30 Aralık 2010 Perşembe

gezcek sen memleket memleket

bazen'i yazıp biraz daha ofiste kaldıktan sonra artık gitme vaktim gelmişti, otelde en azından gözlerimi dinlendirebilir ve rüya görebilirdim. hem karnım da iyice acıkmış, sırtım sinyal vermeye başlamış, antalya'nın keskin rüzgarları da ağaçları yerlere kadar indirmeye başlamıştı da kitap mı yazıyorsun ulan ne anlatıyorsun?

ofisten çıkıp parkın içinden geçerken, alt katta terzilik yapan ve akşamları parktaki bankta oturan amcaya rastladım. tuhaf birisiydi, türk değildi. türkçe'yi uzun zamandır bilmesine rağmen anadilinin etkisini azaltamadığından mimarlığa arşitekçur diyordu. konuşması sevimliydi ve onu türkiye'de terzilik yapmaya iten hayat hikayesi neydi bilmiyorum. kelimeleri yuvarlamasından anadilinin fransızca olduğunu, fakat yüzünün kuzey afrika'dan (tunus ya da cezayir) geldiğini fark ettim. eski bir montu vardı ve bir türk'le evlenip buralara gelmişti. nerede tanışmışlardı ki acaba? çocukları var mıydı? bütün bu soruların cevabını devam eden günlerde öğrenecektim.

mimarlığın iyi bir meslek olduğunu ama her şeyden önce gezmek ve şehirlere bakmak gerektiğini söyledi, kendisinin artık ömrünün sonuna geldiğini ama mimar olmayı hep istediğini de ekledi. gezmeyen mimardan, tam anlamıyla mimar olmayacağını söylerken, yaşlı adamın benim 40 sene sonraki halimin bir yanılsaması olduğunu bile düşündüm. fakat gerçekti, başka birisiydi ve türkçe'deki karşılığını bilmediği kelimeleri kullanmaya devam ediyordu. "gezcek sen memleket memleket" deyip bana iyi akşamlar diledi. nasıl da haklıydı anlatamam, nasıl da yüreğime dokundu. daha birkaç saat önce yazısını yazdığım şeyin, parkta oturan bir adam tarafından yinelenmesi düşüncelerimde doğru ve yaşayışımda yanlış bir şeylerin olduğunun yeniden altını çizdi. fikir bazında haklıydım ama bu haklılığımı puana çeviremiyordum; daha avrupa'ya gitmeden, önemli binaların galeri boşluklarında kafamı yukarıya kaldırmadan, provence'nin dar sokaklarında sırtımda çanta, elimde eskiz defteri dolaşmadan yarım bile değil çeyrek mimardım. ve bu eksiklikle gelip de çalışmaya çalışıyordum.

parkı arkamda bırakıp alışveriş merkezinin kaygan zeminli girişinden içeri girdim, ne yiyeceğimi bilmiyordum. sıcak bir çorbanın özlemiyle üst kata çıktım, ecnebilerin food court dediği ve anlayış olarak birbirinden hiçbir farkı olmayan markaların yan yana dizildiği bir sahneye baktım. burger king ve aynı tatlarından yemek istemiyordum, belki acılı tavuk iyi olabilirdi? popeyes'in tavuklu menüsünü alıp masaya oturdum. insanlar ve malzemeler yine aynıydı, giydirme cephenin detaylarına ve tavanda devam eden ışık bandına bakarak yemeğimi yedim.

her günüm yine aynı geçmeye başlamış ve parktaki adam gün içinde duyduğum en anlamlı cümleyi fısıldamıştı.









29 Aralık 2010 Çarşamba

bazen

bazen, gün içinde biriktirdiğim tüm bazenler birleşiyor ve başa çıkamayacağım kadar büyüyor. bazen, her şeyin sonunda vardığım noktanın, herkesin gittiği bir ofiste voice of the soul dinleyip başlığı bazen olan yazılar yazmaktan fazlası olduğunu düşünüyorum. atmam gereken büyük bir adım var biliyorum fakat bekletiyorum, yaptığım işlerin aynılığı ve yaratıcılıktan uzak olması benim hayalini kurduğum binlerce şeyden birkaçı değildi. saçak, kompozit kaplama, biraz motif, fotoselli kapılar, granitler, güneş kırıcılar... malzemeler aynı, sadece oranlarını değiştirerek yeni proje yapıyoruz. beklentiler ve perspektifler aynı, köşeler ve işverenler aynı. oysa bugün ünlü mimarların yapıtlarına baktığımda, ne başkasına benziyor yapıtları ne de kendilerini tekrara düşüyorlar. her seferinde kendisini aşan, mimar olmanın gerçekten ne demek olduğunu yeniden gösteren, tanrısal bir kudretle yaratıp yeniden bozan adamlar var ve ben bu gidişle onlardan birisi olamayacağım. bu adamlardan birisi olmaya giden yolun ilk adımlarında bile değilim, tamamen başka bir yola sapmış olduğumu her akşamüstü yeniden fark ediyorum. her akşamüstü mutfağa gidip güzelinden bir kahve yapıyorum, şanslıysam kurabiye tarzı bir şeyler oluyor; şanssızsam da belki değişir diye işten çıktıktan sonra loto oynuyorum. uğurlu sayılarım var doktor, üç tanesi yan yana değil üst üste bile yıllardır gelmiyor. 

bazen, maaşımı alıp bunun bir kısmını biriktirmenin ne iş yaptığımdan çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. belki biraz daha para ha? paranın kullanım alanının bu kadar yaygın olmasına şaşıyorum çokça, güneş gören evle görmeyen arasındaki tek fark paradır. külüstür bir arabayla, gümüş renginde bir a5'in arasında da asıl fark paradır, devir-beygir-ısıtmalı deri koltuklar teferruattan öteye gidemez. şu an yerin yüzlerce metre altında çalışan gözbebekleri bile kararmış madencilerin orada olma sebebiyle, başka bir adamın okyanus gören malikanesindeki jakuzisinde manzaraya karşı içki içmesinin sebebi de tuhaf bir tesadüfle yine aynı şeydir. ali ağaoğlu'nu öpen güzel kızların dudaklarını harekete geçiren de çapkınımızın inci dişleri değildir. para insanı şaşırtır, kimi mitolojilerde dedirtir. hepi topu otuz gün süren bir ayın iyi ihtimalle yirmidört tanesinde seni sabahtan ofise sokar, akşama kadar bırakmaz. 

bazen, bazı şeylere gereğinden fazla taktığımı; bazen de, hiçbir şeyi yeterince umursamadığımı düşünüyorum. önceliklerimi belirleyememiş olmak bana zaman kaybettiriyor, neyi ne kadar istediğimi pi'yi üç alsam bile hesaplayamıyorum. her şeyi bırakıp gitme isteğim var mı peki? bırakacak kadar çok şeyim yok, bir sırt çantamdan mütevellit tüm servetim. bu ay bir otelde, gelecek kim bilir hangi cehennemdeyim? aynı otelin başka odasında kalarak hayatımda bir değişiklik yapmak bile olası, klimasız ortamdan çalışmaya da iyi alıştım zaten. bazen vücudumun sabrını fazla zorladığını ve intikamının acı olacağını düşünüyorum, bazen oturan bir forma dönüş sürecimin tamamlanmak üzere olduğunu ve hayatımın geri kalanında bir ofiste rahatlıkla yaşayabileceğimi, otelime döndükten sonra da bir koltukta uyuyabileceğimi düşünüyorum. bazen pek düşünmüyorum, içgüdülerim beni yemeğe götürüp sonra da yatağa atana kadar beynimi devre dışı bırakıyorum.

bazen, neyden bahsettiğimi bilmediğim bir yazıyı da farkında olmadan yazmış bulunuyorum.



to bid you farewell

2009'un ağustosunda, 4. levent'teki adidas outletten aldıktan sonra beni hiç yalnız bırakmayan ve türlü serüvenlere atıldığım bu süperstar'ın macerası da 2010 ile hemen hemen aynı zamanlarda bitiyor. artık yaşlı ve yorgun bir ayakkabı bu, bayrağı daha genç bir modele teslim etmek ve evin kapalı balkonunda emekliliğe ayrılmak istiyor. belki hafta sonları güzel bir yere gidersem gelirmiş ama özellikle mimarlık ofisinin ölü parkelerine dokunmak istemiyormuş. otelin halıfleksine de pek sıcak bakmıyordu zaten, antalya'yı fazla sevmedi. olimpos sahilinde beraber güneşlendiğimiz günlerden epey bahseder oldu, konserlere de beraber gittiğimizi anımsayıp "hey gidi günler" dedi. 

istanbul'da alıp tüm ege'yi ve akdeniz'i bitirdiğim, güneydoğu anadolu'nun diyarbakır'ında sabah koşusu ve mıntıkasında yanımda olan, bu yetmezmiş gibi benimle ankara'ya, sakarya'ya gelen, sonisphere'deki tüm konserlerde beni taşıyan, diplomamı almaya gidip nevizade'de bunu kutlarken benimle coşan, askerdeki son günümde kışladan sonsuza dek beraber çıktığımız, uçağa koşar adım binip pencere kenarında tuhaf bir sevinçle oturduğumda benimle aynı duyguları yaşayan ve şimdiden efsanevi olarak adlandırdığım bu çifti saygıyla anmak boynumun borcu. beraber az şey yaşamadık, berbat zamanlarımızı çok güzelleriyle değiştirirken bir sonraki macerayı düşündük. güle güle siyah üzerine gri çizgilim, senden sonraki seninkinin yarısı olsa yeter.

28 Aralık 2010 Salı

alternatif


bir zamanlar alternatif rock'ın neyin alternatifi olduğunu düşünürken, son bir haftadır altıgen motifin çeşitli alternatifleri ve cephedeki görüntüsü üzerine düşünüyorum. petekten girip musevi yıldızından çıktığım da oldu, motifin anasından girip babasından çıktığım da. birleşim yerlerinde hata çıktıkça müziğin sesini açtım, fikirler değiştikçe ben de alternatif bir iş üzerine düşündüm. şüphesiz bir dükkanım olsa ve bira satıp sıcak parayı ellesem daha keyifli olurdum. az fikirli, bol çeşitli, ahşap tabelası ve rafları olan, her daim soğuk biranın bulunabileceği bir ikmal istasyonu üzerine düşündüm. floresan yerine gizli led aydınlatmalar kullanırdım. raflar, biraların gösterisini yaptığı bir broadway sahnesi gibi olurdu. ekmek almaya gelen adam iki de bira alırdı yanına diyeceğim de ekmek satmazdım. her şeyden biraz olmak, uzun vadede hiçbir şeyde yeterince iyi olamamak gibi sonuçlar doğuruyor; neyi en iyi yaptığım konusunda şüpheye düşüyorum. uzmanlaşmak gerek, bir konu hakkında yeterince mesai verdikten sonra aşama kaydetmek gerek artık. vasıfsız işçi statüsünden kurtulmak ve google'da bulunmak istiyorum ulan!

neyse ki, yukarıda bir kısmı görülen çalışma olumlu karşılandı. akşama yetişip yetişmeyeceği soruldu, ben de yetiştirebileceğimi söyledim. biraz daha render almak ve insan koymak lazım sahneye. insanına koyacağım artık, yeter sıkıldım polyline'dan objeden. hele ağaçtan, bitkiden sanal ortamda koşarak uzaklaşmak istiyorum. bana gölgesinde uyuyabileceğim gerçek ağaçlar lazım, saçağın üzerine çıkmış ruh hastaları değil. acaba ağaçlarım neler yapıyordur şu an, deniz kenarında durup da dallarını suya uzatan, yerçekimine meydan okuyan. kimsenin uzun senelerdir gitmediği sapa bir koydaki zeytin ağacı, altında kırmızı içtiklerim, kaya mezarının yanında çıkanlar? bir kamera sistemi olsa, akşama kadar ağaçlarımı izlemekten sıkılmazdım; nuri bilge ceylan filmi izler gibi izlerdim.

fakat şimdi bir projenin alternatifinin alternatifine bir alternatif daha düşünmem lazım. bir fonksiyonun tersinin tersi fonksiyonun kendisini verir de bir projenin alternatifinin alternatifi?

bunu da bilmiyorum.

every adidas has a story #2


mountain view


yeni yeni kullanmayı öğrendiğim istatistikler ve veri analiz eden türlü şarlatanlıklar der ki: senin bloga mountain view'den bağlanan adam var. ben de derim ki: lan bu ne güzel isimdir. dağ manzarası. ne kadar sade ve etkili, belli ki orada şahane bir dağ var ve bu dağ, başka yerlerdeki dağlardan çok daha güzel olduğu için insanlar o bölgeye bile böyle isim vermiş. denver'daki dağlar, ohio'daki hatta illinois'deki dağlar bile solda sıfırmış ki ben ohio'da dağ olup olmadığını bile bilmiyorum, insanlar buraya gelir gelmez başka isme gerek olmadığı hususunda anlaşmışlar. yazdığım bir yazı kuzey amerika'ya gidiyor ama ben hep ofiste ya da evde oluyorum. ya yarım ekmeğin içine sürdüğüm üçgen peynirlerimle işe geç kalıyorum ya da bugün ne yesem diye alışveriş merkezinin birisinde, parlak granitin üzerinde kurt gibi dolaşıyorum. oysa yazılarımın burada kalmasını, benliğimin yolda olup bir uçağın penceresinden kümülüs bulutlarına bakmasını isterdim.

-erdim, -iyordum gibi şeylerle cümle kurmayı, fiil çekmeyi seviyorum ama adlarını bilmiyorum. geniş geçmiş zaman mı ne zıkkımdır bu? bir tane past perfect future gibi zaman yolculuğundan başka hiçbir şeyde kullanılmayan bir tense yaratamadık ona yanıyorum. 

mountain view ha? california'daymış google öyle söylüyor, google bu söz konusu yere önümüzdeki 43 sene boyunca gidemeyeceğimi ama senede bir gitmek isteyeceğimi de söylüyor. belki söz konusu yerde dağ bile yoktur, eski insanlar ironi yapmak ve gelenleri şaşırtmak-dedirtmek bile istemiştir bilmiyorum. fotoğraflarına bakmak yerine mountain view hakkında imge uydurmak, karlı zirvesini ve günbatışında aldığı rengi hayal etmek  daha güzel olabilir. çünkü, gerçekler hiçbir zaman beklentileri karşılayamıyor.

dağın başladığı yerde büyükçe bir göl de olsun, sabah erken saatlerde dağın yansıması olduğu gibi gözüksün madem. kışın bile koyu yeşil olsun yamaçlar, ağaçlar yapraklarını dökmesin. yılın belli zamanları laciverte çalan mor bir renge bürünsün koca mountain, bunun için kıtanın doğusundan bile fotoğrafçılar gelsin. jack kerouac'ın izinden giden bir 21. yüzyıl gezgini de bu dağın eteklerinde kamp yaparken, kar suyunu ısıtsın. bilmiyorum, istatistikler bu bloga amerika'dan bir ziyaretçi var diyor sadece, gerisini ben uyduruyorum.

kayıtları düzenle

dün başlayıp da yarıda bıraktığım bir sürü yazının giriş cümlesi, gece yarısı odamın balkon kapısının altından süzülüp omzumdan dürterek uyandırdı. sinirli ve bıkkın gözüküyorlar ve yazılara ne zaman devam edeceğimi soruyorlardı. uykulu gözlerle bilmediğimi söyledim, tek isteğim uyumak ve rüyaların yarı gerçekçiliğinde uçmaya çalışmaktı. cümleler net bir cevap almadan gitmeyeceklerini ve bu şekilde sorumsuzca davranırsam beni sabaha kadar uyutmayacaklarını söyledi. toplasan bir paragraf bile etmezlerdi ama bir şekilde can sıkıyorlardı yine de. onlara ofise gider gitmez ne kadar yarım kalmış yazı varsa tamamlayacağımı ve beni rahat bırakmaları gerektiğini, daha adamakıllı mantıksız rüya görmediğimi söyledim. en uzun cümle, odanın içinde dolaşıp başucumda duran kitaplara baktı, oğuz atay'ın korkuyu beklerken'ini eline alıp inceledi. ben de o sırada gözlerimi yeniden kapatmaya başladım, çıkarken kapıyı iyi çekmelerini tembihleyerek rüya alemine geri daldım.

rüyamda yine olimpos'taydım, sahil şeridinde bir pansiyonda kalmaya karar vermiş bu yetmezmiş gibi de olimpos'ta bir ofis bulmuştum. denizin hemen karşısındaydı ofis ve pansiyon, sabah erkenden yüzmeye gidiyordum. dayım, babam ve kardeşim hafta sonları yanıma geliyor, sazlıktan çatısı olan ve efes satan bir mekanda tuborg'un peşinde koşuyordum. hemen yandaki markette tuborg dolabı vardı fakat yeterince soğuk değildi, net ve gerçekçi bir hayal kırıklığı kesinlikle. tuborg gold'ların boynundaki promosyon fıstığı bile gördüm allahsız, bu nasıl rüyalar alemi? neyse kırmızı tuborg'lar yeterince soğuktu, üç tane ondan aldım ve mekana geri döndüm. efes brandalarıyla çevrilmiş kalabalık ve anlamsız bir mekandı, resmen sözlük zirvesi gibiydi ortalık.

rüyamın kırmızı tuborg sonrası kısmı ofiste çizim yaparak ve laptopun yetersizliğinden şikayet ederek gelişti. mesaiye devam ediyor gibiydim, projenin kesitini çizip programı kapatınca gözlerimi güney afrika'da açtım. eski bir kulübeydi ve zenci çocuklar yalın ayak çamurun içinde koşuyorlardı, henüz dinmiş bir yağmurdan sonra muz ağacı görmek neye işaret eder bilmiyorum ama yorucu bir rüya deneyimi yaşıyordum. kıta değiştirmek yıpratmıştı ve sabaha karşı birden uyandım. saate uzandım ve daha beş olduğunu fark edince geri yattım, sonrasında bir şey hatırlamıyorum.

sabah üçgen peynir ve yuvarlak domatesle geometrik bir kahvaltı ederken portekiz'i anlatan bir gezi programını izledim ve içimdeki gezgin, ağır gözkapaklarını yeniden kaldırıp "biz de gidelim" dedi. dar sokaklar, taş duvarlar ve boyası kalkmış eski kapıların resmi geçit yaptığı bir programa elimde yarım ekmekle bakakaldım. porto diyordu, denizcilik diyordu, okyanus diyordu. tüm kelimeler boğazıma takıldığından ekmeğimi güçlükle bitirdim. hafiften geç kalacak gibiydim işe, ortalığı toplamaya fırsat kalmadan üstümü giyindim ve kendimi sokağa attım. adımlarımı hızlandırsın diye death-bite the pain'i açtım, beş dakikada ofisteydim.

bilgisayarım açılana kadar mutfağa gidip kendime bir kahve yaptım, yeni bir güne daha başlamıştım ve iş yüküm fazla değildi. geçen cuma gösterdiğim insanüstü efor, bana rahat bir hafta bahşetmişti. üç kaşık kahve-dört tane küp şekerli gizli formülü bardağa koyup odama geri döndüm. yarıda kalmış yazılarım epey vardı ve blog yazarı olmanın sorumluluğu beni hafiften terk etme eğilimi göstermeye başlamıştı. önlem almalıydım. bir yudum kahveyi dilimin altına gönderirken "kayıtları düzenle" deyip yazmaya koyuldum.





27 Aralık 2010 Pazartesi

sırt çantamda kirliler

sırt çantamda kirliler, gelecekte bir günde yazmayı düşündüğüm bir hikaye. konusu, hafta içi otelde kalıp hafta sonları ailesinin yanına giderken gelecek için planlar yapan genç bir adamın, o farkında olmadan geçen son saatleri. bindiği minibüs yaklaşık yarım saat sonra hatalı sollama yaparak karşı yönden gelen bir kamyonun altına giriyor, son dakikada bile "gelecek sene şimdi gibi ne yapıyor olacağım" diyen adamın son gördüğü, kuvvetli bir ışık; son duyduğu ise metalik bir feryat oluyor. ayaklarının dibinde ise hafta içi giydiği için kirlenen çamaşırların olduğu üzerinde impossible yazan bir sırt çantası var. bu hikaye ise bu cumartesi ailemin yanına giderken hatalı sollama yapan minibüsün sol arka tarafında aklıma geldi. death'in voice of the soul'unun ne kadar muazzam olduğunu düşündüğüm sırada başka bir aracın farlarıyla yüzleşmek zorunda kaldık. minibüsümüz küçük ve beyaz bir tavşan gibi kalmak yerine kendi şeridine girdi, ben de sırt çantamda kirlilerle eve ulaşmayı başardım. çorba, balık ve patates kızartmasına balıklama atlayıp aç ve sefil geçen hafta içlerimin acısını çıkarttım. her hafta, sanki aylarca başka bir yerde yaşadıktan sonra eve döndüğüm o güzel hisleri yeniden yaşıyorum ve her pazar yeniden gurbet sancısı çekiyorum. "sırt çantamda kirliler" de bu arada kalmışlığın belli belirsiz farkında olan, ölümü pek düşünmeyip birdenbire bununla yüzleşmek zorunda kalan genç bir adamın farkına varmadan geçen son saatleri üzerine olacak. maaşını almasına birkaç günü kala hem de.

25 Aralık 2010 Cumartesi

yolunda

yolda ne kadar güçlü ve bağımsızsa, yolunda da o kadar yelkenleri suya indirip kabullenmiş. bugün işler yolunda, cumartesi olduğu için beynimin işe bakan kısmının kepenkleri kapalı, ışık bile sızmıyor. hafta içi gösterdiğim efor yetti, şimdi yolda dinlemek için albüm indiriyorum. cep telefonumu da bilgisayara bağlayarak bu konularda yıllardır süregelen basiretsizliğimi yenmenin haklı gururuyla ve yine montumla oturuyorum. sanıyorum ki bu işyeri benim senelerimi vereceğim bir yer olmayacak. çünkü patronun yüzünü üç gündür görmüyorum, klimaya dair hala bir haber yok ve öğlen yemeğini düşünmeyen işyeri mi olur allasen? nereden tutsan elinde kalıyor, resmen fantastik edebiyata her gün bir sayfa daha ekliyoruz. neyse, zaman her zaman olduğu gibi gelecek hafta da bize yapmamız gerekenleri fısıldayacaktır. tek yapmak gereken biraz sessiz bir ortam sağlamak.

şimdi ise eve giden uzun yolda dinlemek için aklıma gelen güzel albümleri indiriyorum. pilli bebek ve radiohead her zaman yanımda olması gereken acil durum çantası gibilerdir, gibidirler? şu çoğul ekleri hangi kahrolası durumda nasıl ekleniyor hala anlamış değilim, fiil çekimleri konusunda da epey sıkıntı çektiğimden yıllardır birinci tekil şahıs ve geçmiş zamandan şaşmadım patron. the bends, en sevdiğim üç radiohead albümünden biridir; street spirit'İn karanlığı, sulk'un talihsizliği ve bulletproof'un yerçekimsizliği. her seferinde başka senaryolarla gelen karanlık bir adamdır bends, oturup dinlersen bir şeyler kapabilirsin. birkaç albüm daha indirip biraz daha internette dolaştıktan sonra hafiften titremeye başlar ve patrona halil isyanını başlatırım. akşam geç olmadan eve gidip geçen haftaki pesin intikamını almak, 21.30'da orlando-boston, 00.00'da da lal-miami maçını bir şekilde izlemek lazım. yıllar önce başladığım fakat bu sıralar ara verdiğim uykuyla ölümüne savaşa bu gece devam edebilirim. nba hevesim keşke eskisi gibi olsaydı, haftanın tek maçını günler öncesinden bekleyip sabah kalkar kalkmaz sonuçlara ve istatistiklere bakma isteğiyle yanıp kavrulsaydım. maç özetleri, en iyi on smaç, en kötü dört top kaybı, şaşırtan altı crossover derken aklımı kaybetseydim. fakat şimdi kısayoluna tıklamaya bile üşeniyorum. sayı kralı kim, rebolarda durum ne? pek fikrim yok ama bugünkü maçları izlemeyecek kadar da sırtımı dönmedim eski günlere.

içimdeki gezginin ve yolda olma heveslisinin her geçen gün biraz daha öldüğünü fark ediyorum. dünya turu üzerine  haftalardır düşünmediğim gibi avrupa'ya seyahat de sabah kalkınca aklıma gelen şeylerin arasında değil. gezgin hayatı yaşayan insanlar hep oldu, olacak fakat ben bunlardan birisi olamayacağım. belki yeterince cesaretim yoktur, belki de şansım. pasaportum bile yok daha, bütün her şeye balıklama atlayacak kadar da gözü kara değilim. şu sıralar tek beklentim maaş alıp kalma işini tamamen halletmek, öğlen yemeği ve mesai saati. ne kadar ahmakça ve korkakça gelse de, diğer türlü de bir türlü başlayamamıştım. yine gezdim, gezmedim değil ama bunu hayatı yapan adamlardan olamadım. şu anda bir feribotun pencere kenarında adriyatik denizine bakıp da kitabına dönen dağınık saçlı adam ben olabilirdim belki ama yapamadım. belki bütün bunları sadece yazarak yapabilirim, dağınık saçlı adamın italya'ya indikten sonra başından geçenleri ve bir merdivende oturup defterine yazdıklarını, sanki gerçekten yaşanmış gibi ben de buraya yazabilirim. yalan söylemek konusunda fena değilimdir, söylediğim yalanlara da ilk inanan ben olduğumdan ilerisi için tamamen yalandan bir seyahatname yazabilirim. kim bilir belki evliya çelebi de benim gibi bir adamdı, hep gitmek isteyip gidemeyince duyduklarını oturup temize çekti.

bir havaalanında mahsur kalmak ve benim gibi binlerce insanla ortak çile bile (çilebile??) çekmek isterdim. oysa gündelik hayatım yolunda, akşam çorba da içersem mutlu olacağım kadar sıradanlaştım. belki de hep böyleydim sadece gezgin olabileceğim sanrısıyla kendimi kandırdım.



24 Aralık 2010 Cuma

the most beautiful

ölü adam sandıkları

tembellik hakkı

eğer tembellik bir haksa, bu hakkı elde etmek için bile haddinden fazla çalışmamız gereken bir yüzyılda yaşıyoruz. en azından bende durum bu şekilde geliştiğinden ve görünüşe göre bu bloga benden başka yazan olmadığından bunu rahatlıkla iddia edebilirim. türlü serüvenler, mimari yapıtlar, motosiklet yarışları, mitolojik geziler, yamaçlar, liverpool'da ilk 11'de sahaya çıkıp gerrard'la gol sevinçleri derken gözlerimi açtığımda sekizi biraz geçmişti ve işe geç kalmak üzereydim. babamdan aldığım kapaklı samsung bana ilk haftadan kapağı takacaktı fakat biyolojik saatim, yaklaşık onbir saatlik deve uykusundan sonra beni uyararak şahane iş yaptı. gerçek hayatımın tenis topundan pek bir farkı yok. işten sekip otele, otelden sekip işe gidiyorum. ama rüyalarım milyon dolarlık amerikan filmleri gibi, tempo bir an olsun düşmüyor. son dakikada 1-0 öne geçiyor, sonra carragher'in kendi kalesine attığı gol ile tam berabere kalacakken, steven gerrard benim pasımla galibiyeti getiriyordu. öyle muazzam bir sevinçti ki şenlenerek kalktım yataktan. haftanın bazı insanlar için son gününe gelmiştim, autocad işini kolayladıktan sonra artık modele geçmem ve altıgen motifli cephe alternatifleriyle midemi bulandırmam gerekiyordu. gün boyu yerimden birkaç kere kalktım, kahve yapıp geri geldim ve bu saatlerde ancak bir sonuca varabildim. ilk görseller hazır ve aklım uyuşmuş bir vaziyette. ne yiyeceğime karar vermek dışında herhangi bir zihinsel aktivitede bulunmayacağım. bu yazıyı bile parmaklarım kendisi yazıyor, parmak uçlarımda sanırım mikrobeyin var, beynim tamamen kış uykusuna yatmış vaziyetteyken bile blog yazarlığına devam edebiliyorum.

akşam ise market işi yoğurt-yaprak sarma ile bu haftaki rezil beslenme serüvenime bir virgül koyacağım, asker modu epey işe yaradı. soğuğa, açlığa ve türlü sefalete karşı çelik gibi dirençliyim de hala klima takılmadı, üşüyoruz reyiz! bakalım gelecek cuma oturup konuşacağım, böyle maraba gibi çalışmanın bir karşılığı olmalı. olmadı başka yere gideriz esteban, yaprak gibi savrulmak konusunda üstümüze yok zaten. klima yok, öğlen yemeği yok, mesai saati yok, cumartesi tatil yok, müzik yok ne var lan it diyesim gelir isimsiz yamaçların üzerinde fakat susarım. 

tembellik hakkımız söke söke alırız mı peki? bir sene boyunca evde tembellik yaptıktan hemen birkaç hafta sonra eylemlere girişmenin pek alemi yok, çalışmanın da gereksizliğini savunacak değilim fakat her şey karşılığını almakta bitiyor. her şeyin bir bedeli var da son pişmanlık neye yarar peki? keşke mimarlık yerine eczacılık okusaydım demiyor musun panpa? ortalama günde bir, mimarlık okuyan ve şu an düzenini oturtamamış, yemeği ucuza getirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmayan aklıma küfrediyorum ne diyorsun. ayaklarım üşüyor, parmaklarım ise yazıya başlayınca hafiften ısındı. fabrika işi yaprak sarmasına dakikalar kala, ben hala bir köşede render bekliyorum. lise arkadaşlarımdan hiçbirisi şu anda siktiğimin bir motifini cepheye uygulamıyor. afferin lan sana.





23 Aralık 2010 Perşembe

dış mimar birası



kaleköy özlemi

kaleköy'deki kalede yüzümü rüzgara verip sonsuzluğa yaklaştığımı hissettiğimde, o ana daha sonra defalarca dönmek isteyeceğime emin olmuştum. ruhumu orada demirlemek ve zamandaki yolculuğuma bedenimle devam etmek istemiştim ki, günümüz dünyasında ruh ile yapılan şeyler çok az olduğundan bir sorun çıkmayacağını düşünmüştüm. ait olduğum yer kaleköy'dü, ne ofisler ne de bilgisayarlar. mitolojik rüzgarlar içimden geçmeli ve beni yeni doğmuş bir bebek gibi pırıl pırıl yapmalıydı. kaleköy'de geçirdiğim tek bir günü hayatımın geri kalanında unutmayacağıma emin olarak oradan ayrıldım. yanımda willy vardı ve gün boyu muhtelif perspektiflerde bira içerek hayatı kutsamıştık.

şu anda tam olarak "orada olmak vardı anasını satayım" diyorum, öyle güçlü bir his ki bu içim ısınıyor. kimsesiz taş sokaklar, asırlık köşeler, ağaçlar, tekneler ve rüzgarın taşıyıp küçük limana getirdiği dalgalar. bir yanda mezarlar, yüksek merdivenler, çapalar ve kapılar. öyle güçlü nüfuz ediyor ki bünyeye kaleköy, kitlenip kalıyorsun bir haftanın yarısında bir noktada. bir daha dönmek için olası planların beyninden çıkıp masanın üzerine yığılıyor, olabilirliği üzerine fikirler geliştiriyorsun. bir kez daha görmeden ölmeyeceğim diye meydan okuyorsun azrail'e, ayağa kalkıp gitmemek için kendini zor tutuyorsun. 




22 Aralık 2010 Çarşamba

kompozit

projede ne kadar kompozit malzeme kullanılacağını bir sonraki düzeltmeye kadar geçerli olacak şekilde hesapladım, metrekarelerini yazdım, ayaklarımı nasıl ısıtacağımı ve şans topundan hangi sayıları yazmam gerektiğini düşündüm ve işte: haftanın ortasını çaktırmadan bitirdim. uyuşmuş bir zihnin sayıklamalarından ibaretim, öğlen içtiği tavuk suyuna pirinç çorbasını günün en önemli olayı ilan eden kararsız bir şansölyeyim. ofisten çıkıp çıkmamanın benim için bir önemi yok, dışarıda olan bitenler beni ilgilendirmiyor. lara'yı da istanbullaştırdım; boş adımlarla varmam gereken yere yürüyor ve gerçeği kaybediyorum. mecidiyeköy viyadüğü yerine deniz kenarında ilerleyen bir yolun olması da çok şeyi değiştirmiyor, hepsinin mutlak değeri aynı. ya da yutan bir eleman olduğumdan, içine girdiğim tüm habitatı da sıfırlıyorum. marsın kızıl yüzeyine gerekli ekipmanla da bıraksalar düşüncelerim pek değişmezdi, kraterlerin etrafından "şimdi ne yapmam gerekiyor" diye yürür ve bir sonuca varmaya çalışırdım. vardığım sonuçların yeterli olup olmadığını anlamadan da yeniden uykuya dalar, ertesi sabah aynı güne uyanırdım. bu böyle, rutinleştirmek gibi bir gücüm var. her şeyi alışkanlık haline getirebilirim. iki haftadır müziğim yok ve eksikliğini duymuyorum, bir şey okumuyor ya da izlemiyorum. otel odasının eksikliğine tamamen alıştım, musluktan çok az su akması da beni rahatsız etmiyor. televizyonun görüntünün 4'te 3'ünü göstermesi de pek umrumda değil, görünür kısımda pek de matah şeyler yok zaten. sürekli konuşan, koşan, bakan, ağlayan ve cevap veren bir sürü insan var; çeyreğini görsem bile aklımdan gerisini tamamlayabilirdim.

fakat günü kaydetme işinden biraz kopmak istiyorum, yazılacak türlü şeyler varken aynı geçen günlerimi anlatmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamak faydasız. sabah aklıma gelenleri temize çekerek bloga yeni bir yön verebilirim, hem yılbaşı için bir banner fikri gelmişti, onu modellemek lazımdı. yarına artık, yıl sonu etkinlikleri başlasın. love actually izlemenin de bir yolunu bulursam değme keyfime, göl kenarındaki evin verandasında yazı yazan adamın sahnesinde de kalkıp oynarım artık. 

ama şu an değil, şu an yiyeceğimi bulup otele gittikten sonra hafif sersemleşmiş bir zihinle televizyona bakarken uyuyakalmaktan başka bir planım yok.



bir gün daha biter

yalan ve dolanla biten bir gün daha, dev takvimden bir yaprak daha koparıp pencereden aşağıya bırakalım. alışmak sevmekten daha zor gelir mi bilmem ama kabullenmek konusunda iyi aşama kaydediyorum. günün geri kalanından net bir beklentim yok, sadece migrosa gidip leziz birkaç meze aldıktan sonra otele gideceğim. televizyon izlemek bir şey ifade etmediği gibi kitap okumak için de zihnim fazla dolu. huzur'un sayfalarında takılı kalacağıma eminim. film izlemek istesem, tek opsiyon olan sinemalarda da adam gibi bir film yok. seçeneklerle aklımı bulandırmayayım, belki gelecek ay tamamen başka bir hayatın içerisinden girerim bu korunaklı alanıma. iş konusunda endişelerim devam ediyor, hala klima takılmadı ve üşümekten sıkılmış durumdayım. iş arkadaşım ise her akşam üstü morarıp donma tehlikesi geçiriyor. öğlen yemekleri ve standartlardan yine bağımsızım, oysa kurumsal bir işe girmek istemiştim. tek isteğim allah'ın belası kurumsal bir yere girmek ve haftasonlarımı dilediğimce geçirmekti. mesai saatleri belli olan, işimin tanımlandığı ve öğlen yemek aramın diğer insanlar gibi olduğu. şimdi ne yapıyor olduğumdan tam emin değilim, patronun yüzünü beş dakika ancak görüyorum.

---- bir gün sonra ----

dün dediklerime aynen katılıyorum, henüz bir değişiklik yok. sadece projede elli santimlik küçük bir oynama meydana geldiğinden, iki gündür uğraştığım şeyler yalan oldu. insanlık için küçük ama benim için büyük bir elli santim. olsun yaparım, vakit daha erken. hem haftanın yarısını da bu akşamdan itibaren bitiriyor olacağız. gelecek hafta da koca yılı bitiriyoruz insanlık olarak. sayılar, dosyalar, programlar, özgürlükler, çarşı izinleri, evraklar, belgeler, emredersinizler, aylaklıklar ile geçen kısmen dolu 2010'u geride bıraıp 2011'e gireceğim ve yeni yıldan fazla beklentim yok. fazla musallat olmasın yeter, bir de öğlen yemeği diliyorum evet. hemen ofisin karşısındaki ev yemekleri yapan yere gidip on lira üstü vermek istemesem de fast food alternatifleri, benim için artık alternatif değil. pek konuşmaz oldum, sadece akşamları erkenden uyuyorum. yazı konusunda da bir ilerleme kaydettiğim yok çünkü ne yazacağımı planlamıyorum, bir sonraki cümlenin ne olacağı konusunda en ufak bir fikrim yok. noir desire'in solisti bertnard cantat'ın kız arkadaşını döverek öldürdükten ve sekiz yıl yattıktan sonra özgür kaldığını bu sabah öğrendim daha, sekiz seneye yakın zaman ne çabuk geçmiş. 

bir araf'tayım her zamanki gibi, odaklanmaya çalışmaya odaklanıyorum. model yapmak yerine fotoğraf çekmek daha güzeldi belki ama şu an elimde canon'um değil, mouse'um var. autocad, cinema4d ve 3ds max açık, yemek yeyip gelmemi bekliyorlar. dışarıda hava güzel, çocukların sesleri geliyor. belki deniz kenarına gidip engin mavilik katarım hafiften kararan ruhuma. belki de sadece yüzümü duvara dönüp yemeğimi yerim. neyi biliyorum ki?



21 Aralık 2010 Salı

söylesene kanka



bu uçsuz bucaksız
bu kuş uçmaz
kervan geçmez
bu yarı açık 
deryalar hapishanesi
bu dönüş yolu
çıkmaz sokak olan
diyarlara düştüğünde
arkandan hiç tasalanan
oldu mu acaba?

çocukluğundan
koşturduğun sokaklarda
şimdi senin adını haykırıp
oyuna çağıran bir dost sesi
kaldı mı hiç?

düşünürler mi ne yediğini
ne içtiğini
adın geçer mi
eski bir dost meclisinde
bilinmez...

özleyen var mıdır
yüzünü gözünü sohbetini
hayatın canlanır mı
birilerinin zihninde
bilinmez...

peki bilirler mi
nelere baş kaldırdığını
kimlerle cenge kalkıştığını
nasıl ayakta kaldığını
ne zaman yorulacağını

tanışlar birbiriyle kucaklaşırken
meçhul olmaya mı geldin?
bu amansız savaşta
imansızlara mı denk geldin?


sen bir şiiri okuyup 
duygulandığında
şairin gözyaşları
çoktan kurumustur
belki de toprak olmuştur
bilesin...

söylesene kanka
sen buralara niye geldin?

gürcan yurt

20 Aralık 2010 Pazartesi

antalya'da kış




güneşsiz pazartesiler

cumartesi akşamı başlayan hafta sonu şenlikleri, dün gece behzat ç.'nin bitmesi ve banyoya girmemle trajik bir şekilde son buldu. aynen eski günlerde olduğu gibiydi pazar akşamı; kasvetli, sıkıcı ve suçluluk duygusu uyandırıcı. sanki son anda aklıma gelen bir ödev gibiydi yine, bir sonraki gün sabah beş gibi kalkıp altı otobüsüne bindikten sonra sekiz buçukta ofiste olmak yeterince can sıkıcıydı fakat pazar akşamını da köhne bir otel odasında geçiremezdim. bunu kendime yapamazdım, hafiften yanan odun sobasının üzerindeki portakal kabuğu sanki yıllar öncesinden gelmiş gibiydi, banyo yapıp çantamı hazırladıktan sonra usulca yorganın altına kıvrıldım. 

cumartesi akşamı 3'er kırmızı ve birer gold ile, okey masasında son buldu. öncesinde oynadığımız pes'te kardeşimin brezilya ile beni perişan etmesi ise günün en can sıkıcı olayıydı. bilgisayarımı ve fotoğraflarımı özlemişim, birkaç bin fotoğrafa baktıktan sonra da içeriye geçtim. okeyin dördüncüsü gelmişti ve masaya davet ediliyorduk. barcelona yine erken kapatmıştı maçı, evindeki tüm maçlarını kazanan espanyol'un serisi son bulurken ben de o sırada okey atarak kendimi kurtarıyordum.

pazar sabahı oynanan pes'i de kardeş kazandı, yobaz gibi pes 10 oynuyoruz hala ve liverpool gerçekte neyse oyunda da o. maçın kaderini değiştirecek adam sayısı o kadar az olup gerrard da son maçta kırmızı kart görünce, pato itinin son saniye golüyle yine yenildim. tarihte hiç iki onluğu kardeşime karşı kaybetmemiştim. kahvaltıdan sonra rotayı çizdik, finike-demre arası gizemli koylar bu havada iyi fotoğraf verirdi. bulutlar ise suluboya fırçasından çıkmış gibiydi. andriake'ye varır, birkaç bira içip müzik dinledikten sonra da hava kararmadan geri dönerdik. planlar belirsizdi, yol nereye götürürse artık.

mat turkuaz deniz yanıbaşımızda uzanırken genpa'dan iki kırmızı bir gold almak için durduk, içeri girdik ve daha önce defalarca olduğu gibi tuborg dolabının çalışmadığını görünce söverek çıktık. koca ilçede tek bir adam kalmış tuborg satan fakat o adam da tuborg satmayı uzun zaman önce bırakmış. umudu kesmişken şarküteri dolabının dibinden iki kırmızı bir gold çıkardı, sadece bunlar kalmış. pazar günü fazla karşılaşılmayan mucizelerden birisiydi, yazın insanların istila ettiği koylar ise çoktan kafa dinlemeye başlamıştı. mavi deniz, sarı dağlar ve ağaçların yeşili kompozisyonundaki tek eksik renk kırmızıydı, onu da yanımızda götürüyorduk. yağmur arasıra bastırıyor ve müziğe anlam katıyordu. gökliman'a inerken have you ever seen the rain çalıyordu. vahiyler bile bu kadar isabetli olmuyor çoğu zaman.

koylarda dura dura demre'ye vardık, ismi olmayan kırmızı kayaların çevrelediği küçük bir koy fotoğrafını çekmemiz için bir an önce tasarlanmış bir stüdyo gibiydi. kum inceydi, ileride bir adam tek başına bira içip cengiz kurdoğlu dinliyordu. sarı çizmeleri vardı ve canı bir şeye sıkılmış gibiydi. kayaların üzerinden sektik; hayat, evren ve geri kalan her şey üzerine biraz konuştuk ve tuborg'un en iyisi olduğuna karar verdik. yollarda kimse yoktu, gemiler kızağa çekilmiş ve havaların ısınmasını bekliyordu. insan ırkına dair pek bir iz yoktu, terk edilmiş bir kıtaydı sanki.

güneş çok seyrek de olsa varlığını belli ederken, denizin kenarındaki dev kökler sürreal bir tabloyu anımsatıyordu iyi geçinen iki kardeşe. 

kayanın üzerinde dikilip dalgadan kaçmaya çalışırken kaçamadım ve dev bir dalga, beni kışın denize girmiş kadar ıslattı. sesten hızlı olmadığım gibi sudan da değilmişim, dün akşam saatlerinde anladım. hava erken kararınca eve dönmenin vakti geldi, kırmızı'nın etkisi azalmıştı ve her şey normale dönüyordu. saatlik peri masalı bitmiş ve gerçekler yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamıştı. yarın iş vardı, akşamına da banyo. behzat ç. olmasa gerçekten kötü bir akşam olurdu fakat pilli bebek'in sponsorluğunda bu şahane dizi, bir süre daha oyalardı beni. 

şimdi ofisteyim, dev uygulama projelerine başlamak için patronun gelmesini tedirgin bir ruhla bekliyorum. ne kadar geç, o kadar iyi. geçen hafta 60 saatten fazla çalışınca yeniden bir inançsızlık söz konusu oldu işe dair, hele ki kahrolası motif-ferforje? uygulama çizerken geçireceğim cinnetler yavaştan da rezervasyon yaptırmaya başladı, bu hafta zor geçecek anladığın gibi esteban. 

ama yeniden cumartesi olacak ve sırt çantamı alıp eve doğru giderken de tebessüm edeceğim.



my name is red





of december





18 Aralık 2010 Cumartesi

walk on


akşama kırmızı tuborg içip sonunda müzik dinleyebileceğim ve evde uyuyabileceğim için epey keyifliyim, annem güzel yemekler de yapar, televizyon da göstermesi gereken kadarını gösterir. barcelona maçı izlerken dolaptan bir kırmızı daha çekerim, kahvaltımı kuru simitle değil güneş gören bir masada yaptıktan sonra da denize girmek ve girmemek üzerine fikir alırım. belki olimpos'a belki de çıralı tarafına gideriz, kayaların üzerinden tedirgin bir ceylan gibi sekerim. fotoğraf çekmeyi de delicesine özlemiştim zaten, perspektif arayışıyla dolaşırım dere tepe. yaz boyu gittiğim olimpos yine özletti kendisini, kale'nin yine sağ üstte olduğunu bilmek insana güven veriyor, ben değişsem de mitoloji sabit kalıyor.

2-3 saate buradan çıkmam ve antalya'nın diğer ucuna gitmem lazım, fazla karanlığa kalmamak gerek değil mi esteban? cumartesiden ne koparsak kardır, pazartesi dev uygulama projeleri başlıyor. çizmekle bitecek gibi durmuyor ki en son hangi kahrolası projenin uygulamasını çizdiğimi bile hatırlamıyorum. zor olacak. 

en son kırmızımı nerede içtiğimi unuttuğumdan kafayı iyi bulacağız sanırım. 

17 Aralık 2010 Cuma

sahaf

sanki yaşadığım şu an; bir rölöveyi bitirmeye çalışıp akşam ne yapacağımı bilmemem, cuma gününün haftanın son günü olmasını istemem, yirmisekize sürüklenen yaşım, hafif sıkılan canım ve konuşmak istemeyişim, uzun seneler sonra eski kitaplarla çevrilmiş bir sahafta oturup kitap okurken geçmişe yaptığım küçük bir yolculuk gibi. şu anki halim küçük bir düş, küçük bir geriye dönüş. gerçek ise, eski bir kitabın ortasında okumaya ara verip karşısındaki kitaplara bakan yaşlı bir adam. en sonunda kitapların çağrısına dayanamayıp buna boyun eğmiş ve hayatının geri kalanında bu kararından hiç pişman olmamış sessiz ve derin bir adam. gençliğinin bilinmezliğinde şehirden şehire sürüklendiği yılları ve mecbur olduğu için katlandığı türlü sıkıntıları düşündükten sonra kitabına geri dönecek. belki bir bardak çay koyar kendisine belki de bir müşteri gelir ve "geçen ay şu kitabı sormuştum, geldi mi?" diye sorar. genç ve hevesli çocuğun, yolda'nın eski baskılarından birisini sorduğunu hatırlayan yaşlı adam da üzülerek kaşlarını kaldırır. genç gittikten sonra çayını karıştırır ve ara verdiği kitaba devam eder. bu kitap ise, yolda'nın yaklaşık yarım asırlık bir baskısından başkası değildir. kimseyle paylaşmayacağı tek hazineye gözü gibi bakarken, akşam yavaşça şehrin üzerine iner. bir yerlerde yağan karın soğuğu kapının altından sızar ve ihtiyarın dizlerini sızlatır. bu sefer kapıda bekleyen başka bir genç değil, çetin bir kıştır.

here comes a new challenger!

taytı, pelerini, parlak çizmeleri, parası, aracı hatta ehliyeti, sosyal güvencesi, evi olmayan bir kahraman bu; tek özelliği reenkarne olması. ölür ölmez tekrar doğuyor, yedi sene bekledikten sonra tekrar okula gidip yıllarca okuyor, okulunu zamanında bitirememek gibi bir özelliği de var, iki sene uzattıktan sonra askere gidiyor, askerden gelip biraz işsiz kaldıktan sonra bir işe giriyor. onu bir kahraman yapan özelliği ise, her hayatında ilk maaşını almaya sayılı günler kala aptal bir kaza sonucu ölmek ve saatler sonra yeniden doğup her şeye yeniden başlamak. askerliğini birinci dünya savaşı esnasında üç, ikinci dünya savaşında beş sene; 2000'li yılların başında zorunlu askerlik uygulayan bir ülkede beş ay yaptığı da oldu. askerlik sonrası sendromunu her seferinde yaşadı, 70'lerin başında savaş karşıtı gösterilerde bir tekerlekli sandalyede washington'da dolaştığı da oldu. savaş karşıtlığının bir sonuca ulaşmayacağını fark edip bir markette çalışmaya başladıktan tam otuz gün sonra yeniden öldü.

insanlığın asırlardır yaşadıklarını, bir de kendisi yaşayan; sürekli yeniden doğup her hayatında perişan olan, bazen çok içip bazen de dine saplanan ve diğer insanlardan hiçbir farkı olmayan kendi halinde bir süperkahraman bu. tam kendi parasını kazanıp işlerin yoluna gireceğini düşünürken yeniden ölen, tanrı'yı bile üzen kadersiz bir seçilmiş. trajikomik, öleceği günün sabahı bile ilerisi için planlar yapan, gelecek parayı nereye harcayacağını az çok hesaplamış, para biriktirmek konusunda hevesi olan fakat buna binlerce yıldır muvaffak olamamış sessiz, sakin ve hafiften içine kapanık bir adam. ölüm onu kıskıvrak yakaladığında, genelde o akşam ilk maaşıyla kendisine ziyafet çekmeyi düşünen ve bu uğurda öğlen yemeğine bile çıkmayan bir talihsiz...



3d tanrısı alex roman



böyle arsızları gördükçe bilgisayarı bıçaklayıp teslim olmak istiyorum. ben daha ferforjeyle, rolöveyle, saçmasapan eski kafalarla uğraşayım; elin oğlu aşsın, tur bindirsin.

fırtınalar ülkesi


zor bir geceydi, bir ara otelin temellerinden kurtulup denize doğru yuvarlanacağını ve kısa hayatımın görkemli bir sonla noktalanacağını düşündüm. camlar titriyor, saniyede bir çakan şimşekler odayı alabildiğine aydınlatıyordu. dalgaların sesleri, rüzgarın uğultusunu da yanına katıp duvarların içinden geçiyor ve televizyonun sesini engelliyordu. dışarıda kıyamet koparken, diyagonal odamda migros'tan aldığım muhteşem mezeleri yemekle meşguldüm. patlıcan salatası, ciğer ve italyan salatası ile son günlerin en görkemli menüsünü, ortalama bir fast food fiyatına almış ve yaklaşan fırtınaya yakalanmadan kendimi korunaklı mekanıma atmıştım.

arabaların alarmı baskıya dayanamayıp çalmaya başlarken, rüzgar da her dakika şiddetini ikiye katlıyordu. ağaçlar yerlere kadar eğilip aman diliyorlardı mitolojik tüm tanrılardan. yer gök birbirine girmişti ve ortalık sakinleşecek gibi gözükmüyordu, o sırada yüzümde hafif bir tebessüm ekmekle mezelerin dibini sıyırıyor ve yarın yiyeceğim mezelerin listesiyle meşgul oluyordum. whopper bile asker karavanası gibi gelmeye başlamıştı, meze işini bulmakla iyi etmiştim.

odanın camları tamamen kapalı olmasına rağmen, belli belirsiz bir rüzgar battaniyelerimin altına sızıp ayak parmaklarımı gıdıklamaya çalışıyordu. yatağımdan kalkıp camın kenarına gittim, büyük prodüksiyonlu bir şovun en ön sırasındaydım sanki; tüm coğrafya bir sirkin dekoru gibi gözüküyordu. dışarıya çıkmak tehlikeliydi ve ne yazık ki tehlike benim göbek adım değildi. zaten pijamalarımı giymişken dünya'nın hiçbir süper gücü beni dışarıya çıkaramazdı.

ortalığı topladıktan sonra televizyonu açıp kat kat battaniyelerin altına girdim, bazen katlar arası anlaşmazlığa düşüyor ve bacağımın birini ikinci katta, diğerini ise dördüncü katta buluyordum. ev baklavasının içindeki ceviz gibiydim o kadar kat battaniyenin arasında (bana sakın metaforlarla gelme çocuk).

dışarıda küçük çaplı kıyamet koparken, tüm sakinliğimle fırtınalar ülkesinden çıkıp uyku krallığına doğru adımlarımı hızlandırdım. rüyamda durgun bir deniz ve örnekköy diye fantastik bir ülkeden eve çıktığımı gördüm.

16 Aralık 2010 Perşembe

beautiful day

u2'nin bu şarkısını bundan tam sekiz sene önce, ankara metrosunun girişinde kız arkadaşımı beklerken montumun cebine sığdırmayı başardığım walkmenimden dinlemiştim. ben soğukta dikilirken dünyaya merhaba demiş bir çocuk, bugün sekiz yaşına bastı. geçtiğimiz sekiz sene benim hayatımda öyle büyük değişiklikler meydana getirmezken, çocuğun hayatı her şeye hayret etmekle ve bol bol oyun oynamakla geçti. onun okul öncesi sorumsuzluğu bitti, hafta içi her gün erkenden kalkmak ve okula gitmek zorunda; benim de okul dönemim bitti ama yine erkenden kalkmak ve işe gelmek zorundayım. onun önünde okumakla bitmeyecek, bende de çalışmakla bitmeyecek seneler var. her 16 aralık'ta o doğum gününü kutlarken, ben de birkaç kırmızı tuborg ile akşamı getireceğim.

gün güzel başladı, dünden bitirdiğim işler bugünün yükünü omuzlarımdan epey indirdiğinden biraz rahattım. biraz autocad, biraz modele alternatif fikirler, biraz sözlük ve biraz da scrabble. dışarıda gök gürlerken yaptığım kahve de şık durdu, ilkokulun bahçesinde oynayan çocuklara baktım. var mıydı acaba 16 aralık 2002'de doğan aralarında? 2000 sonrası doğan çocuklar kinder sürprizden çıkmış oyuncaklar gibi geliyor, oysa 90'lıların bile şaka maka yirmi yaşına bastığı günlerdeyiz. yaşlıların sıkıntı veren yaş hesabına pek girmeden günün en güzel olayını anlatayım:

aynı odada çalıştığım ve keşif-metrajdan sorumlu kız, yaklaşık saatte bir yanıma gelip yaptığım modele bakıyor ve hayret ediyordu. hevesleniyordu aynı şeyleri yapmak için, sorular soruyordu. son dört günümü bu davranışına sabretmeye çalışarak geçirmek ise beni yıpratmaya  başlamıştı. benimle aynı ekrana bakan insanın varlığı tüylerimi diken diken ediyordu, elim mouse'a bile gitmeden mal gibi butonlara bakıyordum ve o, bütün bu negatif enerjiden bir şey anlamıyordu. gün geçtikçe her şeyin daha da kötüleşme ihtimalini göz önünde bulundurarak "kusura bakma ama birisi bakarken çalışamıyorum, kişisel algılama fakat bu yıllardan beri böyle" dedim.o da bunu anlayışla karşıladı ve masasına bir daha kalkmamak üzere oturdu. muhteşemdi, hem de sadece bir haftada! inanabiliyor musun amanda?

öğlen yemekleri ise semtin pahalılığı nedeniyle çile olmaya devam ediyor, bir çorba da dört lira etmez ulan? dün, ucuz olur diye beyaz floresanla aydınlatılmış bir mekana gidip yayla çorba-adana dürüm ikilisine 12 lira verdim, içim sızladı. bugün de mercimek çorbası aromalı kaynamış suya dört buçuk vererek rekorumu geliştirdim. eve çıkmak şart, hem annem de gelir yemek yapar, insani yardım getirir. otelin sorumluluğu neredeyse hiç yok ama insan sıcak bir çorba istiyor bu soğuk akşamlarda. bu akşam ise pizza diyor içimden bir ses, sbarro'ya domalacağız artık elimizden geldiğince. hemen otele gitmek istemiyorum, dün ayı gibi on iki saate yakın uyudum. bu haftanın uykusuz'u çıkmıştır, biraz da ayakkaplara bakarım. mevcut süperstarlarım miyadını doldurmak üzere ve uzmanlar, ay sonunda alacağım maaşın bir kısmıyla ayakkabı almamın neredeyse kesin olduğunu ve bunun dünya ekonomisine taze bir kan gibi geleceğini söylüyor.

bununla birlikte kırmızı tuborg içme isteğiyle her akşam güreşmekten bıktım. hafta sonu kardeşimle evde, kendi bilgisayarımın karşısında içerim üç tane, pırıl pırıl yapar. yarının cuma olması, cumartesi çalışıyor olmama rağmen umut veriyor. cumartesi biraz erkenden çıkarım, otobüse yetişir ve ilçeye dönerim. ilçeye gelişim şerefine koyunlar kesilir, davullar çalar. alırız etimizi, nevalemizi; pazar günü gideriz çıralı tarafına hava güzel olursa. sıcak yuvada yatarım cumartesi-pazar, pazartesi de dönerim şahlanan atlar misali.

güzel bir gün, bulutların arasından süzülen güneş ara sıra kimsesiz bir denizi yer yer aydınlatıyor. sekiz yaşındaki bir çocuk şu anda bisküvi-süt ikilisiyle televizyon izlerken, ben de bir yazıyı daha yolluyorum uzay boşluğuna.