uriah heep'in insanı duvardan duvara çarpan july morning'ini temmuzun sarısında dinlemek neyse, deep purple'ın april'ini nisanda dinlemek de o. zamanın bölünmesine ve saliselere varana dek parçalanmasına karşı çıkan bir insanım fakat aya ya da güne özel şarkıları tam zamanında dinlemenin övgüsünü yapmaktan da kaçınmam. friday i'm in love takım elbisemin iç cebinde, ruby tuesday ise abanoz çekmecemin en üstündedir. müziği ve ona tutunmayı severim, dört dakikalık bir parçaya tüm hayatımı ve şu anda dinlediğim 12:03'lük april'e ise tüm insanlığın senfonik macerasını sığdırabildiğimi iddia ederim.
öğlen yemeği için balıkçının en dibindeki masaya çöküp akvaryumda endişeli balıklara bakarken, yan masadaki turistlerden birisi bu dünya'da en sevdiği yerin romanya'da bir kafe olduğunu söyledi. vay canına, başka gezegenleri gördükten sonra birisi ondan seçim yapmasını istemiş gibiydi ve o da bu kadar ısrara dayanamayıp sonunda cevaplamıştı. romanya'ya dair bildiğim birkaç şeyden birisi, film çekimi için izin alınamadığından im juli.'nin bu ülkede geçen kısmının fotoğraflardan ama çok güzel fotoğraflardan oluştuğuydu. karpatların maradonası hagi, gigi multescu ve birkaç daha escu vardı fakat dünya'nın en güzel kafesinin orada olduğunu duymamıştım. duvarları ne renkti acaba, içki ruhsatı var mıydı? gece yarısı gizlice kumar oynatılır mıydı bazı turistlerce en iyisi olarak kabul gören bu kafede? servis yapan kız, artık iyice yaşlanmış turistin bundan on yıllar önce italya'ya giderken bindiği feribotta karşılaştığı ve bir daha göremediği kızı mı hatırlatmıştı ona? kızın lacivert gözleri ve aynı renkli bir fuları vardı, canon ae1'i ile eski bir pardesü giymiş küçük bir çocuğun fotoğrafını çekmişti.
tabaktaki balık akvaryumdakilerden daha anlamlı gözükürken, iş arkadaşlarım da spirulina diye bir şeyden ve sağlıklı yaşamdan bahsediyordu. protein ve vitamin deposuymuş, diğerlerine tur bindirirmiş. daha önce duyup duymadığımı sordular, onlara duymadığımı söyledikten sonra kızgın yağda gözleri patlayan balığıma baktım. spirulina ile bundan on sene önce karşılaşmıştım, o zamanlar ege üniversitesi bünyesinde yetiştirilen bir yosundan fazlası değildi. bir dersimiz esnasında, ege bilim-teknoloji araştırma merkezinde görmüştüm onu ve ilk gördüğüm andan itibaren iğrenmiştim. hepimize biraz tattırmışlardı, willy manyağı haddinden fazla yemiş ve yeşile boyanan dilini arsız bir ejderha gibi çıkarıp durmuştu. çevremde olan herhangi bir şey büyük bir tesadüf eseri daha önceden karşıma çıkmış oluyor ve sadece şimdimi geçmişle süslediğim yazılardan başka bir şeye dönüşmüyordu. oysa gelecekten de bahsetmek istiyordum, birkaç gün önce maaile salondaki beyaz koltuklarda oturur konuşurken, dayımın dediği "kırk yol sonra hiçbirimiz yokuz" kehanetinden bahsetmek istiyordum. bizim sülalede, uzun yaşayanlar pek görülmezdi fakat çok erken gidenler de olmazdı. bizim sülalede daha önce çok güzel gitar çalan da gitarın icadından bu yana pek görülmemişti.
spirulinayı, romanya'ya en az bir kere gittiği kesin olan ak saçlı turisti ve sağlıklı yaşam zırvalarını ardımızda bırakıp yemeği yedikten sonra kalktık. öğle tatili bitmişti ve geri dönmek zorundaydık. geri dönüp birkaç saat daha durduktan sonra 1 mayıs tatiline girecek, ondan çıktıktan üç gün sonra da tekrardan hafta sonuyla kutsanacak ve yakın çevremize, çalışıyor muyuz yoksa şakalaşıyor mu bilemedik valla şekerim diye fısıldayacaktık.
kepçeyle radara giren ve ehliyet sınavındaki yanlış şıkların eser miktarda kırmızı et ile harmanlanmasından yaratılan kepçe operatörümüzü elinde siyah bir horoz ile siyah plakalı motosiklette görene kadar her şey olağan seyrinde ilerliyordu. onu görünce adeta çıldırdım ve kanat çırpmaya başladım. tek elle motor sürüyor, diğer eliyle de horozu bileklerinden baş aşağı sarkıtıyordu. kırmızı ışıkta yan yana durduk ve tüm kainata ters bakan horoza baktıktan sonra pencereyi hafiften kapadım. çünkü tüm dünyadan intikam almayı en az old boy kadar kafasına koymuş horoz, ani bir hamle ile kepçelerin efendisinin elinden kurtulabilir ve arabaya atladıktan sonra beni yolabilirdi. neyse ki horoz tüm gücünü toplayamadan yeşil yandı da, motoru ardımızda bıraktık. ilçe merkezindeki dev panolarda, yaptığım üç boyutlu çalışmaları görmek horozun yarattığı dehşeti bastırmaya yetmedi. herkes beğenmişti fakat horoz tüm her şeyi gördüğü gibi, tüm görselleri de tersten görmüş ve bunun da intikamını almaya ibiği üzerine yemin etmişti.
dayreye geldikten birkaç dakika sonra, antonov tipi kargo uçağıyla haftalık inişini yapan kargocu bıkkın tavırlarla odaya girdi. herkes yine internetten bir şeyler almıştı ve koşu ayakkabılarımız da sonunda gelmişti. kutuları açıp ayakkabılara doğru hımmladım, güzel görünüyorlardı fakat çocukluğumda ayda yılda bir sahip olduğum için ilk gece yatağımda yatırdıklarımın yanında birer hiçtiler. adidas streetball için anneme yalvarmalarımı bir türbine bağlayabilseydik tüm sahil şeridini ledlerle aydınlatabilirdik fakat o zamanlar ledler pek yaygın değildi, saatlerce boşa yalvarmıştım. alacağım ayakkabı türü kalmamıştı artık, spor yapmaya başlayabilirdim.
erken biten günün ardından eve elimde kutularla geldim. panpa manyağı yine dışarıdaki kuşlarla atışıyor ve onlara ağza alınmayacak küfürler ediyordu. ben geldim kuşukuşu dedim, iki gözüyle sırayla baktı, ıslık çaldı ve sonra da işine geri döndü.
nisan sonunda bitmiş ve yanında ibikli bir horoz ile bir daha dönmemek üzere giderken de deep purple'dan april'i istemişti.
5 yorum:
Bütün yazının güzelliği bir tarafa "iki gözüyle sırayla baktı" bir tarafa. Bu kadar mı güzel gözlem yapılır, bu kadar mı güzel ifade edilir. Yazdıklarını neden bu kadar sevdiğimin cevabı olabilecek güzellikte o cümle.
Neyin fotoğrafı o? Uzun zamandır bu kadar uzun bakıp anlam veremediğim bir fotoğraf olmadı. Not: iPhone ekranından bakıyorum. Bu arada newcastle'daki cisse denen davar chelsea ye bir goller attı anam anam. Neyse beni de kızgın yağda gözleri patlayan balık lafı benden aldı bilmeni istedim...
sanırım ters çevrilmiş tavuklar. bir ağaca tünemişler?
:) acaba horoz ne düşünüyordu
mies dostum :)saydıklarının arasından een sevdiğimin friday i'm in love olduğunu söylemeden geçemeyeceğim =) bilmediğini umud ederek sana pazartesi günü şarkısı armağan ediyorum:Ocean Colour Scene-Hello Monday :) pazartesi gibidir hafif iç karartır hafif umut vaad eder. Gelmesin istediğin o meşum gün gibi ancak o gün dinlemeye tahammül edersin. umarım seversin :) bu arada burayı çok ihmal ettin bırak twiti filan estir paragrafları dolu dizgin. bloğun seni çok özledi :)
Yorum Gönder