27 Nisan 2012 Cuma

üç kelime tekkesi

denize kavuşan dere yatağının, bir ekim ayında aniden bastıran yağmurla taşıp tüm arabaları denizin dibine gömmesine ve benim rajaz'la bir dost meclisinde tanıştırılmama daha seneler vardı. 

üniversite serüvenimizin ilk yıllarında kadim dostum zaphod ile istanbul'dan olimpos'a gelir ve kadirs'in nispeten ucuz odalarında iki sefil gibi kalırdık.  birinci sınıflar geride kalmışken, yolların bizi nereye sürükleyeceğine pek takılmadan en yakın marketten aldığımız biraları siyah poşetlere buzlarla birlikte doldurur ve içmeye, antik roma'da tanrılık ya da nalbantlık yapanların da tanıklık edeceği üzere sadece içmeye giderdik. sel, dere yatağının   bakir tabiatını henüz alıp götürmediğinden, koyu gölgenin ve durgun suyun kenarına geçici obamızı kurar ve sahaflar çarşısından aldığımız kitaplara gömülürdük. on the road ve jack kerouac ile yeni tanıştığım zamanlardı, dere kenarının artık kalmayan huzurunda gittikçe artan sarhoşluğun içinde uzanır ve hayal kurardım. yaptığım tüm hatalar ve aldığım kararlar, beni dostumla olmak istediğim yere taşımışsa bir şeyleri doğru ya da yanlış diye ayırmanın gereği olmadığını düşünürdüm. çalı çırpıyla ve beyaz taşlarla kuşatılmış bir sessizliği bazen pedal sesleriyle böler ve kadirs'ten kiraladığımız bisikletler ile adrasan'a ya da beynimize yeterince güneş geçmişse 10 km'lik yokuştan sonra ulupınar'a giderdik. adrasan'da dayım vardı ve otelin barında bize bira ısmarladıktan sonra arabayla geri götürmeyi teklif etmişti.

binlerce günbatımından sonra, dayım adrasan'dan ayrılıp ingiltere'ye yerleşti ve kendisini jedi zanneden çok güzel bir çocuğun babası oldu. kuzenin nikahı nedeniyle geçen hafta gelmişti, dün de doğumgününü adana kebap ve duty free'den getirdiği enfes viskiyle kutlarken bir şey daha öğrendim: eşiyle aynı yılın aynı gününde dünyaya gelmişler. birbirlerini bulmaları, dayımın jose arcadio buendia gibi tüm dünyayı defalarca dolaşmasından ve bizim bisikletler ile olimpos'tan adrasan'a birkaç saatliğine gelmemizden sonra gerçekleşmiş. 

bisiklet ile çıktığımız ulupınar'ın dönüşünü çıralı yolundan gerçekleştirdik, bir kere bile pedal çevirmeden kendimizi eğimin güzelliğine bıraktık. yeterince eğim olduğu takdirde dünyanın sonuna bisikletle gider ve orada beni bekleyen yağız bir at bulacağıma inanırdım. ortaköy çarşıda birdenbire patlayan silahların, okuldan kaçıp intihar etmeye karar vermiş handan adlı genç bir kızı kolundan yaraladığı ve büyük bir şans eseri genç kızı intihar fikrinden vazgeçirdiği bir perşembe gününde, karmaşadan tamamen uzak iki kafadar olarak bisikletlerle çıralı'ya indik. yol bizi deveye götürdü, yanlış patikaya sapmış ve olimpos'a gidecekken ağacın gölgesine çökmüş bir deveye ulaşmıştık. zaphod, tüm bu yol edebiyatının avradını sikerim dercesine deveye bakmış ve bir sigara yakmıştı. o zamanlar tek tük de olsa içer, istiklal caddesi'nde yeterince sarhoş olmuşsak da nargileye sarılıp tavla oynamaya klan'a giderdik. tavlada kimin yendiğini detaylarına kadar kara kaplı bir deftere yazar ve sekban-ı cedid ajanı gibi bunu imzalarımızla kayıt altına alırdık. gerçek birer sinir hastasıydık ve içilmesi gerekenden fazlasını içtiysek, taksi diye sarı opel tigraların peşinden koşar, bazen de üstlerine atlardık. biyolojik artıklara dönüşüp hiçbir şekilde hatırlamadığımız kayıp saatlerimizde, muhtemelen arsen lupen'in terasında mad world dinlerdik. piyano sesi boş kafalarımızda yankılanırdı. gençtik ve cesur yürek gibi gözümüzü kırpmadan arka sokaklara dalardık. 

sahibi olmayan zeytin ağaçlarının altından, yeni aldığımız ve birkaç megapikselden fazlası olmayan makinelerimizle patikaları takip ederken de hayat, evren ve her şey hakkında fütursuz fikirlerimizi savururduk. bazı sert köşeli fikirler kertenkelelerin kafasına saplanır ve görkemli sefilliğimiz, sürüngenler aleminde insanlığın geri kalanı için derin bir hayal kırıklığı yaratırdı.

pedal basmaktan titreyen bacaklarımız ile gözleme yapmaktan kendilerini kaybetmiş teyzelerin önünden geçerken, yol boyu içtiğimiz biraların kanıma karışmasıyla eski kız arkadaşlarımı düşünürdüm. sabahın beşinde ankara metrosunda bekleyip, küpenin bana yakışacağını düşündüğü için kulağımı deldirdiğim mavi gözlü kızdan ayrılalı çok olmamıştı. ani ayrılık sonrası oluşan anafordan kurtulup bir şekilde hayata tutunmuş ve yanılgılarımla yaşamayı öğrenmiştim. akşamın geç saatinde tekrardan kadirs'e ulaşıp bisikletleri ait oldukları yere bıraktık. çoğul yorgunlukların esiriydim ve önümüzdeki saatler boyunca yerimden kalkmayı istemiyordum. uzandığım hamakta uyuyakalmışım, rüyamda okulu bitirdiğimi ve mies'inki kadar güzel pavilion tasarlayıp ödül aldığımı gördüm. redd'in ilk albümünü çıkarmasına bir seneden fazla vardı fakat bir prensesin uykusunda olduğumu daha o zamanlar biliyordum. hiçbir şey gerçek değildi. uyanınca bitecekti.

uyandım ve kendimi bir ekranın karşısında, bir devlet dairesinde buldum. zaphod istanbul'da kalmış, ben ise antalya'ya dönmüştüm. üç kelime verin de bir şeyler uydurayım diye başlattığım oyun kontrolden çıkmış ve saatlerdir yazdığım halde ancak yola gelmişti... 

(bundan sonra yeni yorumlar dikkate alınmayacak, çok ısrarcı olunduğu takdirde yasal işlem başlatılacaktır. alttaki fotoğraf ise mailin dehlizlerinden - mimarlık fakültesi merdivenlerine kusacak kadar çok içtiğimiz ytü şenliklerinden sanırım- soldaki ben sağdaki zaphod - kime göre soldaki abi? -hangi?)






3 yorum:

Adsız dedi ki...

ortaköy, sahaf ve handan gördüm! ilk yorum o kadar da insafsız değilmiş demek ki :)

zaphod dedi ki...

Bilfiil kusmuş olduğum ve görenlerce modern sanat zannedilen merdivenden bahsediyoruz sanırım... 10 birayla normal olm deve miyiz?

Sana referans verdiğim hikaye aslında sahil şeridini bisikleti ve sırt çantasıyla kat eden turistin finike yolunda karşılaştığı iki bisikletli densizin çalı çırpıyla ateş yakıp deniz kenerında sucuk pişirmek için verdiği şanlı mücadeleyi görüp "naapıyo bu amk liselileri?" diyerek yoluna devam etmesiydi.

Adsız dedi ki...

bana neredeyse verilen bütün kelimleri kullanmışsın gibi geldi :)