23 Nisan 2012 Pazartesi

zamanı durdurmanın kısa tarihi


cuma öğlene doğru tuborg'tan iki kişinin beni belediyedeki odamda ziyaret etmesiyle başlayan festival, akşama doğru hediye aldığım bir kasa tuborg gold ile perçinlendi. kasanın yarısını buzluğa sıkıştırdıktan yarım saat sonra, şişelerimizi farklı sebeplere kaldırdık. dayımın ingiltere'den gelmesine, bir gün sonra evlenecek kuzene, çektiğim fotoğraflara (tuborg'un bu güzelliğini, facebook'ta bir fotoğrafımın birinci gelmesiyle açıkladım bizimkilere. diğer türlü, benim birayla yaşayan bir tür droid olduğumu düşünürlerdi), artık aramızda sadece ruhuyla olanlara, umuda ve geleceğe... herkesin kendine göre bir sebebi vardı, ben en parlak yıldızı kerteriz aldım. nikah telaşı ile geçen iki günden sonra, bugün ancak gezmeye gidebildik. arabaya öyle bir doluştuk ki kuzenlerle birlikte, bana bagajın tahmin edilemez rahatlığı kaldı. bir küçükbaş beynine sahiptim ve arabanın arkasında keyfim yerindeydi. çıralı'ya doğru yola çıktık. koyun diğer ucunda olimpos ve onun sağ üstünde ait olduğum olimpos kalesi vardı. penceresinde dikilip de zamanı durdurmanın ince hesaplarını yapmamın üzerinden tam üç sene geçmiş. zamanı durdurmak artık umrumda değil, sular gibi çağlasın. uzun yazmak yine nasip olmadı, o yüzden olimpos'ta dolaşan tüm özgür ruhlara ve pencerede dikilip de geçmiş yüzyıllara bakanlara, üç sene öncemden gelsin:

...

ortaçağ kalesinin yığma taş duvarları arasındaki pencereden denize doğru gözümü kırpmadan bakarken zamanı durdurmak tilki gibi kafamda dolaşıyordu. varmak istediğim noktaya sonunda varmıştım, sessizliğin içinde denize bakıyor ve ruhumu özgür bırakmaya adım adım yaklaşıyordum. zamanın beden üzerindeki tahribatı ve ruhu buna bağlı olarak değiştirdiği gerçeği ancak zamanı durdurmakla bertaraf edilebilirdi ve bir nisan vakti bunu gerçekleştirmeye çalışıyordum.

kalenin surlarında saatlerce kalıp kendi içsesimi bile duymadan doğayı dinledim. balık sürülerinin arkalarında bıraktığı sesler, mürenin kayaların arasına sinmişkenki fısıltısı, mağaranın içine giren dalgaların kristal tavandaki yankısı, açıklardan geçen bir teknenin gıcırtısı, uçurumun kenarındaki ağacın hışırtısı derken zamanı durdurmak için gözlerimi kapattım. 

ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama öğleden sonra kapattığım gözler, tan yeri ağarırken açıldı. güneş, denizin hemen üzerindeki bulut kümesinin arkasına geçmiş nazlanarak yükseliyordu. ufku ve denizin yüzeyini kızıla boyayan ışığa gözlerimi diktim bu seferde. görünürde tek bir tekne yoktu; yüzyıllarca uyumuş olabilir miydim? ışık huzmeleri, bulutları yarmaya çalışırken hangi yılda olduğumu umursamadan baktım umudun mücadelesine. hangi yüzyılın sabahıydı bu? kızıl kadifeden sabahlığını giymiş deniz usulca hareket ederken gözlerimi bir kez daha kapattım. zamanı durdurmak belki mümkün değildi ama onu umursamayıp saate bakılmadığı sürece astral bir seyahat gibiydi her şey. 

sonsuz kadar kısa süren bir karanlıktan sonra tekrar gözlerimi açtım. yine aynı yerdeydim, yine ortaçağ kalesinin yığma taş duvarları ve penceresinden denizi izliyordum. ne tekne vardı ne de doğan güneş. ileride lacivert bulutları seçebiliyordum bir de denizin mavimsi siyahlığını. paha biçilemez gibi mücevher gibi parlıyordu. 

sanırım milyonlarca yıl uyumuştum. kıtalar yer değiştirmişti; yeryüzü plakaları çarpışmış yeni dağlar ve adalar meydana gelmişti. önceki seferlerde görmediğime emin olduğum bir dağ sol tarafımdan yükselirken, adalar da serpiştirilmiş gibiydi. tüm insanlık dünyadaki hayatı tükettikten sonra başka bir gezegene giderken beni almayı unutmuştu. bu koyu lacivert gezegen ve geride bir tek ben. tüylerim ürperdi; zamanı durdurmak mümkün olmamıştı ama milyonlarca yıldır aynı yerde duruyordum. ortaçağ kalesini yapan adamların diktiği bir heykel olabilir miydim acaba? mermer beyniyle düş gördüğünü zanneden; gözlerinde yaşama dair en ufak bir iz bile olmayan, kendisini yaşıyor zannedip neden hareket edemediğini bir türlü sorgulamayan?

on binlerce kez gün doğumuna bakıp, denizin her rengine tanık olmuş sessiz bir bekçi olmam ne kadar mümkündü?

en son kendi sesimi ne zaman duyduğumu, ne zaman yemek yediğimi, ne zaman başka bir yerden baktığımı, ne zaman düştüğümü, ne zaman aşık olduğumu, ne zaman yorulduğumu hatırlamaya çalıştım. her şey silinmiş gibiydi; zamanı durdurmak dileğim evrenin bir anında gerçek olmuş ve ben taşlaşmıştım. ortaçağ kalesinin penceresinden izlerken dünyayı, heykele dönüşmüş ve çok uzun sürecek bir tutsaklığa hüküm giymiştim. oysa zaman durmamalıydı, bir sürü pencereden bir sürü yere bakmalı ve hareket etmeliydim.

zamanı durdurmak ve hep orada kalmak isteğimin manasızlığını anlamıştım ama çok geçti sanırım. gözlerimi açmayı denedim; tüm bedenimi ve ruhumu hayata son bir kez dönmek için kullandım. hareket ederek ölmeyi, hareketsiz binlerce seneye tercih ederdim ve gözlerimi açtım.

yine aynı yerdeydim ama boynumda fotoğraf makinem vardı. sesimin çıkmayacağına emin şekilde bağırdım. çığlığım uçurumda yankılandı. tekrar hayata dönmüştüm. hayatın anlamını taşıyan rüzgar yüzümü yaladı. fotoğraf makinemi çıkartıp binlerce yıllık serüvenimin fotoğrafını çektim.


3 yorum:

Adsız dedi ki...

ortadaki gün batimi nasil bir renk oyle!

mies dedi ki...

o aslında gün doğumu ;)

Avare Karınca dedi ki...

Sanki bir pencere açtı biri, boğulup giderken dört duvar arasında, iyi geldi.