30 Aralık 2016 Cuma

seasons

apartmanın bahçe kapısından çıkar çıkmaz gökyüzüne baktım; daha önce hiç beyaz görmediğim tepelere kar yağmış, denizin üzerine ise koyu bulutlar çökmüştü. yağmurun yağacağı benim işe en az on dakika geç kalacağım kadar kesindi. adımlarımı hızlandırırken ani bir kararla kafamı çevirdim, oradalardı. ikinci katın penceresinden bana bakıyorlardı. küçük minişgu, annesinin kucağına yüzü dışarıya dönük şekilde oturmuş ve hafif çekik gözleri ile babasını izliyordu. işe gitmeyip eve geri dönmeyi ve yedi kiloya yaklaşan bu panda yavrusuyla yatakta yuvarlanmayı, boynundaki kokuyu ciğerlerimin en derinine dek depolamayı çok istedim fakat yılın son günüydü, bir gün daha dişimi sıkmalıydım. çalışmaktan ya da çalışmaya çalışmaktan hoşlanmıyordum fakat sorumluluklarım vardı, kafamın estiği gibi davranamaz ve bunun olası bedellerini ödeyemezdim. dört dakika sonra işe geldim ve aylardır neyi hangi sırayla yapıyorsam yine aynısını yaptım. klimayı aç, bilgisayarı aç, autocad dosyasını aç, google chrome'u aç, ne dinlemek istediğine karar ver ve yavaşça hızlan. hızlandıkça yavaşla. bağımsız gözlemciler, senin durduğunu düşünüp hayıflansın.

ülkenin geneline göre berbat geçen ve benim de bir an önce bitmesini istediğim 2016 çok mu kötüydü peki? gerçekten kötü geçen yıllarım oldu ve 2016 onlardan biri değildi. haberlere ve insanlara baktıkça sinirlerim bozuldu, bir şeyleri değiştirmenin neredeyse imkansız olduğunu, kötülerin kötülük yaptıkça güçlendiğini, iyilerin her gün yeni baştan kaybettiğini, haksız yere içeri atıldığını, arsızların ise her dönem başka insanların omuzlarında yükseldiğini gördükçe dişlerimi sıktım fakat 2016 küçük hayatım için iyi bir yıldı.

ocağın ilk günlerinde bir bebeğimiz olacağını öğrendik; küçük canavar, koparmada beta hcg rekoru kırarak "hazır mısınız, ben geliyorum gençler" dedi. sonucu gördüğüm an kalp atışım hızlandı, hafiften panik yaptım ve çok önemli bir sınava girerken olduğu gibi avuçlarım ısındı. karıma baktım, onda da benzer belirtiler vardı. bi saçmaladık, ellerimiz ayaklarımız bizden bağımsız oynadı ve ailelere haber verdik. kardeşim gittikten sonra sonunda birisi gelecekti, zaman akıp geçiyordu. 2011'in bir eylül akşamında veda etmişti, 2012'yi hatırlamıyorum, 2013'te evlenmiştim, 2014'ü hatırlamıyorum, 2015 ise hayal meyal. memurluk insanın köşelerini yontuyor ve diğerlerine benzetiyor fakat daha onlar gibi olmadım tam olarak. cuma namazına gitmiyor, islamın geri kalan ne şartı varsa onları yerine getirmiyorum. muhtemelen arkamdan, içki bile içtiğimi iddia ediyorlardır ki çok güzel içerim. cuma akşamları eve giderken markete muzaffer bir komutan gibi girer ve uzun zamandır yaptığım gibi bira alırım. biranın yanında bir şey atıştırmayı sevmem, biranın yanı değil de biranın arkasından bir bira daha çok güzel gider. hava güzelse balkonda denizi izleyerek içerim, müzik mutlaka olur. mehmet güreli kimse bilmez derken başımı öne eğerim, oasis don't look back in anger derken de geçmişi dudağımın kenarında tebessüm ile yad ederim. bir daha gelmeyecek günlerin hayaletleri masaya doluşur, gelecek günlerin bilinmezliği yelkenlerimi doldurur. gelidonya feneri'nin önünde uzanan adalara doğru pupayelken giden ve adı seasons olan lacivert gövdeli bir teknenin hayalini görürüm. sea sons. mevsimler ya da deniz oğulları. çok uzak olmayan bir geleceğin belli belirsiz yansımaları.

beta hcg, gerçekten orada bir bebek olduğunu mu gösterirdi peki? cumartesi soluğu doktorda aldık, bir kese oluştuğunu söyledi. mercimek tanesi kadar bile değildi ama oradaydı, boşluğunu yaratmıştı. yokluktan varlığa giden meşakkatli yolun ilk basamaklarını çıkmıştı bile, boşluğu vardı. orada tam olarak nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde dokuz ay geçirecek ve biz de hep etrafında olacaktık. 

2016 deli atlar gibi 2017'ye doğru koşarken, biz de her ay doktora gidip milimetrelik değişimleri büyük bir heyecanla takip ettik. susam oldu, nohut oldu, fasülye oldu; bakliyat serisini tamamlaması iki üç ayımızı aldı. kalp atışını dinledik, dördüncü ayda yeni oluşmuş elleri kollarıyla bize breakdans yaptı, bir uzaylı gibiydi ve organik bir kapsülde hızla yeryüzüne yaklaşıyordu. aydan aya olan kontrollerin arasında ise işe gelip gitmeye devam ettim. kimse tam olarak ne iş yaptığını ve yapmadığını bilmiyordu, yazıcıdan çıktı almayı ise beş altı kere denedikten sonra bırakanlar vardı. kahverengi kadifeden takım elbise giyen adamlar oyuncak ayı gibi koridorda dolaşıyor, 1984 yazına damga vuran kazak ve saç kombinasyonuyla 2016'ya ışınlananlar beni her seferinde hayrete düşürüyordu. kamu kurumu değil de kontrolden çıkmış bir tuhafiye dükkanı gibiydik, örgü örenler bile vardı. çoğu zaman benim burada ne işim var diye çay bardaklarına fısıldasam da, cumartesi çalışmadığım ve yıllık izin gibi daha önce karşılaşmadığım bir lüks ile şımartıldığım için kendimi şanslı hissediyordum. bir daha özel sektöre dönemez ya da kendi ofisimi açıp kurnazlar gibi iş kovalayamazdım. çalışmak hayatımın önemsiz bir kısmıydı, otogarda çıkan otobüslere fiş kessem de bunu sorun etmezdim. mimarlıkla hobi düzeyinde ilgilenmeye karar vermiştim ve böylesi herkes için daha iyiydi. dört beş seneye yeşil pasaport bile alabilecektim, işler o kadar tıkırındaydı.

kış bitti, bahar bitti ve hiç bitmeyen bir yaz başladı mayıs ayında. bebeğin cinsiyetini de sanırım üçüncü ayda öğrendik. oğlan olacaktı. onunla pes oynayacak ve gittiğimiz pikniklerde penaltı çekişecektik eski günlerde olduğu gibi. acaba babası, amcası ve dedesi gibi solak, dayısı gibi iki metre mi olacaktı? küçük ve zararsız sorular bunlar, kızım olsaydı da anasından aldığı çekik gözleriyle çin prensesi gibi hayatımın merkezine konacaktı. tatarlıktan gelme huysuzluğuyla herkese kafa tutacak ve bazen sinirinden zıplayacaktı. ben de o daha fazla sinirlenmesin diye içimden gülecek, onu sakinleştirmeye çalışacaktım.

dokuz eylül akşamı denize gittik, hava son dört aydır olduğu gibi yine sıcaktı. dokuz günlük bayram tatiline girmiştik ve benim tahminlerime göre daha bir hafta vardı. bahis kariyerimde olduğu gibi tahminlerim yine tutmadı ve ertesi sabah 04:00'te hastaneye doğru yola çıktık. bebeğimiz 10 eylül'de gelmeye karar vermişti ve 16:00'da viyaklayarak dünyaya geldi, dokuz ay süren yeryüzüne serüven sonunda bitmişti. bir jules verne hikayesi yazmıştı üç buçuk kilo ve elli santim boyuyla. mavi bir takım giydirdik ve ona baktık. ciğerlerindeki suyu sezaryenden dolayı tam atamadığı için doktorlar iki gün kontrol altında tutmamaları gerektiğini söyledi. cumartesiden pazartesiye iki gün yoğun bakım ünitesinde diğer arkadaşlarıyla kaldı ve minişler çetesi dönem başkanlığı yaptı. pazar günü sadece bir kez görebildim, kuvözünün içinde uyuyordu. altı aylıkken doğan parmak çocuklar vardı, zor doğumları ardında bırakan cesuryürekler, yaşama içgüdüsüyle aylardır yoğun bakımda mücadele eden bir direnişçiler ordusu vardı ve benim küçük oğlum da hayata mücadele ederek başlamıştı. yoğun bakım benim derinlerimde bir yerde yaşayan karanlıktı, kardeşimi en son yine bir eylül zamanı yoğun bakımda görmüştüm gittiği gün. o dezenfekte kokusu, o biplemeler, renkler, ışıklar... zaman bir çemberdi ve beni beş sene sonra yine bir yoğun bakım odasına getirip bırakmıştı ama bu sefer hoşçakal demek için değil hoşgeldin demek için.

kerem bey'i ertesi gün yanımıza verdiler, korkulacak bir şey yokmuş. kafasında tüyler olan bir kuş yavrusu gibiydi ve uyuyordu. hafiften gözlerini araladı ve etrafa baktı, annesine sarıldı ve hikaye aslında tam olarak orada başladı. ilk gece üç saatte bir uyanmak için on iki tane alarm kurduk, ne yapacağımızı tam bilemedik ama bir aradaydık. günler birbirini kovaladı, zaman hızla aktı ve dördüncü aya doğru hızla ilerliyoruz. geçen sene bu zamanlar bebekten haberimiz bile yokken, sabah çıkarken anasının kucağında gözleriyle beni takip ediyor, sabaha karşı aramızda yatıyor, sırt üstü yatarken yüz üstü dönüyor ve kolu altında kaldığı için sinirlenip bağırıyor, ona liverpool kadrosunu sayarken gülüyor ve yağmur yağdığı için dışarı çıkarılmadığında ağlıyor. her gün yeni bir özellik yükleniyor ve ben de bu günlerin hayatımın en güzel günleri olduğunun bilinciyle boynunu kokluyorum. beraber köşedeki gece lambasına bakıyoruz gece uyanırsa, delonghi dragon model bir yağlı petek aldık, o kutsal ışığı koruyan ejderha oluyor. havayı kurutmasın diye bir tabağa koyduğumuz su da, ejderhanın yaşadığı göl oluyor. ışık direk gözümüze gelmesin diye turuncu kutularla kapatıyoruz, hah işte onlar da bakır dağları. yatağında yatarken baksın diye astığımız iki küçük kuzu da, kutsal ışığa giderken ejderhanın dikkatini dağıtmak için yanımızda götürdüğümüz kurbanlar. bir odanın köşesinden bile masal çıkıyor, sonra onun kellesinin üstünden hafifçe öpüyorum. bir yıl birlikte bitiyor, nice yıllara oğlum diyorum. önümüzde uzun seneler olsun birlikte olacağımız, seasons adlı teknemizle adaların etrafına demirleyeceğimiz...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder