8 Eylül 2025 Pazartesi

alison'un külleri

alison öleceğini biliyordu. alison'un öleceğini biliyorduk. dört sene önce, üç senelik ömrü kaldığını söylemişti doktorlar. kanser yayılmış ve kemoterapiye bile kafa tutacak kadar güçlenmişti. çeşitli tedaviler ve yeni yöntemler de fayda etmeyince, alison bir sonraki seneyi bile göremeyeceğini kabullendi. evine dönmek ve orada veda etmek istedi. vaktinin kalmadığını biliyordu...

ingiltere'den son bir mesaj gelecekti, hepimiz bunu hiç istemesek de öğrenmek üzereydik. ölümün sessizliği önceden gelmiş, sahneyi kurmuştu. yaprak kımıldamıyordu, herkes hayatına bir yeni mesaj müddetince devam ediyordu. dayım, "alison'u kaybettik" diye bir mesaj yazacaktı, henüz gelmeden bile hepimiz o mesajı okumuştuk. ailemizin ingiliz gelini, iyi kalpli, her zaman güler yüzlü ve sevecen alison'unu 29 ağustos akşamı uğurladık. ailesiyle çevrelenmiş yatağında, evinde, huzur içinde son nefesini verdi. acıları bitti ve artık hafifledi. bedeni ve kanserinin fiziksel yolculuğu sona erdi. yolun bundan sonrası aynı anda, birçok yerde, onu sevenlerin hatıralarında devam edecek. vasiyeti üzerine yakılacak ve küllerinin bir kısmı kardeşimin mezarının üzerine serpilecek. ingiltere'den bu sefer sadece dayım ve alison'un külleri gelecek.

ne tuhaf, 1966 yılının 26 nisanında birisi adana'da, diğeri newcastle'da doğan iki kişinin yolu yaklaşık 40 yıl sonra kesişiyor, evlenip çocuk sahibi oluyorlar. blogun erken dönemlerinde sürekli bahsettiğim o küçük jedi her sene gelince evimize neşe veriyor ve yılın geri kalanında onu özlüyoruz, oğlum olursa tam da onun gibi olmasını istiyorum ki bu dileğim gerçekleşiyor. kerem'in o yaşlardaki halini çok benzetiyorum ona. küçük jedi büyüyor, artık 20 yaşında. geçen sene, annesini babasını ingiltere'de bırakıp sevgilisiyle geliyor türkiye'ye. onları havaalanından almaya gidiyorum. boyu beni çoktan geçmiş ama hala o bebekliğindeki gibi oyuncak ayı gözleri parlıyor. zamanın değiştiğini hep başkasından anlıyorum, kendimde hissettiğim bir değişiklik yok. sanki yirmi senedir aynı insanım, hız sabitleyiciye basıp sabit hızla aynı çemberde dönüp duruyorum. kesif bir ilerlemeden ya da çığır açacak keşiften bahsedemem ama etrafımdakiler yazılmayı bekleyen kitaplara dönüşüyor. 

dün, yaz tatilinin son pazar akşamında kerem ile yine yapışık iki koala gibi üçlü koltuğumuzda boğuşurken, benim tanıdığı en yaratıcı insan olduğumu ve emekli olduktan sonra çocuk kitapları yazmam gerektiğini söyledi. guburuk diye hafiften kabardım, bir de karavan alırız dedim, dağların arasına gider ve ateş yakıp kamp yaparız. geleceğe dair belirsiz hayaller; çocukları büyüyüp yuvadan uçtuğunda dayım ile alison da karavanlarıyla dünyayı dolaşmayı düşünürdü. karavanı da aldılar, birkaç kere iskoçya taraflarına kampa da gittiler ama hayat işte, seni beklemiyor ve kendi programını esnetmeden uyguluyor.

eski fotoğraflara bakınca, nasıl da istikrarlı azaldığımızı görüyorum. bir deniz kenarındayız herkes orada, çocuk daha ufak ve benim kucağımda, dedemin yakasında bir çiçek, alison'un her sene değiştirdiği saç rengi o sene mavi, annemin gözlerine hüzün daha gelmemiş. sonra bir çiçek bahçesinde başka bir fotoğraf, herkes gülüyor, alison'un saçları platin sarı, dayım benden de genç, yine vazgeçemediği kötü alışkanlığıyla saçları enseden uzatmış, nenemde el örmesi bir yelek...

ve artık diğer taraftaki nüfusumuz artıyor, herkes oraya gidince yeniden fotoğrafları ben çekeceğim. küller, kemikler ve mermerden mezar taşları hep bu eksik ve kötü dünyada kalacak. biz diğer tarafta yine güzel yemekler yiyip güleceğiz, tüm sevdiklerimizle bir çiçek bahçesinde, bir deniz kenarında, bir ağacın gölgesinde, bir hatıranın içinde yeniden yeşereceğiz. birileri bizi hatırlayacak ve hatırlayacak son insan da aramıza katıldığında, tamam diyeceğim dünya üzerinde geçen bin yıllık yalnızlığımız artık sona erdi. hepimiz buradayız ve burasını seveceğiz. 

hoşçakal alison jane, tekrar görüştüğümüzde  "hello sunshine" diyeceğim, sen de o güzel gülümsemen ve yeni saç renginle yine neşe getireceksin.