aradan tam iki sene geçtikten sonra yine evde uyandım fakat bugün uzanıp da tavana bakmadım. babam, beyaz gömleğimi ütülerken annem de kahvaltı hazırlıyor ve işe geç kalmamamı tembihliyordu. panpa ise dışarıdaki kuşlarla iktidar mücadelesine girmiş bağırıyordu. mayısın sonunda olmamıza rağmen hava oldukça serindi, bulutlar denizin ve dağların üzerine çökmüştü. şuursuzca evin odalarında dolaşırken annemin en sevdiğim uyarı-nefret söylemi-nasihati da geldi : "oğlum, gerizekalı olma" . buzdolabını açtım ve geri kapattım. dakikalar azalırken gömleğimi giydim, dişleri fırçalayıp saçıma eser miktarda jöle sürdükten sonra evden çıktım. artık ne yapmam gerekiyor diye tavana bakmıyor, başka bir tavanın altında çalışıyordum:
... 2 years ago...
hayatımın geri kalanında ne yapmam gerektiğini halının üzerinde uzanıp tavana bakarak düşünüyordum; boş bir tavan bazen bir aynanın söyleyebileceğinden fazlasını söylüyor. boşluk, ne bakmakla bitiyor ne de yazmakla doluyor. beyaza boyanmış bir tavan, insan zihninin hiçbir şey öğrenmeden önceki muhteşem yalınlığı gibi tertemiz uzanırken, hayatımın geri kalanına kalansız bölünmek istiyordum. üç kollu avizenin merkezini alnımın çatalına denk getirecek şekilde uzanmıştım ve düşüncelerimin benden bağımsız gelişmesini izliyordum. bir yanım, dünyanın öteki ucuna gitmemi ve yeni bir hayata başlamamı, buna hiçbir şeyin engel olamayacağını söylerken; diğer statik yanım ise evde oturup bu yörede işe girdikten sonra herkesinki gibi bir hayata alışmamı öğütlüyordu. hafta sonları pikniğe gidip et yermişiz, hafta içleri ise okey oynarmışız balkonda. kazandığım para yanıma kar kalırmış, evimi arabamı alırmışım birkaç sene içinde. gerçekten dünyanın en sıkıcı içseslerinden biriydi ve halıda uzanırken sürekli bir şeyler fısıldıyordu.
birbirinden tamamen habersiz iki yanım var ve tüm dengesizliğim bu iki yanın hangisinin ağır basacağını önceden kestiremememden kaynaklanıyor. gözlerimi bir açıyorum ki yoldayım, başka bir şehrin sokaklarında yürüyüp hayatın ne kadar hızlı değişebileceğine şaşırıyorum. bazen de bir bakıyorum, hareket etmeden haftalar geçmiş. eklem yerlerimden çıtırtılar gelirken, on bin yıllık uykusundan uyanan mumyalar gibi bir yerlere yürümeye çalışıyorum.
her neyse; uzun zaman sonra eve geri dönmüştüm ve kimselerin olmadığı bir oturma odası mevsiminde, halının üzerinde uzanıp sabit gözlerle tavanı izliyordum.
televizyonda premier ligde bu sezon atılan en güzel goller vardı, açık bilgisayarımdan jeff buckley "dream brother" diye destek oluyordu. ev halkı ortalıkta yoktu, bir bardak viskiden sonra dönen başımı halıya sabitlemiş ve dünyayı kendi eksenim etrafında çevirmeye başlamıştım. yalnızlığı, içmeyi, müzik dinlemeyi ve insansızlığı o kadar özlemiştim ki yatay yükler gelinceye kadar halıda saatlerce kaldım.
sonra tepemdeki avize sallanmaya başladı, dünyanın en talihsiz balıklarının yaşadığı akvaryuma bakınca deprem olduğunu fark ettim. evin döşemesi hareket halindeydi, yatay yükler apartmanı beşik gibi sallarken tek isteğim çerçeve sistemin kararlılığını korumasıydı. taşıyıcı sistemler dersinden aklımda kalan birkaç şeyden biriydi bu, diyafram görevi görmediği takdirde yıkılacak bir binanın içindeydim ve hayattaki son dakikalarımın "hayatımın geri kalanında ne yapmam gerektiğini" düşünerek geçmesini istemiyordum. avizenin güdümünden çıkıp bir metre sağda uzanmaya devam ettim, deprem bitmişti. içki içmeyi unutan bünyemin bana oynadığı bir oyun zannettiğimden yerimden güçlükle kalktım ve bilgisayarın başına geldim. kandilli rasathanesi antalya'da bir deprem olduğunu onaylıyordu, demek ki bir yudum viskiye iyice sapıtan biri olmamıştım hala.
bilgisayarın başından kalkarken no surprises'ı ayarlayıp tavana bakmaya, oturma odasının ciddi koltuklarının arasına uzanmaya gittim. kendi odamın tavanı geleceği görmek için yeterince geniş değildi, hem ucu sivri avizesi olmadığından da bana ölümü ve hayatın değerini hatırlatamazdı.
her şeyin karşıtıyla var olduğu bir dünyada ne isteğimi bulmak ve yolumu çizebilmek için, önce ne istemediğimi tanımlayabilmeli ve gitmek istemediğim yolları bilmeliydim. özgürlüğümün sınırlarını çizebilmek için, tutsaklığın ne olduğunu gözüm kapalı bile tarif edebilmeliydim. vatani görev sonrası, iş hayatı öncesi bir noktadaydım ve halının yaklaşık yarım metre üzerinde boşlukta asılı kalıp tavanı izliyordum. yerçekimini bile iptal edebilirken, çalışmaya neden bir şey yapamadığımı merak ediyordum.
birbirinden tamamen bağımsız içseslerimden birisi "burada çalışalım" derken, diğeri "yurtdışında çalışalım" diye fikir veriyordu. çalışacağımı ikisi de biliyordu, sadece lokasyon konusunda kararsız kalmışlardı. beyaz tavan, başka bir gezegenin atmosferi gibi tepemde uzanırken, yarı tanrı arayan mimarlık ofisleriyle uğraşmak istemiyordum. portakal ağaçlarını kesip yerine yarrak gibi bina dikmekten başka bir şey yapmayan yöre mimarlığından da pek umudum yoktu. mimarlık fikri iyi olsa da işin içine inşaat girdi mi tüm tadım kaçıyor; tuğlayla, işçiyle, kapı ve pencere sistemleriyle, 3+1’iyle, 3’ün 1’iyle uğraşmak istemiyordum. akademik kariyer yapmanın ve fikir bazında serüvenime devam etmenin en mantıklı yol olduğunu anladığımda zaman epey geçmişti. güneş portakal ağaçlarının üzerinden batarken, henüz kaba inşaat halinde olan bir heyula da siluetinden bile belli olan çirkinliğiyle dikiliyordu.
bir dönüm portakal bahçesi yeterliydi belki de, zemine yayılmış ve yeşilin içinde kaybolmuş küçük bir evin planını görür gibi oldum. parmağımı tavana doğru uzatıp hayali projeyi çizmeye başladım, evin duvarlarına pastel boyayla girişen bir çocuktan tek farkım askerliğimi yapmış olmamdı.
O değilde kuyt Fener'e gelmiş. Seni bulmaya gelmiş de olabilir koyun kafa
YanıtlaSil