9 Ekim 2025 Perşembe

hayat, yaşayanların elinde ziyan olur

az önce, hiçbir yerden gelip hiçbir yer istikametine devam eden uzun bir toplantıdan çıktım. sebepler ve sonuçların bir anlamı yoktu, her şey tesadüfen meydana geliyor ve öylesine gelişiyordu. bitip bitmediği de kimsenin umurunda değildi. bir odaya doluştuk, önümdeki resmi yazılara bakıp yine pek bir şey anlamadım. bir insan tarafından değil de, okumayı yazmayı bilen insanlar anlamasın diye özellikle belirtilmiş bir yapay zeka komutuyla oluşturulmuş gibiydi. çok uzun zamandır bu gezegendeydik ve hala yerleşmeye çalışıyorduk, sanki burası evimiz değil de savaşla ele geçirdiğimiz ganimetimizdi ve yağmalamanın yeni yollarını arıyorduk.

toplantının sonuna kadar sakin kalmayı başardım, gıcırdayan dişlerim ve kasılan çenem için yapacağım bir şey şimdilik yok. emekliliğimde dağlara bakan güzel bir ağaç altı bulur ve alıp da okuyamadığım kitaplara dalarken bir şekilde rahatlarım. on kitap alıyorsam ikisini ancak okuyabiliyor, diğer sekizine sıra gelmeden yeni kitaplar alıyorum. en son 1983 haziranının adana'sında  geçen "incirlik yazı"nı okudum, 1983 temmuzunda dünyaya geldiğim şehir hala ilgimi çekiyor. babamla dayımın 1975'te geçirdiği bir günü düşünmek, daraldığım bir 2025'te ruhuma çok iyi gelmiş ve zülkarneyn gibi zamanın efendisi olmuştum. bazen de dedemin bundan atmış sene önce geçen sıradan bir gününü görüyorum, mavi bisikletiyle pazara gitmesini, aklından geçenleri, arkadaşlarıyla kahveye gidip kağıt oynamasını, benim şimdiki halimden daha genç olduğu zamanları... gelecek hakkında pek bir fikrim yok, zalim ve güçlü bir akıntı gibi bizi kendisine çekiyor ve daha iyi olmayacağını görüyorum. kötü zamanlarda, kötü insanların tüm gücü ele geçirdiği bir ülkede yaşıyoruz ve onları ölümden başka durdurabilecek hiçbir şey kalmadı ve azrail de onlardan tarafmış gibi geliyor. o yüzden geçmişi düşlemek, çoktan yaşanıp bitmişleri kendi süzgecimden hayal etmek daha güvenli geliyor. acımasız sonları olmuyor, ending credits'in bitişi gibi müzik yavaşça azalıyor ve susuyor. 

ending credits ile ilgili neler yazmışım diye blogta geçmişe gidince, kardeşimle bir koyda bira içtiğimiz ve eve döndükten sonra devam edip yakalanmamak için kutuları da gitar kılıfına sakladığımız çok güzel bir güne vardım. ıssız koyda artık belediyenin tesisi var, yazları can pazarı oluyor. biraları aldığımız market çoktan kapandı. pro evolution soccer artık çıkmıyor, herkes fifacı oldu. gitar kılıfı 14 yıldır yerli yerinde, yatağımın altında oğlumun onu keşfedeceği günü bekliyor. şimdiki zamana hiçbirisi kalmadı ama geçmişte bir günde her şey yerli yerinde, yağmur sonrası açan güneş gibi ışıl ışıl ve parmaklarımın tuşların üzerindeki hareketiyle yeniden canlanıyor. yazmak, lanetimden çok cankurtaran salıma dönüştü. tatlı suya ulaşabiliyor ve basit bir düzenekle besinimi karşılayabiliyorum. geçmiş benim okyanusum, olan ve olmamış tüm hallerimin, tüm sevdiklerimin yaşadığı vatanım. o yüzden sık sık geriye dönüyor ve orada yeni bir patika buluyorum. 

yeni imara açılan yerlere yapılacak yeni binaların projeleri, ruhsatları, bir sürü teknik personel, bunları parasıyla muma çeviren müteahhitler bana ahlaki gelmiyor. hangi bina bir ağacın güzelliğine, hangi site bir ormanın büyüsüne sahip? bir sene geçmeden boyası atan, çürüyen, malzemelerini kusan canavarlardan başka bir şey değil artık benim için apartmanlar. en güzelinin en çirkininden farkı yok. bahçe duvarları, sığınaklar, ledli tavanlar, padişah koltuğu gibi işlemeli asansörler, baskı betonlu yüzeyler, parlak fayanslardan yansıyan gömme spotlar... hiçbirisine katlanamıyorum artık. o yüzden daha fazla doğaya dönüyor, bir şey izleyeceksem bile kamp videoları, ıssızda yakılan ufak bir ateş, kar fırtınaları ve eski bir kütüphaneden yağmur altındaki taş sokakları izliyorum. 

toplantının kasveti yazdıkça dağıldı, bir sonraki hayatımda çalışmak ve para kazanmak zorunda olmadığım bir derebeyi ya da omzunda küçük bir kertenkelesi ile yola koyulmuş, adaleti kendince sağlamaya çalışan bir samuray olmayı diledim. bir çizgiromanın ilk taşları aslında bu, proje henüz geliştirme aşamasında. bu prodüksiyon işlerini zerre bilmediğimden, sadece ilk adım olarak da kalabilir ama bir anti-kahraman, insanlara bayılmasa da elinden geldiğince yardım eden, çocukları koruyan bir samuray fikri üzerine uzun zamandır düşünüyorum. adı aurelius segundo. marcus aureilus'a benziyor tipi, görkemli sakalları ve omzunda istihbaratçı bir kertenkelesi var. bu kertenkele, aylar önce havuzun dibinden kurtardığım kertenkele olacak. her yere girip çıktığından bana sürekli gizli bilgiler getirecek. bir kertenkele ordusunun komutanı olacak. aurelius segundo, yüzyıllık yalnızlık'tan ve kendime düşünceler'den damıtılmış, çift kılıç taşıyan ve dünyayı kaba saba bir yer olmaktan kurtarmaya çalışan bir savaşçı gibi zaman ve mekanda dolaşacak. 

tabii bütün bunlar, şimdiki zamanın üzerime çöken karabasanını dağıtmak için kendime oynadığım küçük bir oyun bile olabilir. hayat sonuçta, douglas adams'ın dediği gibi:

"yaşayanların elinde ziyan olur"

24 Eylül 2025 Çarşamba

elli yıllık yalnızlık

on yaşlarında, yalın ayak başı kabak iki oğlan çocuğu, gölgelerin bile ortalıkta görünmediği bir öğle vakti, taşköprü'ye kadar yürüyüp cılız akan suyu uzun uzun izledi. karınları açtı fakat her zamanki gibi paraları yoktu, o yüzden bir kebabı ikiye bölecek durumda değillerdi. bir gün çok paraları olacak ve şehrin en iyi kebapçısında masaya oturup adam başı bibuçuk söyleyeceklerdi. siyah takım elbise giyecekler ve arabayla geleceklerdi. cüzdanları paradan kapanmayacak, garson çocuğa da bahşiş vereceklerdi. çocuk, onları kapıya kadar uğurlayacak ve kebapçıda çalıştığı müddetçe birbirlerine benzeyen bu iki adamın yolunu gözleyecekti.

taşköprü'den geçip nehrin diğer yakasına yürüdüler, onları orada bekleyen bir şey yoktu. herkes yabancıydı, herkes birbirine benziyordu. atlar bile aynı güneşin altında kavrulmaktan sahiplerine benzemeye başlamıştı. arabacının kırbacı parlak mavi göğün altında yükseliyor ve sonra atın boynunda şaklıyordu. hiç kimsede para yoktu, sanki dünyanın tüm zenginliği başka bir coğrafyaya göçmüş ve adana'ya sıcak, toz ve öfke bırakmıştı. sadece seyhan usul usul akıyordu ama o da dellendi mi önünde kimse duramıyordu. selin izleri aradan yıllar geçmesine rağmen evlerin duvarlarında asılı kalmıştı. hurdacıların, eskicilerin, çaputçuların arasında dolaşmaya devam ettiler. evdekiler onları merak etmez, ne yaptıklarını da sormazdı. herkes sabah erkenden işlere dağılır, akşam da bitmiş tükenmiş gelirdi.

bir simidi ikiye bölüp aynı yolu geri yürüdüler, ayrana kuruşları kalmamıştı o yüzden mahalle çeşmesinden kana kana su içtiler. bir gün ikişer simit ve buz gibi ayran da içecekler, simitçinin tüm simitlerini de satın alıp dağıtacaklardı. simitçi, bu birbirini andıran iki delikanlıyı adana'nın sokaklarını arşınladığı sürece hatırlayacaktı.

her biri sahibine benzeyen iki katlı evlerin önünden geçtiler, mahalleler iki ana cadde arasına kebap şişleri gibi paralel uzanmışlardı. bebekler analarının memesinde, çocuklar sokakta, kadınlar kapı önünde, yaşlılar ise ölüm döşeğindeydi. iki arabanın sığamayacağı dar sokaklarda, hayat tüm gürültüsüyle, sanki yüksekten düşen bir şelale gibi çağlıyordu. her evin rengi, evin her duvarı farklıydı. para buldukça tamamlanmış ve inşaat zamana yayılmıştı. bazen dedesinin başladığını torunu bitirmiş, bazen de her düğünden sonra allah'a emanet bir kat daha eklenmişti. yıkılmıyorlardı ama tam ayakta da değillerdi. kendi mahallelerine vardılar, demir kapının parmaklığından ince bileklerini geçirip kapıyı açtılar ve avluya ulaştılar. tulumbadan çektikleri suyla güneş geçmiş kel kafalarını, tozlanmış ayaklarını yıkadılar ve bahçedeki turunç ağacının gölgesindeki kerevite kuruldular. 

1975 eylülünde bir gün, onlar için böyle bitti. tam elli sene sonra onlara nerede olacaklarını söylense, buna adana'da tek bir kişi inanmazdı. sadece, söyleyenin sıcaktan dellendiği ve olur olmaz şeyler gördüğü arkasından konuşulurdu. ne söyleyen kalırdı zamanla ne de söyledikleri.

elli sene sonra... 2025 eylül. ingiltere.

babam ve dayım, siyah takım elbiselerini giyip yakalarına da unutma beni çiçeklerini iliştirdi. ingiltere vizesi son anda hallolmuş, hemen uçak bileti ayarlanmış ve babam, 23 eylüldeki cenaze törenine yetişmişti. dayımın, kadim dostunun bu en zor gününde yanında olmayı başarmıştı. ikisinin yüzünde asılı bir hüzün, fotoğrafta çok güzel gülen bir kadını çevrelemişti. artık kafaları kel değildi, saçlarına ak düşmüştü. taşköprü'nün kemerlerinin arasından elli yıl akıp geçmişti.

bazen yıllar, sel baskını gibi her şeyi silip süpürmüş ve geriye kesif bir acı bırakmıştı. düğünler, cenazeler, erken gidenler, kısa zaman sonra öleceğini herkesin bildikleri, güzel sofralar, kavuşmalar, ayrılıklar, geleceğe dair planlar derken kardeşten öte bu iki adam, yine bir araya gelmişti. takım elbiselerini düzelttiler, evden çıkıp siyah bir arabaya binerek uzaklaştılar. 


2025 eylülünde bir gün, onlar için böyle bitti. tam elli sene önce, turunç gölgesinde bitirdikleri günün üstünden yarım asır geçmişti. bir süre sonra türkiye'ye, alison'un külleriyle döneceklerdi. bir hikaye zaman içinde oluşmuş, sürmüş ve bitmişti ama etkisi biz yaşadığımız müddetçe devam edecekti. unutma beni çiçekleri her ne diyorsa, o olacaktı.



8 Eylül 2025 Pazartesi

alison'un külleri

alison öleceğini biliyordu. alison'un öleceğini biliyorduk. dört sene önce, üç senelik ömrü kaldığını söylemişti doktorlar. kanser yayılmış ve kemoterapiye bile kafa tutacak kadar güçlenmişti. çeşitli tedaviler ve yeni yöntemler de fayda etmeyince, alison bir sonraki seneyi bile göremeyeceğini kabullendi. evine dönmek ve orada veda etmek istedi. vaktinin kalmadığını biliyordu...

ingiltere'den son bir mesaj gelecekti, hepimiz bunu hiç istemesek de öğrenmek üzereydik. ölümün sessizliği önceden gelmiş, sahneyi kurmuştu. yaprak kımıldamıyordu, herkes hayatına bir yeni mesaj müddetince devam ediyordu. dayım, "alison'u kaybettik" diye bir mesaj yazacaktı, henüz gelmeden bile hepimiz o mesajı okumuştuk. ailemizin ingiliz gelini, iyi kalpli, her zaman güler yüzlü ve sevecen alison'unu 29 ağustos akşamı uğurladık. ailesiyle çevrelenmiş yatağında, evinde, huzur içinde son nefesini verdi. acıları bitti ve artık hafifledi. bedeni ve kanserinin fiziksel yolculuğu sona erdi. yolun bundan sonrası aynı anda, birçok yerde, onu sevenlerin hatıralarında devam edecek. vasiyeti üzerine yakılacak ve küllerinin bir kısmı kardeşimin mezarının üzerine serpilecek. ingiltere'den bu sefer sadece dayım ve alison'un külleri gelecek.

ne tuhaf, 1966 yılının 26 nisanında birisi adana'da, diğeri newcastle'da doğan iki kişinin yolu yaklaşık 40 yıl sonra kesişiyor, evlenip çocuk sahibi oluyorlar. blogun erken dönemlerinde sürekli bahsettiğim o küçük jedi her sene gelince evimize neşe veriyor ve yılın geri kalanında onu özlüyoruz, oğlum olursa tam da onun gibi olmasını istiyorum ki bu dileğim gerçekleşiyor. kerem'in o yaşlardaki halini çok benzetiyorum ona. küçük jedi büyüyor, artık 20 yaşında. geçen sene, annesini babasını ingiltere'de bırakıp sevgilisiyle geliyor türkiye'ye. onları havaalanından almaya gidiyorum. boyu beni çoktan geçmiş ama hala o bebekliğindeki gibi oyuncak ayı gözleri parlıyor. zamanın değiştiğini hep başkasından anlıyorum, kendimde hissettiğim bir değişiklik yok. sanki yirmi senedir aynı insanım, hız sabitleyiciye basıp sabit hızla aynı çemberde dönüp duruyorum. kesif bir ilerlemeden ya da çığır açacak keşiften bahsedemem ama etrafımdakiler yazılmayı bekleyen kitaplara dönüşüyor. 

dün, yaz tatilinin son pazar akşamında kerem ile yine yapışık iki koala gibi üçlü koltuğumuzda boğuşurken, benim tanıdığı en yaratıcı insan olduğumu ve emekli olduktan sonra çocuk kitapları yazmam gerektiğini söyledi. guburuk diye hafiften kabardım, bir de karavan alırız dedim, dağların arasına gider ve ateş yakıp kamp yaparız. geleceğe dair belirsiz hayaller; çocukları büyüyüp yuvadan uçtuğunda dayım ile alison da karavanlarıyla dünyayı dolaşmayı düşünürdü. karavanı da aldılar, birkaç kere iskoçya taraflarına kampa da gittiler ama hayat işte, seni beklemiyor ve kendi programını esnetmeden uyguluyor.

eski fotoğraflara bakınca, nasıl da istikrarlı azaldığımızı görüyorum. bir deniz kenarındayız herkes orada, çocuk daha ufak ve benim kucağımda, dedemin yakasında bir çiçek, alison'un her sene değiştirdiği saç rengi o sene mavi, annemin gözlerine hüzün daha gelmemiş. sonra bir çiçek bahçesinde başka bir fotoğraf, herkes gülüyor, alison'un saçları platin sarı, dayım benden de genç, yine vazgeçemediği kötü alışkanlığıyla saçları enseden uzatmış, nenemde el örmesi bir yelek...

ve artık diğer taraftaki nüfusumuz artıyor, herkes oraya gidince yeniden fotoğrafları ben çekeceğim. küller, kemikler ve mermerden mezar taşları hep bu eksik ve kötü dünyada kalacak. biz diğer tarafta yine güzel yemekler yiyip güleceğiz, tüm sevdiklerimizle bir çiçek bahçesinde, bir deniz kenarında, bir ağacın gölgesinde, bir hatıranın içinde yeniden yeşereceğiz. birileri bizi hatırlayacak ve hatırlayacak son insan da aramıza katıldığında, tamam diyeceğim dünya üzerinde geçen bin yıllık yalnızlığımız artık sona erdi. hepimiz buradayız ve burasını seveceğiz. 

hoşçakal alison jane, tekrar görüştüğümüzde  "hello sunshine" diyeceğim, sen de o güzel gülümsemen ve yeni saç renginle yine neşe getireceksin. 

24 Temmuz 2025 Perşembe

paramparça doğanlar

mesainin bitmesine yarım saat kalmıştı. tüm göstergeler normaldi; her cuma olduğu gibi piyano dersinden çıkan oğlum yanıma gelmiş, bilgisayarıma konmuş ve frikik atma oyununu açmıştı. onu izlerken kendi çocukluğumu hatırlamayı seviyorum, ben de babamın yanına gider ve bilgisayarda oyun oynamak için yalvarırdım. pek sıcak bakmazdı buna, çünkü o zamanlar bilgisayarlar çok nazlıydı ve sorun çıkarmak için bahane arardı. oyuna girmek bile büyük başarı sayılırdı. cd sürücüden gelen patinaj seslerinin eşliğinde, bir güvercin tedirginliğinde beklerdim. fifa yazısını görünce bağrımın kafesi açılır ve bütün kuşlar uçuşmaya başlardı. kaç saat oynayabilirdim peki? belki yarım, en fazla bir. oyuna hayret ederken hızlıca geçerdi zaman. 

küçük prensim, kucağımda oturup tüm dikkatini topu doksana takmaya vermişken; odadaki kızlar pencereden dışarı bakıp bir şeyi ucuz atlattığımı ve lokum bisküvi dağıtmamı söylediler. binanın karşısına park ettiğim arabanın 3-4 metre arkasında bir kaza olmuştu ve bordo doğan sanırım direğe çarptığından kola kutusu gibi ezilmişti. lokum ve bisküvi üzerine düşünürken, doğanın çarptığı şeyin benim arabam olduğunu fark ettim. ilk başta açıdan dolayı anlaşılmıyordu fakat tampon ana gövdeden, adeta bir uzay aracıymış gibi ayrılmaya çalışıyordu. yol trafiğe kapanmıştı, doğan kendinden geçmişti ve kahrolası haftanın bitmesine yarım saatten az kalmıştı. aşağı indim. nedense sakindim, arabaya arkadan bakınca iyi geçirdiklerini görüp istemsizce "arabanın anasını sikmişsiniz" dedim. bu ilk kazamdı ve o sırada olay yerinde bile değildim. cehennem gibi sıcakta, ağlamaktan rezil rüsva olmuş bir kadın yaklaştı ve çok özür dilediğini söyledi. bordo doğanın gazı bittiğinden başka bir araçla çekmeye çalışmışlar, o sırada ip kopmuş ve gazı biten doğan atmosferde başıboş sürüklenen bir meteor gibi gelip benim arabama çarpmış. tamponda yer yer kırıklar vardı ama karşı taraf resmen kendinden geçmişti. 50 kiloluk bir zargana, "abi arabayı ben sürüyordum direksiyon kitlendi" dedi. yalan söylediğini biliyordum, o yüzden üstelemedim. ehliyeti olmayan genç kadın sürüyordu, kaza olunca bu flütü aramışlardı ehliyeti var diye. o da neyin ne olduğunu tam anlamadan hızlıca gelmişti. ağlamaktan deliye dönmüş kadın, erzurum'da arıcılık yapan kocasını aradı. kocası zararı karşılayacaklarını söyledi ama karşılayacak durumları varmış gibi gözükmüyordu. senenin belirli bir zamanında ortaya çıkan tropik sigortacımı aradım ve ne yapılması gerektiğini sordum. ilk defa ona işim düşüyordu. genelde mayıs haziran gibi poliçe, kapsamlı, ikame, zorunlu gibi tuhaf kelimelerle aklımı bulandırır ve bir senelik anlaşmayı kopardıktan sonra sırra kadem basardı. ne yapılması gerektiğini söyledi, o sırada fosforlu muhabbet kuşu gibi giyinmiş trafik polisleri geldi. durum, tüm çıplaklığıyla yol kenarına serilmişti. arabayı iple çeken kovboyların anlık kararı sonrası park halindeki aracıma arkadan geçirmişlerdi. güvenlik kameralarından olay anını sekiz farklı yönetmen çekmiş gibi izlemeye bile gerek yoktu. hemen çalıştığım binanın önündeydi, arabama çarpmak için mükemmel yeri seçmişler beni de çok yormamışlardı. merdivenden iner inmez kaza yerine ulaşmıştım. pencereyi açıp arabanın üzerine bile atlayabilirdim fakat doğanı ikiye bölmekten korktum. durduk yere gözdağı vermeye gerek yoktu, karşı taraf zaten şokun içinde yeni şok dalgalarıyla boğuşuyordu.

tutanağı tuttuk, üç nüsha imzaladık, trafik polisleri bu işi hobi olarak yapıyormuş gibi biraz takıldıktan sonra kayboldu. karşı tarafın sigortası karşılayacakmış, benim kaskom delinmeyecekmiş. kaskomun bekaretini korumaya ant içmiş bir şövalye gibi ağır kılıcımla asfaltın üzerinde dolaştım. perşembe günü aracın vizesi için cumartesiye randevu almıştım ve bir gün sonra kaza beni bulmuştu. paramparça doğanı çekiciye bindirip götürdüler, tamir edilecek gibi görünmüyordu. ortaokulda ayağımızla ezdikten sonra top diye oynadığımız kutu kolalara benziyordu. perişan kızı, zarganayı, erzurum'da arıcılık yapan kocasını, perişan kızın ince patlıcana benzeyen kardeşini postaladıktan sonra arabaya "yarınki muayeneden geçer miyiz?" diye fısıldadım, o da önce sanayiye uğrayıp tamponun ayrılan kısmını yerine oturtursak bir şansımız olabileceğini söyledi. ertesi sabah dediği her şeyi yaptım, sanayide eli hünerli bir usta buldum ve adam avucuyla koca tamponu yerine oturttu. şifacılardandı, az konuşuyor ve konuştuğundan da az dinliyordu. dünya'ya sadece dağılan gövdeleri toparlamak için gönderilmiş gibiydi. özüyle biçimi birbirine kaynamıştı. 

araba vizeden tek seferde geçti, sigorta eksper işlemleri başladı, halatlı kovboylarla bir daha görüşmedim, geçen salı doğum günümdü fakat tüm haftayı hasta geçirdiğimden tek bir bira bile içemedim. bazen her şey üst üste gelince, sadece hayatta kalma modunu açıp zamanın geçmesini bekliyorum. pazar nispeten daha iyiydi, ailecek tekne turuna gittik, annem tekne kaptanına rica edip youtube'ta isme özel doğum günü şarkısı çaldırmasa gayet şık bir gün olacaktı fakat beni tanıyan tanımayan herkesin alkışları eşliğinde tiramisudan oluşan tuhaf pastayı kestim. rüzgar iyiydi, pastanın üzerindeki kahvemsi toz sanki küllerimmiş gibi dağıldı ve herkesin ağzına burnuna doldu. pastadan bir çatal aldım, 42. yaşımın şerefine iki de bira çaktım. 

9 Temmuz 2025 Çarşamba

olmadığın tek yer

hava dünkü kadar sıcak değildi, kuru sıcak yerini dağları bile kaybeden neme bırakmıştı. nerede ne yiyeceğimi bilemeden arabaya atladım, seçenekler iştahımdan da azdı. radyo 3 kendiliğinden açıldı, rengini yitirmiş açık gri bir göğün altında ip gibi uzanan yoldaydım ve pink floyd’dan wish you were here çalıyordu. yanına bugün gelmeyecektim, doğum günün yarındı. hızı sabitledim, yol belliydi; formülden ise geriye sadece zaman kalıyordu. 2011’de duran, 2016’da devam eden ve beni iki farklı hayatın iki farklı gerçeğine cam parçaları gibi serpiştiren zaman.

karşı şeritten gümüş renkli bir yamaha fazer geçti, seninkinin hemen hemen aynısıydı. işaretler yine her yerdeydi, sadece gözlerimi açıp etrafa bakmam yeterliydi. olmadığın tek yere gelmeye karar verdim. dönerken bir şeyler yerdim. radyo 3 halimden anlamış gibi, comfortably numb’ın konser kaydıyla devam etti. yol boyunca beni yalnız bırakmayacaktı belli ki. yirmi kilometrelik bir yol, saatte ne kadar hızla gidersem otuz sekiz yıl sürerdi?

pink floyd’un son kez bir araya geldiği 2005 live aid konserinin kayıtları radyoda devam ederken, yirmi yıl öncesine gittim. bu konseri televizyon başında canlı izlemiştim, iki aksi ihtiyarın yeniden bir araya gelmesi mucizeydi. o yaz, üç yıl aradan sonra eve geri dönmüştüm. barda çalışmayı bırakmış ve kendimi gerçekleştirmenin patikasında mimarlık stajına başlamıştım. her şey nasıl da geçmişin sandıklarında, üst üste binmiş yılların arasında saklı. 2005’ten geriye ne kaldı? birkaç anı, birkaç zafer. yol üstünde bir markete uğradım, comfortably numb’ın solosu az sonra girecek ve ruhumu bedenimden söküp yörüngeye çıkaracaktı. oradan her şey daha anlaşılabilir ve birbiriyle bağlantılı görünürdü. comeback of 2005 temalı, liverpool mucizesine gönderme yapan carlsberg gözüme çarptı. bugün 2005’ten gelmiş bir hayaletin tüm görkemiyle ortalığı tozu dumana kattığı, beni yola çıkardığı ve yol boyunca eşlik ettiği bir gündü. belki de hayaletim, uzak bir gelecekten bugüne özel gelmişti. bazı şeyleri hatırlatmak istemişti ama unutmamıştım zaten. yerçekimini ya da mors alfabesini kullanarak bana mesaj vermesine gerek yoktu, müzik zamanda yolculuk yapmak için yeterliydi.

yirmi kilometrelik yol, bir sicim gibi uzamış ve etrafıma dolanmıştı. zamanın fiziksel varlığını, bir dağ gibi önümde yükselmiş gibi görüyordum. o dağın yamacındaydı olmadığın tek yer. arabadan indim, yürüdüm. beyaz mermerin üzerinde adın ve soyadım yazıyordu, altında da sayılar. iki tarihin arasında tire işareti vardı, o senin dünyada geçirdiğin zamanı gösteriyordu. zaman, yol ve hız formüldeki değerini kaybetti. her şey çizgiye dönüştü. üçüncü boyut bile yoktu. sonra yine beyaz bir kelebek geldi, hareketleri tahmin edilemezdi. öncesi ve sonrası yoktu, sanki her kanat çırpışı ilk ve sondu. beyaz mermerinin üzerinde dolaştı, onu görmemi istedi. daha önce çeşitli yerlerde karşıma çıkanlar gibiydi, dikkatimi çekmeyi başardı. bir taşın hareketsizliğini şeffaf kanatlarıyla parçaladı. harfler ve sayılar hiçbir şeyi göstermezdi, ikimiz de aynı zamanda aynı yerdeydik. yolda karşılaşmış, 2005 konserini dinlemiş, bir zamanlar çalıştığın yerin önünden geçmiş, aynı senin yaşadığın gibi uçmaya çalışan bir kelebekle de denk gelmiştik. aslında yarın gelecektim ama bilmediğim bir yerden bana müzik ile mesajı gönderdin. gel dedin, radyo 3’te harika bir konser var.

ben de olmadığın tek yere geldim, kelebeğini yollayıp bana göz kırptın. doğum gününü kendimce kutladım, otuz sekiz çok geldi gözüme oysa dört sene önce oradaydım. haftaya ise kırk iki oluyorum. önceden haftada iki doğum günü kutlardık, şimdi kendiminkini bile geçiştiriyorum. kerem seviyor kutlamayı, bana bira alacağını söylüyor. altılı al diyorum, üçünü kendime üçünü de sana saklıyorum.

20 Mayıs 2025 Salı

son görülme perşembe, 15:04

benden en fazla on yaş büyüktü, az da olsa bir muhabbetimiz vardı. ilginç soyadını mimarlık ofisine isim olarak vermişti. genelde apartman çizer, hızlı çalışır ve bir sonraki projesine kadar ortalıktan kaybolurdu. zayıf bir adamdı, yorgun gözükürdü ama ölecek kadar değil. 

ne yazık ki 3-4 gün önce kalp krizi geçirip bu dünya'daki yolculuğunun sonuna gelmiş. birdenbire. sanki dünün ve yarının hemen hemen aynısını yaşamaya devam edecekmiş gibi güne başlayıp akşamı getirememiş. çabalar nafile. mimari proje müellifi öldüğü için müteahhidi bu sabah geldi ve ruhsatta isim değişikliği yapılması gerektiğini söyledi, proje devam etmeliydi. projeyi çizen mimarın ölmüş olması bu dünya'ya çivi üzerine çivi çakmaya engel olmamalıydı. her şey aceleydi, beton beklemezdi, teslim tarihleri azrailden bile hızlı yaklaşırdı. proje üstünden satılan daireler, yeni sahiplerine bir an önce kavuşmalıydı. peşinatlar boşa ödenmemişti. deniz manzaralı lüks rezidanslar ölenler için değildi. 

ishal sarısı gözleri olan müteahhide tiksinerek baktım ki kendisinden uzun zamandır nefret ediyordum. osmanlı aşığı, cumhuriyet düşmanı dallamanın tekiydi. bir buçuk metre boyuyla kendisini cihan padişahı sanıyor ve paranın verdiği özgüvenle kasılarak yürüyordu. işini benimle halledemeyeceğini bildiğinden yanıma bile yaklaşmazdı. sevdiğimi belli edemem pek ama nefret ettiğim insanlar bunu sonuna kadar hisseder. 

marcus aurelius okuduğumdan beri nefretimi dizginledim ama az da olsa kesişiyor yine yollar. ölen bir mimarın son görülme tarihinden daha bir hafta bile geçmemişken, yeni mimara yeni ruhsat peşinde koşmaları beni rahatsız ediyor. artık burada suyum ısındı bunu biliyorum ama eskisi gibi tek günde kurtulamıyorum. cadı bir mimarın yanında, fatih terim'in boğaz sırtlarında yeni aldığı villasının yenileme projesini çizerken bir akşam, bilgisayarımı bile kapatmadan istifa etmiştim. ofisten çıkmış, kuru bir kasım soğuğunda kuruçeşme'den beşiktaş'a kadar yürümüştüm. 2008 olsa gerek. üzerinden on yedi uzun sene geçmiş. ben istifa ettiğim gün doğan bir çocuk, seneye belki mimarlık okuyacak. onun yerinde olmak istemezdim, birisi bana gençliğimi geri getirse aynı belalara tekrar bulaşmak istemez ve elçiyi döner tekmeyle bayıltırdım. 

b planım hiç olmadı, sadece anlık parıltılar ve ufak patlamalar gördüm. görkemli bir kariyer peşinde koşmak yerine erkenden vazgeçtim, hırslı olmadım, paranın kokusuna kulaklarımı dikip bir köpek gibi yıllarca iz sürmedim. muhtemelen yanlış bir meslek seçtim ama kendi irademle seçtiğim için başkasını suçlamadım, kendime de fazla yüklenmedim. kafası karışık genç bir adamdım, hem hayatı hem de kendimi anlamaya çalışırken bir de baktım ki bir masanın ardındayım.

her neyse işte; yarın ölecekmiş gibi ibadet etmiyorum hiç ölmeyecekmiş gibi de çalışmıyorum. iyi bir baba oldum, oğluma masal yerine hayatımızdaki karakterlerden absürt hikayeler uyduruyorum, o da "baba sen gördüğüm en komik adamsın, bunun çizgi romanını yapmalısın" diyor. bu da bana yetiyor, yaşamaya bayılmıyorum ama son görülme tarihim için de henüz erken. 



13 Mayıs 2025 Salı

iki on ur

dün öğlen nerede ne yiyeceğimi bilemeden kendimi dışarı attım. önce balıkçıya bakacaktım, kalamar benzeri bir şey istiyordum. antik zamanlardan kalmış omurgasız bir deniz canlısı olabilirdi. bir önceki gün maçları uç uca eklerken çok içmiştim ve canım okyanus lezzetinde bir şeyler çekiyordu. kredi kartı kesim tarihini ardımda bırakmıştım, kazancım ile borçlarım sanki parçacık hızlandırıcısında karşılaşmış ve birbirlerini nötrlemişti. sıfıra sıfırdım ama bunun bir başarı olduğunu bilecek kadar da yaşlıydım. ödemelerim çoktu ve para sadece, o da her ay aksatmadan gittiğim takdirde, tek bir yerden geliyordu. evdeki rahat koltuğumda büyük bir televizyondan ingiltere ligini izlerken bira içmenin bedeli vardı ve tüm hayatım boyunca yaptığım gibi bedel ödemekten kaçınmıyordum. yeteneklerime ihanet etmiş olabilirdim ama bundan çok emin değilim, belki de yetenekli olduğuma inandırmıştım kendimi. 

bir kağıda öylesine çizdiğim eskizleri çöpe atmayı unutmuşum, başka bir mimar bunları gördü ve bunları benim çizip çizmediğimi sordu. sonra da mutlaka yarışma projelerine girmemiz gerektiğini, burada kendimi harcadığımı ekledi. uçan konsolları olan modern bir binaydı, boşluklarından okyanus görünüyordu ve arazinin içinde sanki hep orada olan bir kayaymış gibi kendi halindeydi. uçuruma doğru uzanan havuzun başında bir siluet dikiliyor ve inşa ettiği evin tadını çıkarıyordu. beyaz kalın kağıdın üzerinde sadece lacivert mürekkebin iziydi bütün bunlar, siluet karanlık bakışlarıyla okyanusu tarıyordu. başka bir gerçeklikte erkenden vazgeçmek yerine mimarlığa devam etmişti. yine de beni suçlamıyordu, ben de onu ilahlaştırmıyordum. ikimizin arasında bir denge vardı, birbirimizi anlayabiliyorduk. ben ara sıra bir şeyler çiziyor ve ona can veriyordum, o da okyanusu yüksek bir terastan izliyor ve gerçek olduğunu düşünüyordu. yarışma projelerine girmek istemiyordum, yarışmaya gerek yoktu. müteahhitlere, işverenlere, ustalara, yönetmeliklere, proje müelliflerine, ekonomik kısıtlamalara, ruhsat için belgelere, noter onaylı sözleşmelere... sadece beyaz bir kağıdın üzerinde dağılan mürekkep benim için yeterliydi. 

ertesi gün, bir müteahhidin oğlu geldi. babasının işlerine devam edecekti, en son model bir bmw'si vardı. parası muhtemelen harcayarak bitiremeyeceği kadar çoktu. basit bir dilekçe yazması gerekiyordu ve ne yazacağını da çıktı alıp önüne koydum. sadece kendi ada/parsel bilgilerini ekleyecekti. kahrolası plan buydu ve çocuk, dilekçeye bakarak bile bunu başaramadı. hayret ettim, sanırım okuması yazması yoktu ama üniversite mezunuydu. iki yıllık falandı belki ama bir noktada okumayı yazmayı bırakmıştı. iyi para kazanıyorlardı, latince isimli konsept projeler, sonsuzluk havuzları, iddialı söylemler, her model arabalar, performans kitleri, orijinali bile sahtesinden daha sahte gözüken emporio armani kıyafetler arasında dilekçe yazmanın gereği ve önemi yoktu. tanıdığım da bir çocuktu o yüzden dayanamayıp "oğlum senin okuman yazman yok mu, bu nasıl yazı?" diye sordum. abi uzun zaman oldu dedi ve güldü. bakarak bile aynısını yazamamıştı. zar zor tamamladı, on milyonluk bmw'sine binip gitti. ben de eskizime biraz daha bakıp yırttım ve çöpe attım. kendi ofisimi açsam, yine bu adamların eline düşecek ve idealist davranmaya çalışırken de ilk seferine çıkmış titanic gibi olacaktım. mimarlığı hobi olarak yapmalıydım belki de, hikaye anlatmakta kullanmalıydım fakat nereden başlamam gerektiğini bilmiyordum.

ha, ne diyordum, önce balıkçıya bakacaktım. buzun üzerinde yatan uygun bir canavar bulursam da yiyecektim. eğer gönlüme göre bir şey bulamazsam da fırından sıcak pide alıp eve gidecek ve sote yapacaktım. ne sotesi olacağını bile bilmiyordum, detaylı düşünmemiştim. balıkçıda, sevmediğim bir sürü insanı görünce erkenden vazgeçtim. buzun üstündekilere bile bakmadım. insanlara tahammülüm yine yerlerde sürünüyordu. ufak bir yerde yaşıyordum zaten, sabah kavga ettiğim bir müteahhit akşam meyhanede denk geliyor ve "afiyet olsun onur bey" diyordu, boğazlamak istediğim bir sürü insanla küçük bir teknede bir bilinmeze sürükleniyordum. yabaniliğim ara sıra kendini hatırlatıyor ve bizi unutma burada patron diyordu. ona birkaç parça et atıp hayatta tutuyordum.

içerdeki kimseyi tanımadığım bir esnaf lokantasına girdim, ne yiyeceğimin bir önemi yoktu ama yine de vitrinine baktım. garson bana anlamsız gelen bir sürü yemek adı sıralıyordu. elbasan tava, üstbasan buğulama, kuzu mincikleme gibi. çorba ve karışık kızartma söyledim. geçen hafta evde enfes bir kızartma şöleni yaptığım için önümüzdeki iki sene evde bir şey kızartmam yasaklanmıştı. artık kızartma ihtiyacımı esnaf lokantalarında ya da deniz kenarında karşılayacaktım. soğuk şoklu ve çift kızartmalı muhteşem bir kızartma partisiydi ve bedeli ödendi. bedel ödemekten kaçmayacağımı söylemiştim.

hızlı bir yemekten sonra kırk dakika zaman kaldı, sığınağıma koşmalıydım. kapıyı açınca hemen ernest hemingway karşılıyordu, yanında jules verne vardı, umberto eco karşı duvardaydı. halk kütüphanesi, tüm zamanların en görkemli hayaletleriyle tıka basa doluydu. ne okuyacağımı bile bilmiyordum, sadece onlarla olmak iyi geliyordu. anthony bourdain'in mutfak sırlar kitabı, yemek kitapları bölümündeydi. emine s. beder'le yan yanaydılar. emine teyze, başta sıkıntı çekse de zamanla birbirlerine alışmışlar. tony'nin altın gibi bir kalbi varmış, eli de pek maharetliymiş. neden böyle birisi kendisi asarmış, canına kıyarmış anlamamış. tony ise artık ölümün ötesine geçtiği için keyifliydi, uzak bir ilçenin raflarında huzuru bulmuştu. diğer hayaletlerle tüm gece partiliyor ve öğleden sonraya kadar uyuyordu. yaşamanın omuzlarımızı yere yapıştıran ağırlığı bitmişti. bir kağıt kadar hafifti ve kitabın kapağı ne zaman ve nerede açılırsa, yeniden hayata dönüyordu. 

onlardan biri olmak istiyordum. mimarlık umurumda değildi. piyasada iş yapanların, kimlere hizmet ettiğini görüyordum. okuması yazması olmayanlar için gözlerinin ışığını kaybediyorlar, gece gündüz çizim yapıyorlar, alternatifler üretiyor ve sonra da yerindeki uygulamanın kendi aklından geçenlerle bir alakası olmadığını fark edip dişlerini sıkıyorlardı. dişleri un ufak olmuştu, çeneleri iflas etmişti. bazıları benden bile kötü durumdaydı. yerinde olmak istediğim tek bir mimar bile yokken, ölü yazarlara imreniyordum. yolum belki de hep buydu ama o taşları zamanın ve mekanın çeşitli evrelerinden tek tek toplamak zorunda kalmıştım. 

okuma salonuna girdim, ilk rafın ilk kitabı henry david thoreau'nun walden'ıydı. güzel ve tatlı bir tesadüf gibi parıldıyordu, hemen avuçlarımın arasına aldım. ilk sayfada yazarın hayatından kesitler vardı. 1817'de doğmuş ve 1862'de ölmüştü. 45 yıl, ne çok uzun ne de çok kısa. ben ise 42 yaşındayım. sanki daha önümde uzun seneler varmış gibi geviş getire getire yaşıyorum. bir devenin çöl geçerken aklında çevirip durduğu tanımsız bir hayalim. bir serabım belki de. yazıya başlarken, paralel evrende motosiklet süren halimle ortak bir maceraya atılayım diyordum. tünelin ucu bambaşka bir yere çıktı. şimdi masamın diğer tarafında bir müteahhit bekliyor, istinat duvarı için ruhsat harcı hesaplayacakmışız. orta asya steplerinde motosiklet sürmek yine başka bahara kaldı ama sorun değil.



5 Mayıs 2025 Pazartesi

mayısta ölmek zor

henüz bitmiş bir inşaatın bahçesinde, dünkü yağmurla birkaç parmak ancak dolmuş havuzun başında inşaattan sorumlu her kimse onu bekliyordum. yolda olduğunu ve en fazla beş dakika içinde geleceğini söylemişti ve ikimiz de beş dakika içinde gelmeyeceğini biliyorduk. yalanlar o kadar çok söylenmişti ki artık hangi yalan ne için kullanılmıştı, onu bile unutmuştuk. binalar ise sığınaklarına varana dek bitmişti. nükleer bir savaşta apartmanın altındaki çift duvarlı sığınaklarda hayatta kalacak ve türümüzün devamını sağlayacaktık. kara bulutlar dağılana kadar sıva ve beton kokulu mahzenlerde, asansörde karşılaştığımızda bile canımızın sıkıldığı komşularımızla birbirimizi öldürmeden yaşayacaktık.

ucuz fayans döşeli ve inşaat artıklarıyla kirli havuza bakarken bir strafor parçası dikkatimi çekti. kaptanı ölmüş bir tekne gibi sürükleniyordu fakat görebildiğim kadarıyla kaptanı güvertedeydi. rüzgar estikçe, o küçük beyaz ada, tek sakiniyle elli metrekarelik bir havuzun dibinde dolanıyordu. kaptan quattro ise kaderine boyun eğmiş gibi hareketsizdi. kurtulmaya çalıştıkça parlak fayanslardan kaymış ve tekrar zemine kavuşmuştu. artık kurtulacağına inanmadığından, debelenmeyi de bırakmıştı. vazgeçmişti kaptan, sonunu başından görmüştü. bir süre sonra besin bulamayacak ve güneşin altında, boş bir yüzme havuzunda karnını havaya dikerek ölürken de atalarının hiçbirisinin daha iskan bile almamış bir sitenin gıcır gıcır fayanslarının arasında şatafat içinde ölmediğini aklına getirecekti.

havuzun kenarında dikilip kaptan quattro'yu kurtarmaya karar verdim. onun son günü bugün olmayacaktı, mayısta ölmeye gerek yoktu. çiçeklerin arasında dolaşıp dağlara koşabilir, kekik fışkıran yamaçlarda yerçekimine meydan okuyabilirdi. benim orada olmamın benim için pek olmasa da bir anlamı vardı. tutunmasını sağlayacak bir şeyler bulmalıydım. olympos dağından onun için inmiş bir kurtarıcıydım. etrafta dolaşıp bir şeyler aradım, inşaat ipi olmazdı. harika bir kalas buldum. iki metre uzunluğundaydı ve yüzeyi pürüzlüydü. kaptan, ayaklarındaki minik vantuzlarla rahatlıkla havuzun dışına çıkabilirdi. kalası havuza şık bir eğimle uzatıp sabitledim. kurtulmak isteyen rahatlıkla kurtulabilir, eğer havuzunu özlerse geri de dönebilirdi. hayat ile ölüm arasında, kader ile irade arasında bir köprüydü kalas. ne isterse onu yapacaktı artık, başına gelenler için kimseyi suçlamasına gerek kalmayacaktı.

inşaatın sorumlusu yirmi dakika sonra geldi, yalan söylemekten neredeyse ağzıyla burnu yer değiştirmişti. binaları dolaştık, ufak tefek eksiklerini söyledim. yarın yapacağız dedi. yalan adamın ağzında öyle yuva yapmıştı ki, zevk olsun diye buna devam ediyordu. attığı her adımı yeni bir yalanla örüyor ve kendi patikasını çiziyordu. inşaat teknikeri bir büyücüydü ve kelimeleri çok iyi kullanıyordu. ona saygı duymakla, sığınağın pürüzlü duvarlarına kafasını sürtmek arasında biraz kararsız kaldım. inşaat denetimini bitirip havuzun yanına yürürken, kalasın üst kısmında bir kıpırtı gördüm. iyice yaklaştım ve kaptan quattro ile göz göze geldim, havuzun dibindeki mutlak ölümden kurtulmuştu. artık boş bir yüzme havuzunun dibine düşmediği sürece tüm dünya onundu. limandaki bir tekneye sızıp tüm dünyayı dolaşabilir ya da antik bir kentin kralı olup hanedanlığını orada binlerce yıl devam ettirebilirdi. seçenekler, bir çingenenin altın dişleri gibi ışıldıyordu ve o da bunun farkındaydı. 

ben arabaya atlayıp ofise geri döndüm, belki de en şanslı gününü yaşayan kertenkele ise dağlara doğru giden arazide gözden kayboldu.


11 Nisan 2025 Cuma

olağan şüpheli

bugün iki kez imza attım. 

ilkinde, adımın soyadımın altında komisyon başkanı-mimar yazıyordu diğerinde ise şüpheli. ilkinin fotoğrafını çekip anama göndersem, bağırlı güvercinler gibi kabarıp guburuk diye ses çıkarırdı. ikincisinin fotoğrafında ise buz keser, bildiği duaları okur ve epey dua bildiği için de bu onun saatlerine mal olurdu. o yüzden endişe ya da neşe vermek yerine sadece sakin kalmaya gayret ettim ve savcılık soruşturmasını ustalıkla savuşturup tutuklanmaya sevk edilmeden işe geri döndüm. yazacak pek zamanım kalmadı ama yine de tarihe bir not düşmek lazım, fosforlu bir muhabbet kuşu olsaydım bütün bunlarla boğuşmak yerine marulun içinde aşk dansları yapar ve yaşamı kutlardım. bugün yaşamın kutlanacak pek bir tarafı yoktu, ülke ağır bir yorgan gibi haftalardır üzerimde zaten bir de üzerine savcı görmek ateşi iyice harladı. 

herhangi bir suçum ya da ihmalim yok, bütün kötülüklerin kavşak noktası müteahhitlerin başıma sardığı ince bir çorap sadece ama yine de adımın altında şüpheli sıfatını görmek, içimdeki muhabbet kuşunun rengini kaçırdı. gri ve tonlarında bir kuşla adliyeden çıktım, kırlangıç fırtınasından arta kalan birkaç rüzgar hala denizi kışkırtmaya çalışıyordu, tankerler açıkta demirlemişti. doğa yine kendi halinde ne de güzel yaşıyor ve yaşatıyordu, biz ise tüm kurumlarımızla birbirimizin başına bela olmaya kaldığımız yerden devam ediyorduk. araba tasarımcısı olmak için mimarlık okurken kendimi kaderin ördüğü kilim desenli kazağın içinde, bir devlet dairesinde bulmuştum. diğer masadakiler bana pek benzemiyordu, yeni aldıkları ajda bileziklerini şıngırdatıyor ve birbirleriyle sürekli konuşuyorlardı. konuşacak ne kalmıştı, tüm hayatımız burada geçiyor, evlere sadece yatmaya gidiyorduk. tüm kristal sabahlar, tüm yayvan öğlenler ve vanilya akşam üstleri hep burada tamamlanıyordu. bizden geriye kalanları, cami avlusundaki dinci güvercinlere dağıtıp öyle yola devam ediyorduk.

adaggio'nun yaylıları yükselirken, parmaklarım bir arzuhalcininkiler gibi klavyenin üzerinde dans ediyor. kendime öfkeli değilim, sadece şüpheli sıfatından uzak duracak kadar akıllı davranmalıydım. bir türlü öğrenemedim politik davranmayı, aradan sıyrılmayı ve tehlikeyi sezmeyi. aklım beş karış havada, bedenim ceviz masada, suratım bir lahitteki yüz gibi asırlardır donakalmış. buzdolabının kapağını açıp engin bir coğrafyayı izler gibi uzun uzun bakıyorum ve neyi ne için yaptığım asla aklıma gelmiyor. tereyağı mı alacaktım, soda mı açacaktım, eylemin sebebi neydi? o sırada germen kabileleriyle tuna sınırında bir cenge tutuşmuş marcus aurelius'un aklından geçen zamansız bir düş müydüm? çadırında notlarına devam ederken, mum ışığında sönüp giden bir yanılsama mıydım?

bir ara temize çekerim diye aklımın nemsiz dehlizlerine tulum peyniri gibi bastığım hikayeler, unutulmaya yüz tuttu. kaç mevsim gerekiyor onların demini alması için bilmiyorum. deneme yanılma ile ancak bu kadar oluyor sanırım, işlenmemiş bir elmastan ziyade keser yüzü görmemiş bir tomruk gibiyim. belki de benden en fazla bir masa ve dört sandalye çıkar. masanın üzerine bir çuha, üstüne de yeni bir okey takımı. okeye ikinciyi, üçüncüyü ve dördüncüyü bulmam bir telefonuma bakar. hesabına ve birasına okey oynuyorum birkaç senedir, okey arkadaşlarım ise karslı beden eğitimi öğretmenleri. bir değil, iki değil tam üç taneler. arasan bulunmaz, bulsan inanılmaz. hayat boyu yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanmak yerine bir okey masasında nihayete eriyor.

neydi bu yazı tekniği, bilin çakışı mıydı? ceplerime taş doldurup nehre yürümeyim diye cepsiz kıyafetler giyiyorum yoksa nehir var hemen penceremin ötesinde. pencereden atlayıp suya ulaşmak bir dakikamı almaz. yine de bel çantası, el çantası ya da erkeklerin her şeyi içine teptikleri o saçma şeyin adı her neyse ondan taşımadan bu hayatı tamamlayacağımı düşünüyorum. fena başarı değil.

pazartesi sabah otogarda karşıladığım ve daha önce hiç görmediğim adamın da elinde bu çanta vardı. arabamı almaya eskişehir'den gelmişti, alıp gidecekti. kahrolası plan buydu. fiyatta anlaşmıştık, üzerine kapora-kaparo-kaparzo-kaprisiyoo bile almıştım. adam geldi ve arabada benim şimdiye kadar fark etmediğim bir hatayı şıp diye buldu. hocam dedi, marşpiyelde göçük varmış, keşke söyleseydiniz. yüce tanrılar ve kısık ateşte on saat kaynayan kemikler adına, ben marşpiyeli motorun içinde bir şey zannediyordum. ara sıra duyuyordum ama nerede olduğuna bakmamıştım. kapının altındaki hatmış, bizimkisi ise biraz göçmüş. ben arabanın normali öyle sanıyordum. arabayı 10 sene babamdan almıştım, gerçi almak yerine arabaya akbaba gibi çökmüştüm. alırken pek para vermediğim için pazarlık da yapmamıştım, o yüzden pazarlık lanetinin beni bulması geç oldu. adam arabanın etrafında müfettiş gibi dolaşıp para kırabileceği birkaç ikram daha aradı ve buldu. fiyattan biraz daha düştük. umurumda değildi arabanın ne kadara satılacağı, sadece satmak istiyordum. diğer arabayı çoktan almıştık fakat bunu satmayı unuttuğumuzdan çift arabalı müreffehler gibi bir yalanı yaşıyorduk.

el çantalı adamla ekspertize gittik. bir de eksper her tarafını mıncıkladı ve okşadı, arabanın meme uçları olsaydı muhtemelen hazdan dikilirdi. motorun kaputunu açtı, ben de bu vesileyle arabanın görmediğim taraflarını gördüm. uzun bir çubuğu çekti, oradaki bir şeylere baktıktan sonra gözlerini ufka dikti. eksper, bir araba büyücüsü gibiydi. hepimiz ağzından çıkacak kelimelere tapmak üzere karşısında dikiliyorduk. arabanın iyi olduğunu söyledi, adamın buldukları dışında ikram edecek bir şey kalmamıştı. araba alıp satmanın bana göre olmadığını fark ettim, ticaret de olmazdı, dükkan açsam batardım. borçlarımı ödeyemediğim için dükkanın tavanına urganı bağlar ve eşantiyon taburenin üzerine çıktıktan sonra da dünyaya on milyon borçla veda etmeye çalışırdım. 

ağırlığıma dayanamayan tavan üzerime çöker ve üzerimde alçı sıva ve boya, boynumda urgan ile hayatta olmamı sokaklarda koşarak kutlardım. bu benim ikinci şansım diye haykırırdım fakat haykırmama gerek kalmadan arabanın satışı için notere gitmek zorunda kaldım.

adam şak diye tüm parayı gönderdi, arabayı aldı ve imzalar atıldıktan sonra da ortadan kayboldu. beş gün oldu henüz aramadı, sanırım arabayı satmayı başardım. parayı da hanıma yolladım, o da kayınçodan mı ne borç almış. para hızlıca sekerek uzaklaştı yani birkaç saatte. iyi de oldu. para beni kudurturdu, ne yapacağımı bilemez atlara yatırırdım. atlar da beni yatırırdı. 

zamanda bir saat ileriye hızlıca atlamak için bu yazıya girişmiştim, görüyorum ki başarılı oldum. tam beş dakika kala yazıyı tamamladım, ne anlattığımdan pek haberim yok, umarım 53 sene sonra bu yazıyı okuyan tarihçiler, yazıyı yazıldığı günün şartlarıyla değerlendirir. eğer ölmemişsem, gelip bana da sorabilirler tabii. 95 yaşında sinirlerim el verdiği ölçüde açıklamaya çalışırım. şimdi yazıya uygun bir fotoğraf bulayım ya da willy geldiğinde olympos kalesine çıkmış ve orada rajaz dinlemiştik, bir ejderha da sanki kumsalda nehir suretine bürünmüştü, o fotoğrafı koyayım. 

10 Nisan 2025 Perşembe

kendime düşünceler 2

marcus aurelius'un kendime düşünceler adlı meşhur kitabı aradan geçen 1845 yıl boyunca epey satınca, ikincisini yazmayı ve hazır şöhretten, kurulu düzenden nemalanmayı düşünmedim değil. yazarı 17 mart 180 yılından beri ortalıkta yok, ölümden sonra hızlıca unutulacağını düşünmüştü fakat bu konuda yanıldı. diğer söylediklerine ise tamamen katılıyorum, kafamda uzun senelerdir demlenen fakat dağarcığım yetmediği için tam ifade edemediğim düşünceler aslında marcus'un kitabında çoktan yazıyormuş. bunu öğrenmem neredeyse kırk senemi aldı. kendimi hiçbir akıma ait görmezken, süzme bir stoacı olduğumu, stoa'nın damarlarımda aktığını ve benden stoa'yı alsalar geriye sadece karkas et kalacağını fark ettim. karkas etimi yıllarca dinlendirmek, kekik ve zeytinyağı ile marine etmek ve sonra da yüksek ateşte mühürlemek istedim. kendi etimle ve kanımla bir dolunay gecesinde ziyafet çekmek, sonra da diğerleri gibi yok olup gitmek içimden geçti. 

içim geçmiş...

----

üstteki satırları haftalar önce yazmaya başladığımda, işler bu kadar çığrından çıkmamıştı. her şey yolundaydı fakat yol o kadar da güzel değildi. siyasal islamcıların canına okuduğu bu topraklar, adeta bir yatırın üzerine inşa edilmişçesine ne tam batıyor ne de tam çıkıyordu. bir bakıyorsun boğuluyor, nefes almakta zorlanıyor bir bakıyorsun güzel mavi bir göğün altında yaşamanın tadını çıkarıyorduk.

kafasını şevk ve şehvetle sallayan bir muhabbet kuşunun videosunu büyük bir coşkuyla izlediğim bir perşembe sabahıydı. ertesi hafta işe gitmek yerine dışarda olmayı ve fosforlu yeşil bir muhabbet kuşu gibi sağa sola koşturmayı istedim. yıllık iznimi kemirmeye ve ondan ufak parçalar koparmaya henüz başlamamıştım. dükkandaki sıkıntılı işler ve işlemler yüzünden sinirlerim hafiften bozulmuş, sağ gözüm ise seğirmeye yıllar önce kaldığı yer neresiyse oradan devam etmişti. 

içinde esnaf olmayan esnaf lokantasında öğlen yemeğimi yerken, likya yolunun çağrısına daha fazla direnç göstermedim. patikalar bizi beklerdi fakat biz kimdik? willy'i aradım ve haftaya yürüyeceğimizi söyledim. anaksogaras'tan sonra urla'da yaşayan ilk filozoftu, nihilistti ama bunu aşırı içmediği sürece itiraf etmezdi. çalıştığı yerden, siyasi partilerden, birim amirlerinden, yeni bir şey almaktan, arabalardan, sosyal ilişkilerden ve bunun gibi bir çok şeyden hoşlanmazdı. nihilistten ziyade nihilizmin et ve kemikten bir heykeli gibiydi ama beni dinlerdi. haftaya yürüyoruz dediğimde ikiletmedi, planları çok detaylandırmaya gerek kalmadan, sadece çamların arasında denizi yer yer gören patikalarda, sırt çantamızda biralarla yürümenin tadını ikimiz de çok iyi bilirdik.

willy ertesi salı geldi, cumartesi sabah ise geri döndü. dört gün dört rotanın canına okuduk, gizli bir mağaraya hislerimizle ulaşmayı başaramayınca, o mağaraya ulaşmış insanların çektiği videolardan rota analizi yaptık. kayıp dediğimiz mağaranın tam üstünde durup mağarayı aramışız. kayıp cennet, ayaklarımızın altındaymış. demek ki bazen etrafa bakınmayı kesip neyin üstünde durduğumuza dikkat etmeliyiz. 

izin bittikten sonra, işe ve delirmiş ülkeye dönmem daha da sancılı oldu. sürekli haberleri izlemek, gündemi takip etmek, bir şeyler yapmaya çalışmak, öfkelenmek, iç sıkıntısı, bazen çaresizlik, bazen tünelin ucundaki ışık, iktidar hırsıyla ucubeye dönmüş yaşlıların ısrarı, çirkinleşmeleri, insanların adalet arayışı, ödediği bedeller derken haftalardır ip üstünde işini sevmeyen bir cambaz gibiyim.

marcus aurelius-kendime düşünceler'i okumak ve dünya üzerinde yeni bir şey olmadığını, her şeyin tekrarlanıp durduğunu görmek beni yatıştırdı. o sırada okuduğum kitapları, o sırada izlediğim filmlerde görmeyi seviyorum. küçük bir sihir gösterisi gibi.

doğduğum yıl vizyona giren mine'de, yüzyıllık yalnızlık bahsi geçiyordu. the holdovers'ta da kendime düşünceler. irvin yalom'un günübirlik hayatları son okuduğum kitaptı, kapağında ise yine marcus aurelius'tan alıntı vardı:

"hepimizinki günübirlik hayatlar. hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok."