az önce, hiçbir yerden gelip hiçbir yer istikametine devam eden uzun bir toplantıdan çıktım. sebepler ve sonuçların bir anlamı yoktu, her şey tesadüfen meydana geliyor ve öylesine gelişiyordu. bitip bitmediği de kimsenin umurunda değildi. bir odaya doluştuk, önümdeki resmi yazılara bakıp yine pek bir şey anlamadım. bir insan tarafından değil de, okumayı yazmayı bilen insanlar anlamasın diye özellikle belirtilmiş bir yapay zeka komutuyla oluşturulmuş gibiydi. çok uzun zamandır bu gezegendeydik ve hala yerleşmeye çalışıyorduk, sanki burası evimiz değil de savaşla ele geçirdiğimiz ganimetimizdi ve yağmalamanın yeni yollarını arıyorduk.
toplantının sonuna kadar sakin kalmayı başardım, gıcırdayan dişlerim ve kasılan çenem için yapacağım bir şey şimdilik yok. emekliliğimde dağlara bakan güzel bir ağaç altı bulur ve alıp da okuyamadığım kitaplara dalarken bir şekilde rahatlarım. on kitap alıyorsam ikisini ancak okuyabiliyor, diğer sekizine sıra gelmeden yeni kitaplar alıyorum. en son 1983 haziranının adana'sında geçen "incirlik yazı"nı okudum, 1983 temmuzunda dünyaya geldiğim şehir hala ilgimi çekiyor. babamla dayımın 1975'te geçirdiği bir günü düşünmek, daraldığım bir 2025'te ruhuma çok iyi gelmiş ve zülkarneyn gibi zamanın efendisi olmuştum. bazen de dedemin bundan atmış sene önce geçen sıradan bir gününü görüyorum, mavi bisikletiyle pazara gitmesini, aklından geçenleri, arkadaşlarıyla kahveye gidip kağıt oynamasını, benim şimdiki halimden daha genç olduğu zamanları... gelecek hakkında pek bir fikrim yok, zalim ve güçlü bir akıntı gibi bizi kendisine çekiyor ve daha iyi olmayacağını görüyorum. kötü zamanlarda, kötü insanların tüm gücü ele geçirdiği bir ülkede yaşıyoruz ve onları ölümden başka durdurabilecek hiçbir şey kalmadı ve azrail de onlardan tarafmış gibi geliyor. o yüzden geçmişi düşlemek, çoktan yaşanıp bitmişleri kendi süzgecimden hayal etmek daha güvenli geliyor. acımasız sonları olmuyor, ending credits'in bitişi gibi müzik yavaşça azalıyor ve susuyor.
ending credits ile ilgili neler yazmışım diye blogta geçmişe gidince, kardeşimle bir koyda bira içtiğimiz ve eve döndükten sonra devam edip yakalanmamak için kutuları da gitar kılıfına sakladığımız çok güzel bir güne vardım. ıssız koyda artık belediyenin tesisi var, yazları can pazarı oluyor. biraları aldığımız market çoktan kapandı. pro evolution soccer artık çıkmıyor, herkes fifacı oldu. gitar kılıfı 14 yıldır yerli yerinde, yatağımın altında oğlumun onu keşfedeceği günü bekliyor. şimdiki zamana hiçbirisi kalmadı ama geçmişte bir günde her şey yerli yerinde, yağmur sonrası açan güneş gibi ışıl ışıl ve parmaklarımın tuşların üzerindeki hareketiyle yeniden canlanıyor. yazmak, lanetimden çok cankurtaran salıma dönüştü. tatlı suya ulaşabiliyor ve basit bir düzenekle besinimi karşılayabiliyorum. geçmiş benim okyanusum, olan ve olmamış tüm hallerimin, tüm sevdiklerimin yaşadığı vatanım. o yüzden sık sık geriye dönüyor ve orada yeni bir patika buluyorum.
yeni imara açılan yerlere yapılacak yeni binaların projeleri, ruhsatları, bir sürü teknik personel, bunları parasıyla muma çeviren müteahhitler bana ahlaki gelmiyor. hangi bina bir ağacın güzelliğine, hangi site bir ormanın büyüsüne sahip? bir sene geçmeden boyası atan, çürüyen, malzemelerini kusan canavarlardan başka bir şey değil artık benim için apartmanlar. en güzelinin en çirkininden farkı yok. bahçe duvarları, sığınaklar, ledli tavanlar, padişah koltuğu gibi işlemeli asansörler, baskı betonlu yüzeyler, parlak fayanslardan yansıyan gömme spotlar... hiçbirisine katlanamıyorum artık. o yüzden daha fazla doğaya dönüyor, bir şey izleyeceksem bile kamp videoları, ıssızda yakılan ufak bir ateş, kar fırtınaları ve eski bir kütüphaneden yağmur altındaki taş sokakları izliyorum.
toplantının kasveti yazdıkça dağıldı, bir sonraki hayatımda çalışmak ve para kazanmak zorunda olmadığım bir derebeyi ya da omzunda küçük bir kertenkelesi ile yola koyulmuş, adaleti kendince sağlamaya çalışan bir samuray olmayı diledim. bir çizgiromanın ilk taşları aslında bu, proje henüz geliştirme aşamasında. bu prodüksiyon işlerini zerre bilmediğimden, sadece ilk adım olarak da kalabilir ama bir anti-kahraman, insanlara bayılmasa da elinden geldiğince yardım eden, çocukları koruyan bir samuray fikri üzerine uzun zamandır düşünüyorum. adı aurelius segundo. marcus aureilus'a benziyor tipi, görkemli sakalları ve omzunda istihbaratçı bir kertenkelesi var. bu kertenkele, aylar önce havuzun dibinden kurtardığım kertenkele olacak. her yere girip çıktığından bana sürekli gizli bilgiler getirecek. bir kertenkele ordusunun komutanı olacak. aurelius segundo, yüzyıllık yalnızlık'tan ve kendime düşünceler'den damıtılmış, çift kılıç taşıyan ve dünyayı kaba saba bir yer olmaktan kurtarmaya çalışan bir savaşçı gibi zaman ve mekanda dolaşacak.
tabii bütün bunlar, şimdiki zamanın üzerime çöken karabasanını dağıtmak için kendime oynadığım küçük bir oyun bile olabilir. hayat sonuçta, douglas adams'ın dediği gibi:
"yaşayanların elinde ziyan olur"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder