29 Kasım 2011 Salı

derme çatma

değişen hiçbir şey yok fakat anlatacak çok şeyim var; bunun, sıradan hayatımın sıradan günlerini yıllardır bitmek bilmez bir ısrarla temize çekme alışkanlığımdan kaynaklandığını düşünüyorum. bilirsin pek düşünmem, genelde düşünüyor gibi görünmeme rağmen sadece duvara, ekrana ya da yoldan geçen arabalara bakarım. kaşlarımı çatar bakarım, şakaklarım hafiften kıpırdanır ve bağımsız bir gözlemci düşünmenin bundan fazlası olamayacağını utanmadan iddia ettikten sonra kahvesinden bir yudum daha alır.

işten çıkmaya karar verdim fakat bunu henüz patronla görüşmedim. dün yoktu, bugün de odasında fakat canım hiç konuşmak istemiyor. elim işe gitmiyor, maksimum üç gün süren insan ömründe (dün, bugün ve yarın) bir zenginin seviştikten sonra rahatlayacağı jakuzisini 3d evreninde gerçekleştirmek ve sağa sola ışık yerleştirmek, render almak ve bunları save etmek istemiyorum. benim için hiçbir manası yok, yerden ısıtmalı dev bir villa üzerine çalışıp akşam evime gittiğimde, 800w ve 1600w olmak üzere iki seçeneği olan ihlas soba ile ısınmaya çalışmak komik geliyor artık. evden getirdiğim mandalinaları yeyip daha ilk yarıdan yatan iddaa kuponlarıma acı bir tebessümle bakarken geçirdiğim onca seneye acır oldum. uğraşıp duruyorum ve belli bir süre sonra geldiğim nokta, başladığım noktanın en fazla bir karış ilerisi oluyor. kazandığım parayı, daha fazla para kazanmak zorunda kalmamak için şans oyunlarına yatırıyor ve kısa bir süre sonra şanssızlığıma kadeh kaldırıyorum. artık içmiyorum, market yine tuborg satıyor fakat içimden bir yudum dahi olsa içmek gelmiyor. sanırım artık hiçbir şey istemiyor sadece idare ediyorum. yaşamayı ve sevimsiz gereklerini bir süre önce noktalamışım gibi, ölümün bilinmeyen varlığının içinde yol alıyorum her gün. geri kalan günlerime dair belirgin isteklerim yok; işten çıktıktan sonra yolculuk yapayım, ülkenin çeşitli şehirlerine dağılmış ve yolları zamanla bu satırların bedbaht yazarıyla kesişmiş güzel insanlarla bir kez daha görüşeyim, eski günlerden konuşurken pes oynayayım ve daha önce gitmediğim bir şehrin içinden trenle geçerken de karlı coğrafyaya bakayım bana yeter. istanbul'dan kars'a 36 saat trenle gitsem bile olur. soğuk istasyonların buz tutan paslı saçakları altında beklerken gelene geçeni izlesem, ellerimi ovalasam ve ben doğmadan önce ölenleri, ben doğduktan sonra doğup ben ölmeden önce ölen güzel yüzlü çocukları hatırlasam zaman biraz daha geçer. sonra bir bakarsın, hayatımın son gününe elimde eski bir asa ile ulaşmışım; bilgelikten arta kalan bir tebessümle yükselmeyi ve tekrar abi olmayı bekliyorum.

mimar olmama rağmen, bir kez daha evlat acısı yaşatmadan bu diyardan göçmek dışında net bir plan sahibi değilim; en sona ben kalsam da olur. lanetli bir kehanetten öteye gitmeyen yazılarım cehennemin dibine serpilse bile umrumda değil. eylülün ortasında, motosiklet kazasında ölen bir çocuktan bahsetmişim bu blogta. iki buçuk sene önce sözlükte de, temmuz'da 26'sından gün alacak solak bir çocuğu trafik kazasına kurban etmiş ve anne-babasının mahvolan hayatlarını anlatmaya çalışmışım. yamaha fazer alınmadan birkaç gün önce de, olanla ölenin önüne geçilemez diye baştan kabullendiğimi belirtmişim. bir şeyi değiştirmek elimde değil, kendi hayatımı bile kelebeklerin titrek kanatları belirliyor. bunları neden yazdım bilmiyorum, bazı şeyler benim kontrolümde olmuyor; dünya'da tüm olup biten de beş duyuyla algılanamaz. bilinmeyen bir şeyler, gündelik hayatın küçük detaylarına bile hükmediyor ve bunun farkına birçok şeyi kaybettikten sonra varıyoruz. tüm bunları fark ediyorum, yazılarımı hemen hemen hiç okumamama rağmen; bazı ifadelerin gelecekten geldiğini her şey olup bittikten sonra görüyorum. şimdi yazdıklarım bile hem geçmişin hem de geleceğin tesiri altında. olmuş olanlar ve olacak olanlar arasında bir andayım; geçmişi hatırlıyor ve bazen geleceği görebiliyorum.



16 Kasım 2011 Çarşamba

eternal sound of brother

yaşam ölürken

biraz daha iyiyim.

acı, yüzeyde dolaşmak yerine içimde bir noktaya yerleşti, kendisini sabitledi ve kara kuru bir şeye dönüştü fakat bunu silip atmak yerine, bununla yaşamaya çalışmam gerektiğini kabul ettiğimden beri biraz daha iyiyim. yerdeniz büyücüsü'nü bir kez daha okuduğum ve bir sürü cevap bulduğum, ged'de kendimi gördüğüm ve yalnız olmadığımı anladığım için; hayatımın çeşitli dönemlerinde bulunmuş fakat sonra benim iletişim problemimden dolayı kopup gitmiş insanlarla tekrar konuşmaya, eski günlerden bahsetmeye ve yakın bir zamanda görüşmeye karar verdiğimiz için daha huzurluyum. bu acıyla yaşamaya ve ölmeye hazırım; hepimiz aynı anda hem ölüyor hem de yaşıyoruz zaten; schrödinger'in kedisinden tek farkımız belki de patilerimizin olmaması. her şey birbirine dönüşürken yerdeniz büyücüsü yine devreye giriyor:

Only in silence the word,
only in dark the light,
only in dying life:
bright the hawk’s flight on the empty sky.


hayat bir şekilde devam ediyor, ne kadar yaşarsan yaşa bir "an"dan fazlasına sığmıyorsun. sonsuzun bir fazlası yine sonsuzsa, yaşam da ne kadar yıldır dünya üzerinde olduğuna bağlı kalmaksızın sadece bir andır. bu anı, nasıl doldurduğun ve istediklerini ne kadar tanımlayıp bunları gerçekleştirdiğin önemlidir. yirmi dört yaşında ve hayatta en fazla istediğin şey olan yamaha fazer'in üzerinde tamamlanan bir ruh, atmış yaşında olup da hiçbir istediğini elde edememiş bir başkasından çok daha yücedir. çağlar da bunun yüceliğiyle kanat çırpıyordur belki isimsiz denizlerin üzerinde, bunu bilemem. ölümden sonrası hakkında en ufak bir fikrim yok ama öğreneceğim; dünden daha yakın yarından ise biraz uzağım bu bilinmeyen ülkeye. paniğe kapılmıyorum, acele etmiyorum, ayakta duruyorum. güzel günlerimizi, benim için besteleyip şu anda kullandığım telefonuna kaydettiği mies adlı şarkısını (sözlerini gürcan yurt'un söylesene kanka adlı şiirinden almış), godfather'in efsanevi solosunu evdeki imkanlarla gayet de güzel çalmasını, benim için bıraktığı izleri düşünüyorum. güzel bir insana dönüşmüş ve çevresindekilere de bunu yansıtmıştı. bunun keşkesi yok, motoru almasa belki başkasının motoruyla bir başkasına çarpacak ve katil olarak gidecekti; ikinci bir şans istemenin de bir manası yok; kullandığımız belki de ikinci şansımızdı. isyan etmiyorum, öfkeli değilim, çağlar'a çarpıp kaçan ve bir sürü suçtan sabıkalı herifin kafasını da kılıçla uçurma isteğim yok. bunun adil olmadığını falan da aklıma getirmiyorum, yüzüklerin efendisi'nde ne demişti hatırlarsın: 

"many that live deserve death, and some that die deserve life. can you give it to them? then do not be to eager to deal out death in judgement. for even the very wise cannot see all ends"

bana güç veren kitaplar, insanlar, şarkılar ve geçmişi hatırlayabilme yetim oluyor; işaretleri yakalamaya çalışıyorum. doğru yorumlamanın ve biraz üstten, bir atmacanın yeryüzüne baktığı yükseklikten her şeye bakmanın peşindeyim.

herkese teşekkürler, etki alanının bu kadar geniş olduğunu bilmiyordum.