda üç mevsim bekletmek gerekiyorsa bile o kadar zamanım kalmadı. her geçen gün ölüyorum. haşlanmış nohut ne kadar sürede haşlanır acaba, annemi arayıp da sorayım. 

sakin ve kendimden emin tavırlarla tavuklu pilav yapayım evet. ayranın uyuşturuculuğunda öğleden sonramı gündüz düşleriyle geçireyim. yarın cumartesi, hafta bitiyor. paniğe gerek yok, bir gün sonra yeniden başlıyor. 


in the forest





long road animals



8 Eylül 2011 Perşembe

four reds of september

havalar hafiften serinledi burada, bulutlar göğü kapladı. odanın içinde güneş batmıyor artık, bulutların arasında yavaşça ölüyor. bırak ölsün. ben bulutlarla ve yağmurla mutluydum zaten, bir fincan daha kahve ve uzun gecelerle. bir sobanın kenarında, bir yorganın altında. grinin en koyusunda, rüzgarın en şiddetlisinde. gece uykumdan uyandırsın şimşekler, beyaza boyasın tüm duvarları. odayı büyütüp beni küçültsün. yüreğime korku salsın, sabahı göremeyeceğime inanıp hayata daha fazla sarılayım. insan, yazın çok yaşamak istemiyor. okullar kapalı, denize giden sevimsiz insanlar her tarafta. her şey gelip geçici, yere dökülen kolonya gibi uçucu.

sonbahara emin adımlarla ilerledikçe hislerim de yerine gelmeye başlıyor, vurdumduymazlığım azalıyor ve etrafıma bakmaya başlıyorum. beyaza kaçan sarı sıcak gözlerimi örtüyordu, kafamı bile kaldıramıyordum. havanın sıcaklığı hücreler arası mesafeyi arttırdığından kafamı toplayamıyordum. oysa ikinci kırmızımın ortasına gelirken dudağımın kenarında bir şeyleri fark edebilmenin belirsiz tebessümü var. yeniden sevebileceğimi hissediyorum, yeniden yazabileceğimi. bir yağmurun altında dikilip uzaklara bakabileceğimi, sarhoş olacağımı. karşımdakini anlayabileceğimi, empati kurabileceğimi, beraber uzanıp bir şarkının notalarında kaybolabileceğimi.

bu sonbahar benim için bir fırsat olsun, her şeyi yavaşça ve sağlam adımlarla yapayım. artık anlık kararlarımın dengesizliği  hayatımı baltalamasın, oturup tane tane anlatayım. beni yanlış anlayanların karşısına geçeyim ve doğrusunu söyleyeyim. kötü bir insan değilim, belki de hiç olmadım. bir süredir içiyorum, the beatles dinleyerek fakülte bahçesinde üç birayla sarhoş olduğum ve ağacın altında sızıp kaldığım günlerin üzerinden neredeyse on sene geçti. ah hazal, hayatıma düşen bir göktaşı gibiydin. şimdi olsa belki göğüsleyebilirdim fakat o zamanlar küçüktüm, bunu karşılayamadım. yıkıp geçtin, yokluğunu yedi krallık bile dolduramadı derdim eğer kral olsaydım. fakat saçları uzun, kulağı küpeli başarısız bir öğrenciydim. kayıptım. az birayla sarhoş olurken ekonomiktim, önümde uzun yıllar olduğunu düşünürdüm. daha aşık olurdum, gençtim.

şimdi ise eylülün getirdiği esintilere yüzümü döndüm, üçüncü kırmızım bitti. dolapta dördüncüsü var ama beşincisi yok. beşincisi ve geri kalanı markette. 

aynen öyle (dev röportaj)

- türk edebiyatı için yeni bir soluk olduğunuzdan sık sık bahsediliyor, yazarken nelerden ilham alır ve ne anlatacağınızı neye göre belirlersiniz?

- bakın beyfendi, lütfen beni dolduruşa getirmeyin. gaza gelmiş bench oyuncusu gibi sokaklarda havlu sallatmayın bana ki zaten havalar da serinlemediğinden sinirlerim yatışmış değil. vantilatörle öpüşecek kadar yakınlaşmaktan aklımı yitirmek üzereyim ve yazılarımın başlıklarını etraftan duyduklarım üzerine şekillendiriyorum. gerisi de çorap söküğü gibi geliyor. biraz önce "aynen öyle" etrafımda dans ediyordu, ben de çalışmak istemediğimden yeni bir sayfa açtım ve yazmaya başladım.

- peki bunları bir antolojide toplamayı düşünüyor musunuz? sizin hakkınızda her şeyi bilmek isteyen sadık bir hayran kitleniz var. posterinizi basmamızı isteyecek kadar balatayı sıyırmış blue jean gençliğinden illallah ettik. en azından van damme kartpostalları gibi bir çalışma yapsak, döner tekme atsanız kütüphanede?

- bu mudur yani? edebiyata yeni soluk dediğiniz, sesten hızlı tekmelerimin yarattığı küçük kasırgalar mı? ne yazdığımın hiç mi önemi yok, kimsiniz siz kardeşim?

- biz budokan karate salonundan geliyoruz abi, uzun zamandır hayranınız. yazılarını yeni keşfettik, sandalyeden düşene kadar okuyor sonra da birbirimizi tekmeliyoruz akşama kadar. gerçekten hayatımız çok zor, adam başı altı yüz tekmelik kotamız var. senin yazılarını okumak bizi dinlendiren tek şey. yazmayı bırakma, ne olursa olsun bırakma. senden aldığım keyfi siyah kuşak dördüncü dandan ancak alabiliyorum. bugünün anısı olarak, japonya'dan getirdiğimiz şu pirinç kupayı al yeter. içine bira da koyarsın, metal soğuk tutar bilirsin.

- tamam teşekkür ederim, allah belanızı versin. budokan he mi?

- budokan abi, bölgenin en iyi karate salonu. havuzlu.





7 Eylül 2011 Çarşamba

hüküm ver

gündelik hayatımı geçmişten aklımda kalanlarla destekleyip bunu yazıya dökmemim miadı doldu sanırım, artık yeni bir şeyler denemenin vakti. hiç fikir belirtmediğimi ve hüküm vermediğimi fark ettiğimde, domates çorbası için kaşar rendeliyordum. hazır çorbaları, ekstra dokunuşlarla evcilleştirebiliyorum. kaşarı rendeledim, rendeyi hemen yıkadım ve beyaz porselen kasede çorba içerken, dünya'da olan biten hakkında fikir belirtmek istediğimi düşündüm. çorba sıcaktı, ağzımı yaktım.

o zaman yargılamaya başlayayım.

1. şike skandalı: şikenin kendisi bile federasyonun her şeyi eline yüzüne bulaştırması kadar kötü olmadı. o kadar berbat yönettiler ki süreci, ülkenin şampiyonu şampiyonlar ligi kura çekiminden bir gün önce diskalifiye edildi. yerine, şampiyonlar ligi baraj maçında elenip bir gün sonra avrupa ligine katılmak için rövanş oynayacak başka takım alındı. kulübün başkanı aylardır hapiste, yöneticileri de neyin döndüğünü tam bilmiyor. herkeste fütursuz bir öfke var ve kime çatılması gerektiğini kimse kestiremiyor. fenerbahçe şike yaptı da diğerleri sakin mi kaldı? beşiktaş teknik direktörü de ceza evinde, her konuda konuşan trabzonspor başkanı, ilk günlerde dut yemiş bülbül gibiydi. ortalıkta gözükmedi. bitmiş maçı üç saat anlatmasıyla tanınan rıdvan efendi, sırra kadem bastı. herkesin her şeyden haberi vardı fakat bunların ortalığı ateşe vermesi bu yazı buldu. her şey bir yana, alex de souza'nın alınterine ve takıma aşıladığı şampiyonluk inancına yazık oldu. yapılması gereken, şikeye bulaşan isimleri ömür boyu hak mahrumiyetine çarptırmak olmalı ve bu bir an önce uygulanmalı. eski roma'da davalar güneş batmadan önce sonlandırılırken, şimdi iddianame denilen naneyi bile aylarca hazırlayamıyorlar. hukuk, her geçen gün sarpa sarıyor adaletsizliğin alınyazı olduğu bu ülkede. küme düşürülmesi gerekiyorsa da düşürülsün, yüz yıllık tarihini lekeleyeceğine bir seneni alt ligde, alt yapı oyuncularınla geçir. seni bu hale düşüren adamları uzaklaştır, kus ve rahatla.

2. terör: 90'lı yıllarda 15 dakika sürerken, ölen çocukları iyiden iyiye kanıksadığımız bu günlerde şehit haberleri 45 saniye ancak yer kaplıyor. uçakların kalkması ve bombardımana başlaması için iki üç şehit yetmiyor, en az çift hane istiyor büyüklerimiz. sonu bilinmeyen bir savaş bu, kardeşin kardeşe düşman olduğu bir ülkede farklı etnik kimlikler milyarlarca liralık dev bir pastaya dönüştürüldü. aynı sosyoekonomik çevrede yetişmiş, aynı okula gitmiş, aynı sırayı paylaşmış iki insan farklı takım tutuyor diye birbirlerine bıçak çekiyorsa zamanla, farklı kültürler ve kökenlerin yol açtığı bu sonuçlar beni şaşırtmıyor. şehit haberlerini ne ilk ne de sonmuş gibi izliyorum, aylar önce sivil hayatta olan çocukların eline silah verip ölüme yolluyoruz sadece. askeri eğitim yok, teröristlerin avuçlarının içi gibi bildiği dağlara bırakıyoruz güvercinleri. şehitler ölmez, vatan bölünmezler yankılanırken caddelerde; çocuklar tabutta yatıyor. ağır makinelilerle mermi yağarken tepelerine, 30 yıllık g3'lerin kurma kolunu çekmeye bile zamanları kalmıyor. erler ölürken, omuzlarının üzerinde yıldız taşıyanlar güvenlikli binalarında sıkma portakal suyu içip akşama kadar birbirlerini selamlıyorlar biliyorum. zırhlı mercedesler, askerin pırıl pırıl yaptığı yollardan geçiyor. terörden iki taraf da besleniyor, olan sadece genç yaşta ölen çocuğa ve ailesine oluyor. terör biter mi peki? bitmez. daha akıtacak çok paramız var; termobarik bombalar yeni güzergahlarını bekler.

3. internet: dokuz günlük uzun tatilde interneti pek aramadım, bir şeyler yazma ihtiyacı duymadım fakat geri kalan zamanı da verimli dolduramadım. dev bir boşluğun kıyısında dikilip ellerimi cebime soktuktan sonra aşağıya baktım, bazen dalgınlıkla okey attım, herkese dondurma ısmarladım, ailemi yemeğe götürdüm, bir kere içtim, epey fotoğraf çektim ve bunların yeterince tatmin edici olmadığını gördüm. sanki o benim hayatım değildi, akşama kadar internette olduğum ekran karşısı gerçek yerimmiş gibi hissettim. siteler, hesaplar, oyunlar, yazılar ve açmayın dedeler! evden geldim, bilgisayarı açtım ve kısayolları sırayla tıklayıp hayatıma kaldığım yerden devam ettim. hayatımı değiştirecek büyük bir amaca ihtiyacım var sanıyorum, çoğu insan bunu evlenmek üzerine temellendirse de, bende bu güdü bir türlü oluşmadı. evlenmek gibi bir planım, bir sene sonra bile hala sevdiğim birisi karşıma çıkmadığı için bir türlü gelişemedi. heyecanım gidiyor ve ayrılmak istediğimi bile aylar sonra ancak söyleyebiliyorum. belki aşık olurum günün birinde, filmlerdeki gibi hem de. o zaman, zamanımın büyük kısmını merhametsizce alan internete bir veda ederim. hanımımla akşamları oturur ve "eee şimdi ne yapacağız" derim. çocuk şart, çocuğum olsun ona küçük adidas superstar'lardan alacağım. bir sene sonra ayağı büyürse, arabanın aynasına asarım o toparlakları. eminim ki onun için öleceğim. belki ikimizin maceralarını anlatan yeni bir blog açarım, fotoğraflarını çekerim güzel gözlümün. 

4. türkiye: yaşadığım ülke hakkında her geçen gün biraz daha umutsuzluğa kapılırken, bir az önce ersin karabulut'un "sen çok değiştin" adlı mükemmel yazısını okudum. nereden başlasam bilemiyorum, bu kadar güzel bir coğrafyada bu kadar çok sorun olması ve bunların zerre azalmamasının sebebi ne? dünya'nın öteki ucundan gelip hayran gözlerle etrafı dolaşan turistler bir kenarda, kendisinin ve sevgilisinin adını binlerce yıllık lahitin üzerine çakıyla kazıyan hayvanlar diğer tarafta. çekirdeği yeyip kabuğunu bırakanlar, 2.5 litre kola alıp boş şişeyi geri götürmeye üşenenler, tacizler, şort giydiği için yumruk yiyen ve derdini karakolda bile anlatamayan voleybolcular, mezarı kırılan şairler derken içim şişiyor çoğu zaman. bu ülke, bir tek vatandaşına zulm ediyor. gelen turistlerin keyfi yerinde, gözlerinin içi parlıyor. tüm sahil şeridini kuşatan ingilizler, çifter çifter ev alırken; üniversite öğrencileri berbat yurtlarında, altı kişilik dar odalarında geleceklerin kurtarmaya çalışıyor. birazcık haklarını arasalar ciğerlerine biber gazı, kafalarına cop geliyor. kalemini satmayan gazeteciler içeriye atılıp, suçsuz yere yatarken; iktidarın köpeği olanlar servetlerine servet katıyor. gazetede görünce midemin bulandığı o kadar insan var ki saymakla bitiremem. cahillik azalacağına artıyor, kurnazlıkla insanlar köşeyi dönüyor. ne adamlar milletvekili bakan oluyor şaşarsın. bir zümre, çiçeğin tüm balını emerken, geniş kitleler yaşıyor taklidi yapıyor. bir umudum yok benim ülkemin geleceğine dair, daha da kötüye gidecek. bu adamlar daha da filizlenecek tüm kademelere. işte deniz feneri davasında görevden alınan savcılar. kimse sesini bile çıkaramıyor, herkes boynunu eğmiş ve ellerini önünde kavuşturmuş. kafasını kaldırsa, kılıcı yiyecek o da biliyor. bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar sayesinde, yılandan geçilmiyor ortalık. gideyim diyorum fakat başka hiçbir ülke de kollarını açmış beni beklemiyor. kendimi bu ülkeye değil fakat bu coğrafyaya ait hissediyorum. dünya'nın belki de en güzel coğrafyalarından birinde, berbat adamların hükümranlığında uğraşıp duruyorum. yaşım birkaç sene sonra otuz olacak ve daha kaderim şekillenmiş değil. belirsizliklerimle yaşlanıyor ve yuvarlanıp gidiyorum.