tek bir dilekçe için 300 km yol gitmek ve ağır aksak bürokrasiyle uğraşmak, psikolojik gerilim filminden bir sahne gibi durabilirdi ama yolda olmak beni her zaman mutlu ettiğinden bunu trajediye çevirmedim. henüz yağan karın tepeleri sardığı ve yolun ip gibi önümüzde uzandığı güneşli bir perşembe gününde kulağımda iron maiden-the talisman ile bunun tadını çıkardım.
minibüsün yaş ortalaması, ben kapıyı açıp içeri girene kadar en az atmıştı. bastonlu ve gözlüklü bir çete gibiydiler. birisinin elinde mis gibi kokan bir tereyağı, diğerinin elinde köy ekmeği. elmalı'da piyaz yerim diye kahvaltı da etmemişken, bir amcanın bacağına sarılacaktım biraz ekmek ve tereyağ ver diye. bozkırın ortasındaki elmalı adliyesine vardığımda öğlen olmak üzereydi. örümcek hislerim geç kaldığımı ve öğleden sonrayı beklemek zorunda olduğumu söylüyordu. denetimli serbestlik ofisindeki memurlar iş olmamasından dolayı o kadar sıkılmıştı ki beni bir tanrı misafiri olarak görüp hemen işimi hallettiler. birisi mesleğimi sordu, mimar olduğumu söyleyince de eğer okulunu bitirmiş olsaydı benim yanımda çalışabileceğini söyledi. restorasyon okumaya başlamış fakat bitirememiş, o da çareyi devlet-kapak ikilisinde bulmuş. şimdi belini destekleyen küçük bir yastığı ile mesai saatinin bitmesini çaresiz gözlerle bekliyor. yarım kapaklı pembe dosyalar ve tüplü monitörler arasında hayatını bir bozkırda geçiriyor. onları görünce devlet memuru olmaktan vazgeçtim, tüm her şeyin cevabı gelecekte saklıydı ama 3d modeller yaparak çalışmayı seviyordum. sadece cumartesi bir pürüzdü ve bir şekilde aşacağımı düşünüyordum, düşünüyorum, düşüneceğim.
adliyeden çıktıktan sonra piyaza olan uzaklığımı bilmediğimden antalya'ya geri dönmeye karar verdim. köfte piyazı şehirde de bulabilir hem de işten aldığım izni gün içerisinde değerlendirebilirdim. tüm gündüzlerinde ofiste olan bir insanım sonuçta, adalet bakanlığının tebliğlerini biraz özgürlük için değerlendirebilirdim.
ilham veren sık ormanların arasından, büyükşehir taklidi yapan ve bunu beceremeyen antalya'ya döndüm.özellikle şehrin arka tarafları gecekondu diyarına dönmüştü. çirkin evler, uyumsuz tabelalar, belli aralıklarla serpiştirilmiş camiler ile istanbul'un kötü ilçelerinin daha kötü bir kopyası gibi gözüken bu manzaradan koşarak uzaklaştım. anlık galeyan ile the king's speech izlemeye karar verdim ve bir alışveriş merkezinin önünde indim. sinemada beş para etmez filmleri görünce, bir hünkar gelip kolumdan çekti ve masaya oturttu. işte osmanlı mutfağından eşsiz örnekler sunan ve elli yıldır bu işin içinde olan üçyıldız! hünkar beğendi aklımı başımdan, paramı cebimden alıp izmir marşıyla uğurladı. hazır alışveriş merkezine girmişken pantolon da alınır dedim, mudo "bu sana olur şampiyon" dedi. bunu şık bir t-shirtle tamamlamak mı acaba diye düşünürken, "çalışmak, yapacak daha iyi şeyleri olmayanların sığınağıdır" yazan bir t-shirt aldım. alışveriş yapmaktan ölesiye nefret eden bir birey olarak, on dakikada hallettim. aklım, 70'lerin amerikasında çekilmiş ve sarı bir vosvosun ön planda olduğu büyük boy bir fotoğrafta kaldı, eve çıkarsam onu alacağım. bir gün kendi evim olacak ve baştan sonra ben tasarlayıp imalat çizimlerini de ben yapacağım. benzeri olmayacak.
akşam üstü, kardeşimin şirketten bir arkadaşıyla buluşup onun bulduğu bir eve baktık. on dakika sonra eve hayretler içinde bakıyordum. adamın müstakil girişli, yazın serin olur dediği yer, kazan dairesinden dönüştürülmüş bir bodrum katıydı ve rutubet kokuyordu. herif bir şeyler anlatırken sözünü kestim ve siz buna ev mi diyorsunuz dedim. göz göre göre yalan söylüyordu ve oldukça sinirlenmiştim. rutubetli iğrenç bir yeri nasıl da övüyordu anlatamam. fazla kalmadan çıktık, evde kalmak zorunda değildim. otelimde her şey yolundaydı ve bir süre daha böyle idare edebilirdim. sonuçta fiziksel çevreden çoğu zaman bağımsız bir benliğim ve baş ucumda bir sürü kitabım var.
ağzına kadar dolu bir dolmuşa binip otele dönerken de, insanlardan pek hoşlanmadığımı düşündüm. onlarla her gün bir dolmuşu paylaşamazdım, o yüzden işe yakın bir yerde kalmalıydım. hele bana bir şeyler satmaya çalışırken yalan söyleyen insanlardan sonsuza dek kaçmak istiyordum. emlakçılara olan nefretim zaman içinde başka mesleklere sıçramıştı ve yapmam gereken bu tür insanlarla alabildiğine az iletişim kurmaktı.
otele döndüm, sevgili defterim molly'e, "long day is over" başlıklı bir yazı yazdım. liverpool ve porto maçları vardı, geçen seferki büyüleyici kuponu tekrar yapmıştım. hani guarin'in ikinci yarı attığı golle sonuca ermiş olan şahane kombinasyonu.
ilk yarısı berabere biten maçta porto, guarin'in 70. dakika bulduğu golle yine kazandı. fakat liverpool ilk yarı bir gol yiyerek her şeyi berbat etti. sabah kalkıp yeni pantolonumu giydim, bu gerçekten rahat ve şık bir parçaydı ve ayakkabılarıma da uyuyordu. köşeyi döndüm ve pembe vosvos'u gördüm. bugün, diğer günlerden farklı bir gün olacaktı ve aldığım kanun hükmünde kararname ile, geçen cuma yaptığım gibi yine big mac yemeye gidecektim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder