cuma akşamından girdiğim hafta sonu tatilleri o kadar uzun geliyor ki, nerede çalıştığımı ve en son hangi konuda kiminle ne konuştuğumu unutuyorum. sanıyorum ki yarın toplantıya girip, benden yaşça büyük bir sürü insanla bir mütabakata varmaya çalışacağım. cuma günü varmış mıydık acaba? eğer varmışsak ve ben yarın, mütabakat diye toplantı masasında yılan gibi kıvranırsam gerçekten hoş olmaz. aldığım parayı hak etmediğim gibi bir sonuca benden başka kimsenin varmasını istemiyorum. maaşı geçen hafta aldım ve o zamandan beri önüme gelene yemek ya da içki ısmarlıyorum. aynadaki aksime bile beş tane bira içirdim bugün, tutarsızlığım ondandır. hiç, bir araya gelemeyeceğiz diye düşünme talihsiz yansımam, paralel çizgiler bile sonsuzda kesişirmiş, matematik öyle der. dünkü ferhat göçer röportajında karşıma çıkan "aynada bana bakan adamı seviyorum" demeci, ferhat göçer'in aslında bir muhabbet kuşundan fazlası olmadığını anlamama yardımcı oldu. bu kadar berbat şeyleri, narsist kuşumuz panpa bile söylemiyor ki bu adam, bir de röportaj veriyor.
dün kanal tedavimin ikinci aşamasına devam ederken, bir sting albümünü kafaya diktik doktor ile. fields of gold'ta aklıma ağustosta çıktığımız ve ayçiçek tarlalarının kenarından geçtiğimiz yolculuk geldi. şarkı anlamını buldu ve aklıma mühürlendi. sabah erkenden yayla yolu üzerinden, insanların doğup öldüğü köylerin içinden bir anda geçerken yeterince hızlıydık. artık o kadar değilim, aklımda uzun mevsimler ve başı sonu olmayan düşünceler. an geliyor tam kalbime bir sızı saplanıyor, bununla nasıl başa çıkabileceğimi düşünürken de gideceğimiz yere ulaşmış oluyoruz. arabadan iniyorum, sırt çantamı taktıktan sonra derenin kenarından ilerliyorum. adım attığım sürece düşmüyorum, doğa mutlaka bana bir cevap veriyor; taşların üzerinden seken güneş ışığı ya da su içen bir kuş. bakmak ve görmek arasındaki fark neydi tam olarak hatırlamıyorum ama dışarıdayken daha iyiyim. bugün sabahtan olimpos'a gittik, bundan yirmi sene önce olduğu gibi yine nevi şahsına münhasır çiftler vardı. güneşlenen avrupalı çiftleri her zaman sevmişimdir, bana sanki bağımsız bir filmde yan rollerinden birinde oynadığımı hissettirirler. bununla birlikte amatör fotoğrafçı terörü de vardı belli başlı yerlerde. tahta köprünün üzerinden, antimachos'un lahdinin hemen önünden ilerleyip a kilisesinin ardında kalan ve pek kimsenin bilmediği su kenarına oturdum. hani yazın bile serin ve gölgelik olan, yaprakların arasından sızan ışığın spotlar gibi bölgesel aydınlattığı. hiçbir şey değişmemişti, sadece yaprakların biraz daha büyümesi gerekiyordu. devrilmiş bir ağacın gövdesine yaslandım, rastgele bir şarkı için tuşa bastım ve rajaz çıkınca, yalnız olmadığımı anladım. şarkıları seçen ben değildim ki şimdi de yalnız değilim; onbinlerce şarkı arasından "after all these years" çalıyor. genelde rajaz ve bunu ardı ardına dinlerdik olimpos'ta, buzlu poşetlerimizde biralar olurdu ve bizimkilerin yanına gittiğimizde içtiğimizi çaktırmamak için direk denize koşar ve tuzlu suyla gargara yapardık. devrilmiş ağacın gövdesinde rajaz'ı bitirdikten sonra sahile geri döndüm. çocuklarını bir ruh hastası gibi yetiştirmeye ant içmiş bir türk ailesi vardı ve çocuklarına uzaktan bağırıyorlardı. baba çileden çıkmıştı ve anne de küçük kıza meyveli yoğurt yedirmeye çalışırken kendinden geçmişti. uzak bir köşede ise annesi ve babası kitap okurken uslu uslu oturan dünya güzeli bir bebek vardı ve ne ağlıyor ne de ortalığı ateşe vermeye çalışıyordu. medeniyet, üç yaşındaki bir çocuğun tavırlarında saklıydı. olimpos sahilinden çıralı tarafına yürümeye başladık, dereye gelince durakladık ve suyun diğer tarafına geçip geçmemekte kararsız kaldık. suyun diğer tarafında olup da bizim yakada olmayan hiçbir şey yoktu ve kimse ayakkabılarını çıkarmak istemiyordu. su kenarına geçici obamızı kurduk, ben güneşin altında hafiften uyuya kaldım. belli bir süre sonra kafamı kaldırdığımda, enine çizgili cesur bikinisiyle kate upton'ı bana doğru koşarken gördüm. taşlar ısınmış ve havayı dalgalandırmaya başlamıştı, gördüğüm bir seraptan fazlası değildi fakat yine de kate'in hızını alamayıp bana çarpmasını ve ağzımı burnumu dağıtmasını istedim.
günün geri kalanı, aileden bağımsızlığını ilan etmiş abraham lincoln gibi fotoğraf çekip bira içerek geçti. tuborg gold hemen her yerdeydi ve güneş ışığının yumuşaklığı tam istediğim gibiydi. 18*55 yerine, 50mm ve çok az da 50*250 ile fotoğraf çektim. 50mm prime'ın çekim kalitesini o kadar seviyorum ki, kazandığımı adam gibi lenslere yatırmak istiyorum. fotoğraf çekerken de, montaigne'nin denemelerde yaptığı gibi kavramlar hakkında ileri geri düşündüm. paralel hayatlar yaşamamız, sonsuzda kesişeceğimiz anlamına geliyordu. bir dönüm portakal bahçesi almaya karar vermiştik ve bahçeye konduracağımız evin ahşap mı yoksa taş mı olması gerektiğini henüz bilmiyordum. tüyleri güneşte parlayan güzel bir köpeğimiz olacaktı ve ona archy diye seslenecektim. birkaç tane de zeytin ağacı, evin arkasında bir yerde basket potası, verandasında rahat bir salıncağı ve sessizliği. başka evlere benzemeyecekti, azın çokluğu daha ilk adımdan belli olacaktı. annem ve babam toprağı ekip biçerken oyalanacaktı. olimpos'a giden yol üzerindeki evimizden çıktıktan beş on dakika sonra, asırlık aidiyetimin olduğu antik kente ulaşacak ve ancak çok yakın hissetiklerimin bilmesini istediğim köşelerde olacaktım. malzemeler, özlerini kaybetmeyecekti. ahşap ahşap renginde, taş duvar ise taşın doğasında ne varsa. makyaja gerek yoktu, hiç olmamıştı. biraz içtikten ve uzun uzun izledikten sonra, cevaplar da belirginleşiyordu. baton almam gerekiyordu. dağ yürüyüşlerinde limitlerimi görüyor ve kendimi tanımak hususunda sağlam adımlar atıyordum. önceden köpek korkum varken, şimdi archy ile akşama kadar yuvarlanmak istiyordum. ara sıra ege'nin neden beni çağırdığını ve cunda'da dolaşan bir hayalet olup olmadığımı bilmek istiyordum. egede yaşayan bir kıza aşık olmuş olsun mesela, o nereye giderse peşinden gitsin. bir ara sözlüğe yazdığım bir şeyler var mıydı acaba bu konu hakkında, başlığını hatırlamamın mümkünatı yok. içeriklerim, başlıktan her zaman bağımsız oldu.
olimpos'a çöken akşamın sırtında arabaya binip evimize geri döndük. yarım saat geçmeden evimizdeydik ve her şey yerli yerindeydi. bu evde daha fazla kalmak yerine, zemin kattan başka katı olmayan ve yere kadar camlarını sağa sola açtığımızda doğanın tüm kartelasını odanın içine alacak minik bir eve geçmeli, onu inşa etmeliydik. ingiltere'den gelen kuzen, bahçede köpekle oynamalı ve force kullanarak onu sakinleştirmeye çalışmalıydı. bazı akşamlar sadece yıldızlar olmalıydı, bazen de tatlı bir esinti. bir evin hayalini paylaşarak,apartmanın yedinci katında oturduk. yorgun ama huzurluydum, fotoğrafları da bir şekilde bilgisayara aktardıktan sonra yatabilir ve eğer kısa olacaksa da bir şeyler yazabilirdim. fotoğrafları hallettim fakat kısa yazmayı yine beceremedim.
tintin |
gold |
akalteke |
jojo & tintin |
1 yorum:
yazıların harikulade..çok uzun zamandır takip ediyorum,seninle tanışmak için çıldırıyorum evet evet tam olarak bu:)
Yorum Gönder