13 Temmuz 2011 Çarşamba

sober

there is a shadow just behind me...

yedinci biramın herhangi bir noktasındayım ve tool dinliyorum. sana anlatacak hiçbir şeyim yok, kafamın içinde dolaşan belli bir fikrin olduğunu da söyleyemem. en son ne düşündüm onu bile hatırlamıyorum. dün salıydı ama, yarın ise semt pazarı. roka ve kıvırcık marul alacağım, zeytinyağı ve limon stoğum yerinde. benim için kaleye bıraktığın izleri biliyorum, yürüdüğüm yolların üzerindeki ayak izlerini. hafif kısa ve dalgalı saçını, ferini kaybetmiş gözlerini ve ara sıra kapıldığın umutsuzluğu.

hayvanların derileri ve kürkleri onlardan vahşicesine alınıp işleniyordu, bunları yapan insanlar vahşiliklerini satmak için gösterişli mağazalar isterken ben devreye girdim. gelen müşteri hemen çıkmasın, çığlık atan hayvanların kürkleriyle saatlerce uğraşsın diye alengirli bir plan çizdim. bunu patrona gösterdim, son bir haftamı buna ayırdım. inanmadığım değerler üzerinden aldığım maaşı, inandıklarıma yatırdım; telefoto lens alıp bira içtim, hala içiyorum. hafif sarhoş olduğum anları sevdiğini söylemiştin bir keresinde, saçların bir kez daha dağılmıştı. düz fön nedir bilmezdin, çoğu zaman işe gitmek istemezdin. uyukladıktan sonra bir kitabın önünde, bir yeşile bakan pencerenin kenarında yaşamak isterdin ve ben adını bilir fakat yüzünü hatırlamazdım.

jeff buckley hallelujah'ı söylerken, ben her yudumda biraz daha sana yaklaşıyorum. sen kimsin hiçbir fikrim yok. bunun bir önemi de yok. önem vermeyi bıraktığımdan beri her şey kendi değerine yakınsadı; limitleri sonsuza yaklaşmayı bırakıp asıl değerlerine döndü. birkaç saat önce kankam denilen kıptinin doğum günüydü mesela. iki tane birayı da onun içtim, peki nereden kankamdı?

yıllar önce, basket oynarken elimi bir yerlere çarpmış ve kanatmıştım; bu manyak da iyi kullandığı tırnaklarıyla elini kanatmış ve kan kardeşi olmayı gerçekleştirmişti. kan kardeşliği nedir ne değildir bilemem ama bu herif şimdi arasın ve yarın gel lan hayvan adam desin, istanbul'da olurum. yarın akşam istanbul'da olmak fantastik gelebilir ama uçak bileti alacak param var; gerisini de bir şekilde hallederiz.

her paragrafım mantığa atılan bir pençedir belki fakat scatterbrain'deyim. ilk defa ne zaman dinlediğimi düşünsem bulurum ama biraz sonra sızacak olmanın tembelliğindeyim. ay yavaştan dolarken doğumgünümü bekliyorum. nerede olacağımı henüz bilmiyorum ama adını biliyorum. adını seviyorum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

tamron has come






belalı lensim ile çektiğim fotoğrafları biraz önce bilgisayara aktardım ve sonuçlar hiç fena değil. düşük ışık koşulları ve enstantanede bile tatmin edici bir sonuçtan söz edebilirim. elde çekim ve yüksek f değerleri ile vardığım nokta beni fotoğraf dünyasına para aktarmak için teşvik etti. bir 100mm f 2.8 canon değil ama, 250 kağıda kapattığım bir lensten bahsediyorum. iki haftada biraya verdiğim para neredeyse lensin ederini geçti. içimdeki istek ve örümcek hisleriyle, çantamda bira ve yanımda kardeşim ile daha iyi sonuçlara ulaşmak dileğiyle.

not online

özellikle bugün iyice açığa çıktı ki, artık internette olmaktan ve üyesi bulunduğum yerlere bir şey yazmaktan pek keyif almıyorum. hafta sonu aklıma bile gelmeyen bir şeyin karşısında tüm hafta içi mecburen durmak, tamamen benden kaynaklanan bir problem değil fakat bunu nasıl değiştireceğimi bilemediğim için yine de kendimi aklayamıyorum. şu sosyal paylaşım aptallıklarına çok fazla bulaşan bir insan hiç olmadım ama facebook ya da msn kullanmamama rağmen yine de sosyal medyanın temaslarından rahatsızım. internetin sonsuz deryasını beş on tane siteyle sınırlamış olmam da, yeni şeyler deneyerek zaman kaybetmek istememekten kaynaklanıyor.

başka ve özgün fikirler lazım bana, başka perspektifler. yığınların ortak düşüncesini bir kez daha, sonra bir kez daha temize çekecek papağanları okumaktan artık yılmış durumdayım. aynı bakınızlar, aynı cümleler, aynı başlıklar derken; önceden gülümseyerek saatlerce dolaştığım bir sitede, şimdi badiler bir şey yazmışsa bakıp çıkıyorum. pek yazan da yok artık benim gibi. bir aydır içimden gelmiyor, sayıyı 2000'e indirip bu serüveni noktalamayı düşünüyorum. yazdıklarım üzerinden başkalarının para kazanması, kurumsallık mastürbasyonu ve beyin fırtınası yapması pek istediğim şeyler değil. başlangıcı olan şeylerin de bir sonu olması, eninde sonunda gerçekleşiyor. 

alışkanlıklarımdan geriye kalan boşlukları neyle doldurmam gerektiğini şimdilik bilmiyorum. fotoğraf çekerken zamanın akıp gitmesinden hoşlansam da bu hafta içi 8.30-18.00 arası pek mümkün değil. işten çıktıktan sonra gidebileceğim yerler de kısıtlı. haftanın tek gününü ne kadar doldursam da, pazartesi yine, yeni, yeniden aynı butonlara tıklarken buluyorum kendimi. 

bir süredir yemek tarifleri okuyup bunları uygulamaktan çok hoşlanıyorum; domates-sarımsak-zeytinyağı ve kekiğin uyumu aklımı başımdan alıyor, kısık ateşte sos yaparken de zamanımı iyi dolduruyorum. o kadar uğraştıktan sonra yaptığım yemek de, bir restoranda oturup sipariş verdikten sonra gelen herhangi bir şeyden misliyle daha güzel oluyor. şimdilik kendim bir şeyler katmak yerine, tarif ne diyorsa onu yapıyorum. sadece zeytinyağı kullanımında hoyratım.

bilgisayar oyunlarından da pek keyif almaz oldum, özellikle makineye karşı pes oynamak ve orospu çocuğu algoritmanın saçmasapan bir gol attıktan sonra top çevirmesi sakinliğimi alıp götürüyor. bulaşık yıkamaktan da pek hoşlanmıyorum, yemek yaparken pantera'nın davulcusu gibi olduğumdan, geriye savaştan arta kalan bir tezgah kalıyor. bulaşık yıkamak, yemek hazırlamaktan daha uzun sürüyor. az bulaşık çıkarmayı öğrendikten sonra  yeni şeyler denemenin de sırası gelecektir. bir bakmışsın, bir restoranda çalışmaya başlamışım. zeytinyağında kavrulan kekiğin kokusunu içime çekiyor ve mimarlıktan ne zaman vazgeçtiğimi hatırlamaya çalışıyorum.

mesai saatini toprağa gömmek üzereyken bira.fm'de forever young çalmaya başladı. genç kalacağım sanrısıyla evime gideyim, giderken de yoğurt alayım.



yalnız güneş şahitti

yeni lensin vaftizini ışığın, gölgenin ve asırların başkenti olimpos'ta yapmakla iyi ettim. koyu yeşil yapraklardan fırsat bulunca suya ulaşan güneş, küçük spotlar gibi noktasal aydınlatıyordu örümcekleri, yusufçukları ve biz orada olmadan ortalıkta dolaşan türlü yaratığı. kardeşimin aramıza katılışının 25. senesini, ağzına kadar bira ve buz dolu torbalarla her zamanki köşemizde bira içerek kutladık. dışarısı cehennem gibi sıcak olmasına rağmen, kuytumuz güzeldi. turkuaz kanatlı bir yusufçuk, hemen önümüzdeki yaprağın üzerindeydi ve kanatlarını meydan okurcasına açıyordu. içtikçe mi güzelleşti hayat, yoksa her pazar olduğu gibi yine iyi mi vakit geçiriyorduk, bira da bunun üzerine mi geldi anlamadık. üçüncü biralardan sonra, akropole çıkmaya karar verdik ve bir yere çıkmaya başlamadan önce yaptığımız gibi, gişelerin oradaki markete dönüp biraz daha bira aldık. tepede bira içmek güzel olacaktı. yengeç burcundan iki teke gibi taşların üzerinden,, yamacın kenarından kalıntılara çıktık. bir doğum günü nasıl kutlanması gerekiyorsa öyle kutlayıp, son biraları da tekrar sahile indikten sonra "ceneviz kalesi" yazan tabelanın hemen kenarında, uzaktan geçen bikinili kızların yüreğimize verdiği ferahlıkla içtik. biralar hala soğuktu, buzla kaplamak işe yaramıştı. 

sağda yükselen kalenin ardındaki iki mağaraya da yüzüp, güneşin su altındaki tuhaf ışık oyunlarına baktıktan sonra maske-şnorkel-palet üçlüsünü en yakın zamanda almanın onur meselesi olduğunu fark ettik. ışıktan kılıçlar bir yüzerken sağa sola saplanıyordu; ve içip içip denize girmek paha biçilemezdi.

uzak bir kayanın tepesine çıkıp, abi kardeş kendimizi sakinliğe verdiğimizde; ben de artık yazmak istemediğime karar verdim. hevesim bitmek üzereydi ve gerçek hayatın güzelliklerini kelimelere dökmek imkansızdı. gördüklerimi karşılamıyordu hiçbirisi, sırt üstü uzanıp dağı kaplamış ormana bakarken bunu bir cümleye sığdırmanın ne kadar anlamsız olduğunu gördüm. sonsuz bir maviliğin içinde kaybolmuştum; yönlerimi yitirmiştim ve gözümü açtığım vakit birkaç gün sonra dolunaya evrilecek ayı görmekten kafayı bulmuştum. bir galaksinin batı sarmal kolunun ucunda, önemsiz bir gezegende bir noktaydım ve sarhoştum. denizde olmayı, uzağa yüzmeyi ve kayaların arasından geçmeyi seviyordum.

akşam biraz geç çöktü, eve dönüp dondurmalı bir kutlama yaptık. sağa sola yüzüp, dere tepe aşmaktan bitkin vaziyetteydik. konuşacak dermanımız yoktu. şansımıza esmeye başlamıştı, yer yatağımı boylu boyunca uzatıp saatimi 05.30'a kurdum; zihinsel yorgunluğum yerini bedensel yorgunluğa bırakmıştı.

şimdi ise ofisteyim, oturmak zorunda olduğumdan ve aralıksız çizim yapamadığımdan mecburen bir şeyler yazıyorum. ne ne yazdığımı hatırlıyorum, ne de bundan sonraki cümleleri planlıyorum. bu sadece vakit öldürmeye yarıyor; ruhum ise orada burada iflah olmaz bir serseri gibi dolaşmaya devam ediyor.


8 Temmuz 2011 Cuma

intihardal

en son ne zaman kendimi öldürmeyi düşündüm bilmiyorum, intiharımı planlamayı uzun zaman önce bırakıp kendimi sıradan hayatımı alabildiğine detaylandırmaya ve bir şeyler anlatmaya vermiştim. bu beni hayata bağlamadı ama en azından ölümün kenarından, kara nehrin kıyısından uzaklaştırdı. öğlen yaptığı hellim peynirli ve soslu salatanın başarısını devam eden saatler boyunca kutlayan ve yeni salatalar için malzemeye almaya, süpermarkete giden bir insanım sonuçta.

yeni açılan ve kendisinden önce açılan herhangi bir avm'den farkı olmayan terracity'e gittim iş çıkışı. zeytin iskelesi'nin enfes zeytinyağını, dijon hardalını, çıtır pane harcını, içilesi bir aroması olan vücut jelini, bana önümüzdeki on yedi sene boyunca yetecek bir paket tıraş bıçağını, eğer bulursam kardeşime doğumgünü hediyesini, tanrı yardım ederse de kendime bir kargo pantolon denilen nadide eseri almak için kararlı adımlarla parlak granitlerin üzerine adımımı attım. işte asmatavanlar, spotlar, mağazalardan dışarı taşıp birbirine karışan yılışık müzikler, birbirlerinden farklı gözükmek için cehennem kadar yatırıp yapıp tamamen aynı görünen insanlar. merhaba insanlar; izole edilmiş hayatımda sizle pek karşılaşmasam da ara sıra avm'lere geldiğimde sizi incelemeden geçmiyorum. bu sene kısa şortlar ve dev güneş gözlükleri mi moda? kadınlar; güzel bacaklarınız ve güneşte yanmış tenleriniz var. midpoint'te yediğiniz salatalar ve geniş ekranlı telefonlarınız, gülümsemeleriniz, vitrinlere bakışınız, soyunma kabinlerindeki aynada kendinizi süzüşünüz bile aynı. ama en güzeli sensin buğday tenlim, aklından ne geçirdiğini dev camlarının ardından göremediğim.

gelmişken biraz dolaşayım, doğumgünü hediyesine bakayım dedim. hediye alıp vermekten tiksinen bir insan olduğum içim ilk mağazaya girdim. ilk rafta palet, maske ve şnorkel seti vardı. rucanor marka, tasarıma yatırım yapılmış olanlardan. yüz lira bükülmüş plastikler için biraz fazla geldi; belki bu işin piyasası buydu fakat kadim atlastan öğrendiğim birkaç şeyden birisi de biraz piyasa araştırma yapmak olduğundan; hemen almadım. akşama internetten bakar ve ona göre karar verirdim.

boşver bunları deyip içeriden elinde birayla geldi. uzun saçları yüzünün yarısını kapatıyor ve bu, ona gizemli bir hava veriyordu. benim gömleklerimden birisini giymek isterdi fakat gömleğim yoktu. en son gömleğimi, tuborg ile iş görüşmesinde, bundan yaklaşık bir sene önce giymiş ve ondan sonra hiçbir şeyin düğmelerini boğazıma kadar iliklememiştim. düğmeye değil fermuara inanırdım. bunlardan bahsetme beni sev dedi, elindeki birayı alıp kafaya diktim. birayı sevdiğim kadar uzun saçlımı sevseydim şimdi hardal raflarına bakarken, bir intiharın her şeyin çözümü olacağını düşünmek yerine, çocuğumla halıda yuvarlanır ve masal anlayacak yaşa gelmişse de ona daha önce yerkürede duyulmamış masallar anlatırdım.

fakat dijon hardalı, dört bira, sızma zeytinyağı ve dolap ağzına kadar doluyken yeni yiyeceklerle eve geldiğim bu akşamda, aklımda neredeyse hiçbir şey yok. sadece sayıklıyorum, sol kolumdan içeriye giren iğne bana hayatta kalmam için gerekli solüsyonu veriyor sanırım. cehennem kadar film indirdim fakat daha herhangi birini izlemiş değilim. dizi izlemek lazım deyip house ve spartacus indirdim; başlayamadım. animasyon iyidir diye up ve toy story'e tıkladım fakat zaman bulamadım.

bilirsin bir süre içtikten sonra saçmalarım.


a lens story

en son hangi noktada kaldığımı hatırlamıyorum; hepsiburada'dan (adını şeytanlar lanetlesin) siparişi iptal edip paramı tehdit mailleriyle birkaç saat içinde geri aldıktan ve izmir'deki satıcı da lensimi kargoya verdikten sonra öznelikten çıkıp kafamı dinlemeye başlamıştım. kargom antalya'ya gelmiş, kamyona yüklenmiş ve en geç öğleden sonra elime ulaşacak şekilde ikna edilmişti. saat beşe yaklaşıp da ben hala lensime kavuşamamış yorgun, mutsuz ve öfkeli bir şövalyeyken kargocuyu aradım. paket kargoya yüklenmemiş, son anda bir yanlışlık olmuş ve yarın sabah müsaitsem getirebilirlermiş. siz getirmeyin, ben geliyorum neredesiniz dedim. bana adresi kekeledi, mesai saatinin bitmesini beklemeden kendimi dışarı attım. 

kargocudan içeri girdiğimde güdümlü bir füze, yeminli bir müşavir ve kılıcın kabzasından yansıyan titrek bir mum ışığı gibiydim. onlara adımı söyledim, adam bana baktı, içeri girdi, küçük bir kutuyu getirdi ve imzalamam için bir kağıt uzattı. kendi imzamı atmadım, bu intikam yemini etmiş bir samurayın haykırışıydı adeta. içimdeki tüm sevinç gitmiş olarak kargocudan çıktım, otobüs durağına geri yürürken; artık 300mm bir lensim olduğu gerçeği, bulutları dağıtmaya ve güneşi yüzüme vurmaya başladı. üç yıllık çapraz bekleyiş sonunda bitmişti, bir şantiyenin ardından paramı almak birkaç ay geciktiği için 2008'de buna muvaffak olamamıştım; 2009'da tek başıma yaşarken bırak lensi, ay sonunda yirmi lirayı bile görmemiştim; 2010'da vaktim vardı fakat çalışmadığımdan lense kanalize edecek renkli kağıtlarım yoktu, askerden gelmiş ve iş için birkaç girişimde bulunduktan sonra çuvallamıştım. ve işte 2011'in 7 temmuzunda serüven bir taraftan bitti, diğer taraftan da yeni başladı. 

eve gelir gelmez, düşük ışıkta saçmasapan fotoğraflar çekmek yerine fotoğraf eğitimine başladım. mirror lockup'ın yeri ve öneminden, bracketing'in sağladığı avantajlara, eos sürüm güncellemesinden, lenslerdeki titreşim önleme ekipmanının mekanizmasına dek, saatlerce ders çalıştım. öğrendiklerimi makine üzerinden pratiğe döktüm, karnım acıkınca da öğlenden yaptığım enfes tavuklu yemeği ve tavuk suyuna çorbayı ısıtıp yedim. bir başlangıç uzanıyordu önümde; belki birinci sınıf ekipmanlarım yoktu fakat içimdeki istek bu açığı alabildiğine kapatacaktı. doğru zamanda doğru yerde olup bir tripodun arkasında beklerken; bir lahitin sırtında yükselen dolunaya bakıp tamam diyecektim, şimdi yüksel yükselebildiğin kadar...


6 Temmuz 2011 Çarşamba

i'm going slightly mad

bir fincan kahve için tezgahın başında, kettle'ın hemen yanındaydım. bugün bir sürü işi oturduğum yerden, parmaklarımın ucundaki tuşlardan halledebilmeyi kutlayacaktım. kettle'daki su kaynamaya başlarken, freddie içeriden "this kettle is boiling over" dedi. bu cümleyi ilk kez duyduğumda ortaokuldaydım, dayımın queen-innuendo albümünü aklımı kaybedinceye kadar dinlerdim fakat hayatıma kapak olması bugünü buldu. şarkının içinde geçen bir cümle, on bin şarkılık bir winamp listesinden ve tam kettle'daki su kaynarken ortaya çıkmış, büyülemiş ve ilham verip geri gitmişti ya da ben hafiften kafayı sıyırıyordum. uzun zamandır tek başıma yaşıyor değilim, hafta sonları ailemin yanına gidiyorum. hafta içi bir gün içmekle, diğer gün de ayılmaya çalışmakla geçiyor. hepi topu üç gün yalnız kalıyorum ve kafayı sıyırmak için pek müsait değilim anlayacağın. yemek yapmaktan başka bir şeye fırsatım kalmıyor ve ne derler bilirsin: "kızgın yağda kalamar yapıyorsan, depresyona girmezsin." aslında bu berbat cümleyi birisinin dediği yok, sadece alıntıların zenginleştirdiği şık bir paragraf sunmak istedim sana. bilirsin seni severim, bir tabak da senin için koyarım soframa belki geçerken uğrarsın diye. gelince kapıyı çalma diye anahtarı paspasın altına koymak isterim fakat paspasım yok. 

tuhaf bir gün oldu; hepsiburada'ya lens resti çekip sahibinden.com'da, az kullanılmış 70-300mm'i satan adama 250 lirayı gönderdim. o da yarım saat sonra lensi kargoya verdi. istanbul'dan gelmesini beklediğim optik panpam, izmir'den yola çıktı. hepsiburada denilen gavur icadına verdiğim siparişi iptal ettim fakat para iadesini almaya muvaffak olamadım henüz. yarın bir sonuca ulaşacağımı düşünüyorum; cebimden altı yüz lira para çıktı ve henüz bir lensi kavramış değilim; işler ters giderse neyi kavrayacağımı da az çok anlatabildim sanırım. daha ayın onuna gelmeden sağa sola nakit akıtmaktan gözlerim şaşı bakmaya başladı. 340 liralık para iadesi beni kutsayacaktır; ay sonunda daha öğrenim kredisi geri ödemem var. para hazır değil fakat başlığı hazır: "kaldı 10" olacak. iki ayda bir günahımızı ödüyoruz; o iskenderler bedavayı mı geldi zannedersin efendi?

su faturasını sanırım pazartesi günkü sarhoşluk kumpanyasında yediğimden suların kesilmesi riskiyle baş başa kaldım. yarın son gündü ve internet diye bir şey icat edilmişti. kapıdaki abone numarasını aldım ve belediyenin su işleri sitesine girdim. kredi kartımla ödeyebilirmişim. hsbc, tek kullanımlık bir şifre gönderdi. hatta tek kullanımlık olduğuna ve ben bunu çoktan kullandığıma göre gelen yaran mesajı buraya aktarayım:

"ohry3155 referans numaralı alışveriş için tek kullanımlık şifreniz u6ha2wym"

bazen, bütün dünyanın harfler ve rakamlarla kafayı sıyırdığını düşünüyorum. oturduğum yerden bir sürü şey başarıyor ve bunu yeni şifrelerle, mobil onay kodları ve parolalarla sağlama alıyorum. siparişi iptal ettim, hepsiburada'nın müşteri hizmetlerine hakaret yağdırdım, izmir'den bir satıcı buldum, ona eft yaptım,  o bana kargo takip numarası gönderdi, paketi manyaklar gibi takip ettim, su faturamı ödedim. reel hayata dair tek yaptığım şey yemek oldu bugün. öğlen tarator, akşam da pejmürde kalamar. yarın da zeytin iskelesi markalı iki litre zeytinyağı alıp bir litresini marketin çıkışında kafaya dikeceğim.

aslında normalim de, yazarken biraz dağılıyorum.

"i'm driving only three wheels these days"


keep calm

son üç senedir almak istediğim lensin siparişini geçen hafta vermiş fakat bir sonuca bu öğlen itibariyle dahi ulaşamamıştım. onlara kahrolası bir lensin neden bu kadar geciktiğini ve tedarik sürecinin limitlerinin ne olduğunu soran bir mail attım, birkaç saat sonra geri döndüler ve taşınma işlemi nedeniyle siparişin ancak bugün işleme konduğunu söylediler. bu da gelecek haftaya sarkacak sarkastik bir maceranın başını işaret ediyordu. yapacağınız işin edeceğiniz teslimatin kieslowski'sini sikerim deyip bir koşu bankaya gittim, sipariş işlemi için iban numarası şarttı. bankadan iban numarasını alıp ofise geri döndüm, bazı işlemler için cepanahtar uygulaması yüklemem şartmış. hazır girişmişken cepanahtar uygulamasını telefona yükledim. program, telefona büyük geldi; ekrana sığmadı kenarlardan taştı. ben telefondan şifre alıp bunu bilgisayara girerken, "hesabınız zaten açık daha ne giriyorsunuz da ampır ampır" içerikli uyarı geldi. hesabım açık değildi, cep anahtardan tek kullanımlık şifre almak için bir şifre daha girmek gerekiyordu fakat bu, genel şifreden, paroladan ve onay kodundan farklı olmalıydı. dev bir canavar üzerime rakam ve harf kusuyor, beni soluksuz bırakıyordu. 

siparişi iptal etmek bana paramı geri getirmedi. muhasebeye kalmıştı iş. paramı almaya gelince saniye gecikmeyen, muhasebenin muhundan bahsetmeyen, iban numarası ve türlü mardabazlıkları ağzına almayan hepsiburada; sipariş iptalinde adeta devlet dairesine dönüyordu. neyse, dekontu onaylayıp paramı geri almak için adım attım. şimdi tek beklentim paranın bir saat içinde geçmesi ve oradan 250 lirasını, izmir'deki satıcının hesabına yatırmak. böyle olursa belki yarın, en geç cuma günü lensimi alırım. eğer olmazsa, hepsiburadanın muhasebe ofisi çalışanlarından geriye kalan birkaç kişi, hayatlarının geri kalanında bir temmuz günü başlarına geleni, korkudan küçülmüş gözbebekleri ve titreyen elleriyle gelene geçene anlatır. geçirdiğim planlı cinnet uzakdoğu sinemasına ilham olur; yağmur olur yağar, şimşek olur çakarım. 

öğlen yaptığım ve başarıya ulaştığım için mutlu olduğum tarator, balık ve patates kızartması triosunun verdiği sakinlikle üçüncü paragrafa geldim. eğer şu işleri yoluna koyarsam, kendimi meze dünyasına vereceğim. yemek yapmak beni mutlu ediyor ve iyi oyalıyor. un ile sodayı karıştırıp boza kıvamına getirdikten sonra buna kalamarları bulamak ve deniz mahsülleri tanrısına varlığımı kurban etmek istediğim şu günlerde bir lense ulaşmak bu kadar zor olmamalı. bir tane kahrolası lens yahu; optik bir gereç. eğer 250 liralık lensi de elimden kaçırırsam elde kalan parayı hiçbir şekilde harcamayacağım. parayı biriktirip uzağı yakın eden, adamı iki kaşının ortasından delen dürbünlü bir tüfek alacağım. eşgalim tüm sosyal medya sitelerinde elden ele, linkten linke dolaşacak; bir öfkenin vücuda gelmiş haliyle bağıracağım: 

"beni siz delirttiniz"


tedarik sürecinde

cuma akşam üstü siparişini verdiğim lensin cumartesi gelmesini ve onunla birlikte pazar günü boyunca fotoğraf çekmeyi beklemiyordum tabii ki de, en azından pazartesi günü bir gelişme olmasını umuyordum. pazartesi ve salı bitti ve sipariş sayfamda cuma günü yazan şey, mevcudiyetini tüm arsızlığıyla devam ettirmekte:

"tedarik sürecinde"

şu andan itibaren çapraz ateşe başlayıp haftanın sonuna doğru lensi body'e takmak ve keyfimi sonsuza netlemek istiyorum. pazar günü kardeşimin doğum günü kutlamaları çerçevesinde yat turu var ve turkuaz koyların dibinde dolaşan gümüş pullu balıkları çekmek için 300mm'nin iyi olacağını düşünüyorum. eğer ben bir şeyin iyi olacağını düşünürsem ki bu pek sık yaptığım bir şey değildir, o şey mükemmele yakınsar ve etkileri hayatım boyunca devam eder. üretici firmadan bekliyorlarmış, şimdi bu adamları telefonla arasam, sinirimi bozduğumla kalacağım. sahibinden.com'da 250 kağıda az kullanılmış buldum; satıcı da güvenilir biriymiş, hafta sonları ailesiyle pikniğe gider ve ağacın tekine salıncak kurup çocuklarını sallarmış saatlerce. evine ve yuvasına bağlı, dürüst ve iyi mangal da yapan bir insanın beni kandıracağını sanmıyorum. siparişi iptal ettikten sonra paramı kurtarabilirsem bu işe girmeyi düşünüyorum, pazar günü yat turu var ve mağduriyetimin çıplak kanatlarıyla tekneye adım atmak istemiyorum. öğlene kadar mühlet sana hepsiburada; tedariğin ve sürecin beni çileden çıkartmayacak şekilde sonlansın. içimde yeniden şahlanan fotoğraf çekme arzumu zedelemeyecek şekilde davran, yoksa ben kılıcıma davranmak zorunda kalacağım.



ondan sonrası kayıp

alternatif bir geçmişte şunlar yaşanacaktı: ofisten çıktıktan sonra eve gidecek ve üzerimi değiştikten sonra basketbol oynayacaktım. geldikten sonra da salata yapacak ve sağlıklı bir hayatın gereklerini elimden geldiğince yerine getirecektim. erken yatarsam erken de kalkabilecek ve birkaç saat temizinden kara geçecektim. bazen planlar bir telefonla dağılır, sağlıklı bir hayat diye geveledikten saatler sonra gecenin dördünde bir otobüs durağında, elinde kaçıncı olduğunu bilmediğin bira ve sigara ile melancholy man dinlersin. renkler ve ışıklar gecenin karanlığında yitip gider, müzik devam eder.

mesainin bitmesine sayılı dakikalar kala çalan telefon salatayı sokağa savurdu, basketbol topunu da ikiye ayırdı. kaleiçi'nde bir yerde buluşacak ve birkaç bira içecektik. günlerden pazartesiydi, birkaç bira fena gitmezdi. ilk gittiğimiz yerde tuborg olmayınca mecburen kalktık; garantili mekan ayyaş'a çöktük. yanan ciğerlerin üzerine soğuk altın döktük, tuborg gold olması gerektiği gibi soğuk ve lezizdi. bira ve muhabbetin ardı arkası kesilmeyince fakat bir yandan da çalan müzikler bunaltınca, kulaklarımızın pasını almak için şöyle gitarların cayırdayacağı ve istediğimiz şarkıları dinleyebileceğimiz the bar yollarına vurduk kendimizi. halihazırda altı tane bira içmiştim zaten ve gittiğimiz yerde tuborg olmayacaktı. mecburen efes fıçı ile devam ettik, artık tepeden yuvarlanan bir kaya gibiydim ve önüme gelenleri bünyeye katarak hızlanıyordum. rammstein'den bon jovi'ye, scorpions'tan him'e ne varsa boş barda yankılanıyor ve ben sahnedeki mikrofona geçip rockstar taklidi yapıyordum. saatler biralar kadar hızla devrilmişken, üçü biraz geçe kalktık diye hatırlıyorum. on birayı geride bırakalı birkaç saat olmuş ve irade sensörü tamamen parçalanmıştı. bardan çıktık birer bira daha aldık, ışıklar caddesi'nden yürürken bunlar bitti, sonra bir bira daha. artık saat dördü geçmişti ve hayatı akışkan şekilde kaydedemiyordum. sadece birkaç kare vardı aklımda. bir durak, melancholy man, boş caddeler, uzakta bir büfe ve taksi. taksiye kendimi zor attım, eve gelip yattığımda salının bir an önce bitmesine dua edecek kadar tanrıya inanmaya başlamıştım.

salı, bir malın günlüğü gibi geçti. bir ara kemer'de yaptığımız mağazaya gittik, birkaç teslimat vardı. bilgisayardakinin aynısı yapılmıştı, işçilik muazzamdı, harika gözüküyordu fakat benim beynim kulaklarımdan akıp gittiğinden olsa gerek, gözün gördüğünü işleyemiyordu. birileri bir şeyler anlatırken, projede çalışan mimar olarak onları dinlemem ve birkaç şey söylemem gerekirken, ben sadece çarpık bir gülümseme ile onlara bakıyordum. zaman geçmiyor ve perişanlığım düzelmiyordu. tekrar antalya'ya gelip eve gidince, biraz salata biraz da lou reed - perfect day ile kendime gelir gibi oldum. gözlerimi kapatıp yatağın üzerinde bekledim, perfect day sonrası mad world, üzerine de alka seltzer ofise geri gidip üç saat oyalandıktan sonra eve geri dönecek kudreti verdi. 

üç saat sonra eve geri döndüğümde soğuk bir duş alıp yatağa süzülmek, dini bir ritüelin ilk dakikalarını anımsattı. kitaro, kevin kern ve cenneti anımsatacak şarkılardan son enerjimle bir liste yapıp gözlerimi kapadım. uyanınca ayılacak, düzelecek ve bir daha efes içmemeye ant içecektim. her şey kararında, bira da yüzde yüz maltında güzeldi.