bazen'i yazıp biraz daha ofiste kaldıktan sonra artık gitme vaktim gelmişti, otelde en azından gözlerimi dinlendirebilir ve rüya görebilirdim. hem karnım da iyice acıkmış, sırtım sinyal vermeye başlamış, antalya'nın keskin rüzgarları da ağaçları yerlere kadar indirmeye başlamıştı da kitap mı yazıyorsun ulan ne anlatıyorsun?
ofisten çıkıp parkın içinden geçerken, alt katta terzilik yapan ve akşamları parktaki bankta oturan amcaya rastladım. tuhaf birisiydi, türk değildi. türkçe'yi uzun zamandır bilmesine rağmen anadilinin etkisini azaltamadığından mimarlığa arşitekçur diyordu. konuşması sevimliydi ve onu türkiye'de terzilik yapmaya iten hayat hikayesi neydi bilmiyorum. kelimeleri yuvarlamasından anadilinin fransızca olduğunu, fakat yüzünün kuzey afrika'dan (tunus ya da cezayir) geldiğini fark ettim. eski bir montu vardı ve bir türk'le evlenip buralara gelmişti. nerede tanışmışlardı ki acaba? çocukları var mıydı? bütün bu soruların cevabını devam eden günlerde öğrenecektim.
mimarlığın iyi bir meslek olduğunu ama her şeyden önce gezmek ve şehirlere bakmak gerektiğini söyledi, kendisinin artık ömrünün sonuna geldiğini ama mimar olmayı hep istediğini de ekledi. gezmeyen mimardan, tam anlamıyla mimar olmayacağını söylerken, yaşlı adamın benim 40 sene sonraki halimin bir yanılsaması olduğunu bile düşündüm. fakat gerçekti, başka birisiydi ve türkçe'deki karşılığını bilmediği kelimeleri kullanmaya devam ediyordu. "gezcek sen memleket memleket" deyip bana iyi akşamlar diledi. nasıl da haklıydı anlatamam, nasıl da yüreğime dokundu. daha birkaç saat önce yazısını yazdığım şeyin, parkta oturan bir adam tarafından yinelenmesi düşüncelerimde doğru ve yaşayışımda yanlış bir şeylerin olduğunun yeniden altını çizdi. fikir bazında haklıydım ama bu haklılığımı puana çeviremiyordum; daha avrupa'ya gitmeden, önemli binaların galeri boşluklarında kafamı yukarıya kaldırmadan, provence'nin dar sokaklarında sırtımda çanta, elimde eskiz defteri dolaşmadan yarım bile değil çeyrek mimardım. ve bu eksiklikle gelip de çalışmaya çalışıyordum.
parkı arkamda bırakıp alışveriş merkezinin kaygan zeminli girişinden içeri girdim, ne yiyeceğimi bilmiyordum. sıcak bir çorbanın özlemiyle üst kata çıktım, ecnebilerin food court dediği ve anlayış olarak birbirinden hiçbir farkı olmayan markaların yan yana dizildiği bir sahneye baktım. burger king ve aynı tatlarından yemek istemiyordum, belki acılı tavuk iyi olabilirdi? popeyes'in tavuklu menüsünü alıp masaya oturdum. insanlar ve malzemeler yine aynıydı, giydirme cephenin detaylarına ve tavanda devam eden ışık bandına bakarak yemeğimi yedim.
her günüm yine aynı geçmeye başlamış ve parktaki adam gün içinde duyduğum en anlamlı cümleyi fısıldamıştı.