12 Nisan 2012 Perşembe

rainboy

10 nisan salıyı hayatımın geri kalanında pek de hatırlamayacağıma neredeyse emindim. insanlar dünden ve yarından farksızdılar, proje ise olağan seyrindeydi. gemici olsaydım, saatte kaç knot ile seyrettiğimi meşin kaplı seyir defterime yazabilirdim fakat değildim. kırlangıç fırtınasının ardından gelen sakin bir gündü, gece boyunca yağmur yağmış ve ufukta tertemiz bulutlar birikmişti. çayın periyodunda pazartesiye oranla en ufak bir oynama bile olmamıştı ve bahsedecek neredeyse hiçbir şeyim yoktu. 

akşama doğru, birkaç hafta sonra evlenecek ve şu anda anlaşılmaz biçimde nişanlı olan kuzen arayınca, beni ne zaman ararsa yaptığım gibi sakince markete girip dörtlü gold aldım. deniz kenarındaki ahşap eve (biz buna burada oba deriz yabancı), nişanlısının yanına gidiyorduk ve nişanlılık tek başına kazanılan bir paye değildi. araştırmalarım ve yıllar boyunca yaptığım gözlemlerim, birisinin nişanlı olması için en az birisinin daha nişanlı olması gerektiğini söylüyordu. genpa'daki tuborg dolabının önünde dururken, dün sabahtan beri içtiği beş metre öteden belli olan bir adam "bana da efes getirsene" dedi. "efes'i boşver tuborg iç, daha güzel" dedim. herif zil zurnaydı ve tavsiyelere pek açık biri gibi gözükmüyordu. bana odaklanmaya çalışarak, sen efes getiriver dedi. ulan bu nasıl bir nefes, oksijenli solunumu yarıda bırakıp fermentasyondan devam etmiş sanki. hesabı ödeyip arabaya bindim, kuzen daha ikinci vitese takmadan ben şişeyi yarılamıştım. gelinlik giyeceği için bir aydır dukan diyetinde olan ve sekiz kilo değil de sanki vücudunun yarısını bırakmışçasına sefil gözüken kuzene bira ikram etmeden deniz kenarına ulaştık. o sırada yağmur başladı, aynı anda güneş açtı. atmosfere hükmeden tanrılar düello yapıyor gibiydi. kravatımı dahi gevşetmeden, deniz kenarında birayı kafayı diktim. güneşi ve yağmuru aynı anda sunan tanrılar, gökkuşağını da adisyona ekledi. bir ayağı denizde başlarken, diğer ayağı da yeşil dağların yamacında bitiyordu. güneş etkisini arttırınca, bir gökkuşağı daha çıktı diğerinin üzerinde. sıradan bir gün olacak kehanetim, diğer tüm kehanetlerim gibi bir utanç kaynağına dönüşmüştü. iki tane gökkuşağı vardı ve daha ikinci birayı bile bitirmemiştim.

yağmur biraz daha devam ettikten sonra kararsız adımlarla kayboldu. sonra anahtarları unutan harita teknikeri gibi tedirginlikle geri döndü, birkaç dakika daha durup tamamen gitti. güneş dağların ardında kayboldu, ben de birkaç hafta sonra damat ve aynı zamanda enişte olacak diğer nişanlının ikram ettiği çiğ eti yedim. ne zaman obaya gelsem, kendimi yırtıcı hayvanlar gibi hissediyordum. bakım iyiydi ve dukan diyetine göre istediğimiz kadar et yiyebiliyorduk. yağmur, aklıma the beatles'in rain'ini getirdiğinde dördüncü biranın son yudumunu yok etmiştim. yağmurlu bir ağustos vakti, istanbul'da yeni işe başladığım büyük bir inşaat şirketinde yağan yağmurun ardından bu şarkıyı çalmıştım. proje sorumlusu ( havaalanı bile yapmış yaşlı bir adamdı) şarkıyı duar duymaz gelmiş ve şarkının kendisini çocukluğuna götürdüğünü söylemişti. yanlış hatırlamıyorsam, bu şarkı ilk çıktığında ailesiyle ingiltere'de yaşıyormuş ve çocukmuş. belki kırmızı bir bisikleti bile vardır, bilemem. şarkı ve beatles üzerine biraz konuştuktan sonra, odasına geri dönmüştü. derya deniz bir adamdı, ona işteki son günümde bana hayatım boyunca yardımcı olabilecek bir tavsiye vermesini istediğimde "avrupa'ya da amerika'ya gider, seks yapardım" demişti. bravo. dev projelerde çalış, aylık yirmibeşbine yakın maaş al, dünya'da görmediğin yer kalmasın ve hem okuyup hem de çalışan genç bir adama böyle bir tavsiye ver. sadece olanı anlatmak, bazen saçmalamanın ötesine geçiyor; o yüzden artık sadece gerçekleri anlatacağım. göreceksin ki, inanılması en zor şeyler günlük hayatta karşımıza çıkanlardan başka şeyler değil. 

bazen insan olmaya fazla mı anlam yüklüyoruz diye düşünüyorum. cumartesi sabahtan bir kayanın üzerinde güneşlenen mavi kertenkeleden ya da bir çiçeğe konmuş kelebekten ne farkımız var ki? bizi onlardan ayıran şey neydi, medeniyet illetine ne zaman tutulduk? üzerimize bu kadar giysiyi kim giydirdi, anı belgelemek ve sonradan hatırlamak için teknolojinin tüm nimetleri neden sadece bizi buldu? çok da sorguluyor değilim, ben suyun üzerindeki bir yaprağım. akıntı beni nereye götürürse oraya gidiyorum, karşı çıkmıyorum. yaptığım da, yükleyeceğim fotoğraflar için bir altyapı oluşturma çabasıydı. yoksa bir kertenkele olup da biranın tadını bilmeden ölmek istemezdim. yazdıkça yazasım geliyor, hayırdır inşalla.





1 yorum:

zigur dedi ki...

bencede insan olmaya çok fazla anlam yüklüyoruz..ha mayıs sineği gibi bi buçuk saat yaşayıp ölmüşsün, ha insan hayvanı gibi 70 yıl yaşayıp..ne farkeder ki..sonsuz zaman içinde bir anlık varız ve sonsuza kadar yokuz..not:miller içiyorum..