11 Nisan 2012 Çarşamba

somewhere only we know

arabaya doğru giderken şiddetlenen rüzgar kravatlarımızı uçuşturuyordu. bende mavi çizgili koyu gri, müdürümde ise berbat olduğu yedi krallığın yedi köşesinden gönderilen temsilciler tarafından onanmış puantiyeli bir kravat vardı. kırlangıçlar, savrulan yapraklar gibi dağa doğru uçarken, bunun kırlangıç fırtınası olduğunu söyledi. kim söyledi? o söyledi. gizli özne. fakat müdürümün o kravatla, gizli özne olmasının imkanı yoktu. yeni aldığı arabasına bindik. birinci viteste çok az durduktan sonra ikiye, sonra da üçe geçti. arabanın ses yalıtımı iyi olduğundan, vites isteyen motor sesini kulağımı alabildiğine kabartmama rağmen duyamadım. motorun isteklerini devir göstergesinden anlamak gerekecekti. cumartesi günü teorik derslerden sınavım vardı ve bildiklerimi sanırım unutmuştum. her şey üst üste geldiğinden zamanla bulamaca dönüşüyor ve bunları yazıya dökerken, bir sonraki cümlede bile neden bahsettiğimi bilemiyordum. günaşırı yazmak da pek mümkün olmuyordu. yaklaşık yetmişbin metrekarelik projenin modellemeleriyle akşama kadar uğraşmak, yazı için zaman yaratmama engel oluyordu. hafta sonları da evde durmuyordum. sırtımda çanta ve etrafımda mütemadiyen değişen insanlarla bir yerlere yürümek ruhumun önderliğindeki bedenime iyi geliyordu. 

pazartesi öğlen kravatlı geçtiğim yoldan, tam bir gün önce elimde bira ve okuldan dört arkadaşımla geçmiştim. aynı mekanlardaki farklı benleri her zaman sevmiş ve bunun yeterince ilham verdiğini düşünmüşümdür. bir araba dolusu mimar daha da güneye gidiyorduk, bir gün önce olimpos'tan yanartaş'a ve oradan da çıralı'ya yürüttüğüm için grubun büyük çoğunluğu yorgun ve öfkeliydi. en ufak hatamda kellemi alacak ve belediyenin kapısına bırakacaklardı. denizi çok güzel diye övdüğüm çıralı'nın ucu da beklentileri karşılamamıştı. ancak, akşam üstünün kutsal ışığı brokoliye benzeyen ağaçların arasından süzülüp yüzümüze vurunca, grupta bana karşı bir merhamet oluştu. güneşin altında saatlerce aç ve sefil yürüdükten sonra yediğimiz gözlemeler de iyi gelmişti. normalde gözlemeye inanan ve değer veren bir insan değilim fakat gerçekten açtık ve sezon tam açılmadığından, yemek bulabileceğimiz yerler kısıtlıydı. gün boyu kumda koşmuş atlar kadar yorgun geldik, bayram's belki de benim ısrarım nedeniyle tuborg satmaya başladığından bu uzun yürüyüşü birkaç bira ile kutladık. en son ne zaman kalmaya gelmiştim hatırlamıyorum fakat çıralı'da kıyıya çekilmiş kırmızı deniz bisikletini çok iyi biliyordum. 25 eylül'deki son günümüzde o deniz bisikletiyle açılmıştık ailecek. dayım da vardı. o gün deniz çok güzeldi, ben ve çağlar deniz bisikletinin arkasına oturmuş ayaklarımızı suya sarkıtmıştık. dayım ve babam pedal çevirmiş, annem de deniz bisikletinin en önüne geçmişti. sonra deniz bisikletinin üzerinde birkaç bira içmenin çok iyi bir fikir olacağını düşünmüş ve hiç üşenmeden arabayla bira almaya gitmiştik. hava sıcaktı, iki poşet biranın üzerine buz koydurmuş ve sahile hızla geri dönmüştük. kırmızı eski bir deniz bisikletinin üzerinde son günümüzü, son günümüz olduğunu bilmeden alabildiğine güzelleştirmiştik. denizden çıktıktan sonra çıralı'daki sahada top oynamış ve çağlar'ın bacağını arı soktuğu için de oyuna son vermiştik. bana sonsuzluğu hatırlatan kuru ağacın yanından geçtikten sonra da kumsalda oturmuştuk. annem denizden çıkmamıştı, babam ve dayım ise olta atıyordu. bacağın nasıl oldu lan dedim, bir şey olmaz dedi. kırmızı ve eski bir deniz bisikleti işte, binlerce insan yanından geçer ve onlar için pek bir şey ifade etmez ama senin için zaman makinesi olur. pedalleri çevirip son güne, 25 eylül 2011'e, kazadan iki gün önceye gidersin. yaşanmış ve yaşanacak tüm acıların toplamı, o günü gölgelemez. aklına kazırsın. o son günü, içtiğin biranın tadını, denizin rengini, balık sürülerinin parıltılarını, adanın üzerindeki ağacı, akşam üstlerinin o büyüsünü unutmaz ve her gün yeniden yaşarsın. 

bu sefer kırmızı deniz bisikletinin üzerinde dostlarım vardı. onları gördüğüm için mutluydum. her ne kadar rota, güneşin altında yürümek için fazla zorlu olsa da görmelerini istediğim yerler vardı. olimpos kalesi, antimachos'un lahdine giden tahta köprü, çağlar'la içtiğimiz koyu gölgelik su kenarı. sadece bizim bildiğimiz yerler. cumartesi akşamı henüz çıkmamış dolunayın koyu gölgesinde pansiyona döndükten sonra içtiğim bira ve gökyüzünü kaplamış milyarlarca yıldızın anlamı büyüktü. 

yanartaş'ın gişesindeki adam babamı tanıyormuş, babama aşırı benzediğim için daha ben ona yaklaşmadan kim olduğumu çıkardı. baban adam gibi adamdır, çok severim dedi. adam gibi adam ha, bence de. yanartaş'tan sonra çıralı sahilinde uzanırken sözlüğe girdim. badilerimden birisi mies hakkında bir şeyler yazmıştı. charmy, jack kerouac'ın reenkarnesi olduğumdan dem vurmuş ve kalp atışı (beat) gibi yazdığımı söyleyerek ben uzandığım kumların üzerinden şımartmayı başarmıştı. en sonda da, adam gibi adam demişti. birbirini hiç görmemiş iki insan, hemen hemen aynı zamanlarda baba-oğula aynı sıfatı yakıştırmıştı. hayat tamamen tesadüfler panayırı. baba, oğul ve kutsal ruhtuk aslında. 


bu arada tuborg ekseninde tuhaf olaylar oluyor, onu bu yazıda mı yazsam yoksa yenisinde mi bilemiyorum. tuborg goldfest'e davet ettiler fakat o esnada kpss'de olmam lazım. memur olmak güzel, o yüzden bunu sağlam kazığa bağlamalıyım. gerçekten kalp atışı gibi mi yazıyorum acaba? öyleyse ne mutlu bana ve fırtınayla dönen kırlangıçlara.

pazar günü, phaselis'te başlayıp daha güneye kekova-kaleköy'e doğru uzandı. su yüzmek için biraz soğuk olsa da sezon açılmalıydı. açıldı da. ve bir kez daha kaleköy'e giden patika. geçen sene de nisanın ortası gibi kaleköy'e gelmiş ve sezonu burada açmıştık. hayali cihana değer. sezona hazırlanan tekneler karayı işgal etmişti, sırt çantamızda şarap ile yanlarından geçip yukarıya tırmanmaya başladık. her şey bıraktığım gibiydi, denizin içindeki lahite giderken pencere kenarındaki çok yaşlı kadını yine gördüm. azrail karayolunu kulllandığından kaleköy'e ulaşamamış gibiydi, deniz yolunu da pek kullanmıyordu sanırım. bundan tam bir asır önce yeterince can almıştı denizde. yüzyıl dönümleri daha sık yaşanmaya başlandı artık.

lahiti karşıdan gören bir kayanın başına tünedik, eski kaşarı plastik çatalla küp küp doğrayıp tabaklara pay ettik. şarap mı çok güzeldi, yoksa dağlara yaklaşmaya başlayan güneşin düşürdüğü gölgeler mi bilemedik. yağmurla yıkanmış maviye boyanmış ahşaba olan aşkımı bir kez daha ilan ettim, hava kararmaya başlamıştı ve ana karargahımız olimpos'a dönmeliydik. istanbul uçağı sabah yedide idi ve dört gibi yola çıkmalıydık.  ay yine geç kalmıştı yükselmekte, yıldızlar biraz daha yaklaşmıştı. şarap mıydı tüm bu optik oyunların kaynağı yoksa güzel geçen günler mi bilemedim.

pazartesi sabah beşe doğru eve vardım, birkaç saatlik uykudan sonra kalktım ve banyoya girdim. tıraş olup mavi çizgili gri kravatımı taktıktan sonra da işe gittim. hava hafiften esmeye başlamıştı ve kuşlar, diğer günlerde olduğundan biraz daha fazlaydı. öğlene kadar işten kafamı kaldıramadım. cumaya kadar yetişmesi gereken işler vardı ve çarşamba tüm modelleri bitirmeliydim. öğlen arası geldi, müdürümle dayreden çıktık.

arabaya doğru giderken şiddetlenen rüzgar kravatlarımızı uçuşturuyordu. hafta sonu, hayatımın geri kalan günlerinde güzel hatırlayacağım anılarla kalmıştı. kravatımı yakalayıp yularımmış gibi çekiştirdim, jack kerouac olmak için fazla tertipliydim.








4 yorum:

Adsız dedi ki...

Tesadüf iyiymiş hakkaten :)

(adsızlar kraliçesi charmy)

Adsız dedi ki...

Hem mimar hem memur olmak güzel mi hakkaten? Ben de bunun için uğraşıyorum şu sıralar, doğru mu yapıyorum emin değilim. Bildiğim öğrendiğim bütün programları unutmaya bile razıyım yeter ki biraz huzurum, düzenli bir hayatım ve yetecek kadar param olsun...

mies dedi ki...

hem mimar hem de memur olmak gayet iyi, özel sektörden sonra balayı gibi geliyor bana. lanet ediyorum kanımı emenlere. tabii yerin de önemi var, ben ilçe belediyesinde tek mimarım. adamakıllı bilgisayar kullanmayı bilen de ben varım. yaklaşık 7 yıldır da modelleme ile uğraştığım için, elim hızlı. fazla paniğe kapılmadan işleri teslim ediyorum. zamanı kendim belirliyorum. özel sektörde olduğu gibi enseme binen yok. beş oldu mu çıkarım, yetişmezse de pazartesiye bırakır hafta sonları vururum kendimi dağlara, denize.

özel sektöre göre dezavantajını görmedim henüz. bildiğin programları unutmana gerek yok, hepsi işine yarar. ben tasarım yapıyorum, bunların imalatı ve yerinde kontrolünü hatta metraj-keşifini de yapıyorum. a'dan z'ye. çok şey öğreniyorum. özel sektörde olduğu gibi daha fazlasını isteyen çakallar yok, bir tane render için başkan teşekkür etti. daha ne olsun:)

huzur ise biraz kafanın içiyle alakalı ama akşam ya da hafta sonları iş aklına bile gelmiyor. gelmesin de zaten. işe odaklı olmanın mantığı yok, yaşamana yetecek kadar parayı da kazanıyorsun. iki lafın belini kırabiliyorsun canın çok sıkılınca da. ben tavsiye ederim şahsen. özel sektörde çok uğraştım, çok ders aldım.

Adsız dedi ki...

Arkadaş ağzına sağlı yukardaki özel sektör yorumuna imzamı atarım, bende elektrik mühendisiyim 7 yıldan sonra kamuya geçmiş biriyim, kamuda da 4 yılıda aştı neyse... memurluk diye küçümseyenlere gülüyorum, memur dediğiniz adamın sosyal hayatı özel sektörde çalışan adamdan çok daha fazla, yeterince bir ücret insanca çalışma ve kendine vede sevdiklerine ayırabileceğin vakiti, jeepi, bms olan patrona tercih ederim....