karidesli makarna yapmak için eve yürürken, öğle arası bira içeceğimi ve yeni bir koy keşfedeceğimi henüz bilmiyordum. plan basitti: buzluktan karidesi çıkarıp güneşte çözdürecek, o sırada makarnayı haşlayacak ve sosu hazırlayacaktım. odanın kalabalığından bunalıp kısa süreliğine ilçe halk kütüphanesine kaçtığım yağmurlu bir günde, rafta beni bekleyen anthony bourdain'in mutfak sırları beni biraz kışkırtmıştı. bir şeyler kesmek, pişirmek ve kafamı dağıtmak istiyordum. yağda kızaran karidesler, italya'dan değil de menzil cemaatinin mutfağından aşırmışım gibi bir türlü bitmeyen parmesan peynir, enli spagetti, tüm lezzeti kabuğunda diye soymadan böldüğüm domatesler benim eve gelmemi bekliyordu fakat son anda bir terslik oldu.
komşunun gece gündüz havlayan, itlikte ve serserilikte çift anadal yapan kurt köpeği yine tüm gücüyle havlamaya başlayınca onun çenesini çekmek istemedim. arabanın anahtarı ve araba da yanımdaydı, karidesler hemen çözülemeyebilirdi, domates var mıydı yok muydu tam emin değildim... bahaneler topraktan fışkırıp yüzünü güneşe dönen ayçiçekleri gibiydi ve biralara zam yapmayı unutan şaşkın bir tekel biliyordum. arabaya bindim, karideslerin yarısı sıcak bir makarnanın hasretiyle hayal kırıklığı yaşarken diğer yarısı da buzlukta da olsa hayattayız be abi diye teselli buldu. parmesan, zaten bitmeyip sadece eksileceği için pek umursamadı. bologna'da küçük bir dükkanda başlayan serüveni çığrından çıkmıştı, ara sıra raftaki diğer arkadaşlarını özlüyor ve onların ne cehenneme gittiğini merak ediyordu.
zamdan azade zamanzade zulkarneyn efendi gibi tekel büfeye girdim; iki 33'lük alıp deniz kenarına inecek ve bağırarak havlayan köpeklerden, sahtekarlardan, kurnazlardan ve havuzu büyüten müteahhitlerden kurtulacaktım. kadim yolumda gözüm kapalı bile giderdim, her virajı ezberlemiştim. inmesi kolay koylarda insanlar vardı, paçalarını sıyırmış ve ayaklarını suya sokmuşlardı. taşlaşmış bir balina gibi gözüken adanın etrafında birkaç tekne, suyun ışıltısı, denizin tuzu ve rüzgara hükmeden martılar ile olağan bir öğlendi ki tüm büyüsü de buradaydı. ejderhalar dağın öte yanındaydı, cüppeli büyücü ise patikada yitip gitmişti. ben ise oradaydım: çantamda iki tane marzen lager bira ile daha önce inmediğim bir koyun dik merdivenlerinde. ortalıkta kimse yoktu, suyun binlerce yıllık temasıyla yumuşamış ve köşelerini yitirmiş kayaya oturdum, orası artık marzen koyu'ydu ve isim babası bendim. biradan bir yudum aldım, dilimde beklettim, notaları bir senfoni gibiydi. kayaların rengi biranın etiketiyle, rüzgarlığım ise denizin lacivertiyle uyum içindeydi. beyaz çakılların üstünde rahattım, oysa çalışırken deri koltuğum sırtıma batıyordu, çivili tahta gibi geliyordu fakat ben adanmış bir keşiş değildim.
tutkularım da yoktu; sadece bahis yaparken oynadığım takım yenilirse, gol atamazsa, gol atar gibi yapıp son anda vazgeçerse, yenilse bile para kazanacakken berabere kalırsa sinirleniyordum. kaybetmenin hazzını yaşıyordum, kazandığım ise sadece kazanmış oluyordum. sanki hakkım olanı sökmüş gibi, akşama kadar inşaatta çalışıp yevmiyesini teri kurumadan almış bir kalıpçı gibi. kazanmanın bahse değer tarafı yoktu, gelen parayı da yine başka bir maçın 90 dakikalık lanetine yatırıyordun fakat kaybetmek... kaybedince şeytan bile başka yanıyordu, göğüs kafesinde hissediyordu sıcağı. birkaç gündür oynadığım her maçı, her olasılığı kaybediyor ve bundan tuhaf bir tat alıyordum. özyıkım sevdalısı yeraltıcılardan da değildim, sadece bir memurdum, emekliliğime çok vardı, başka bir iş yapmak istemiyordum, beklentilerim, arzularım ve detaylı planlarım da yanımda değildi. öğlen arası evde makarna yapmak yerine zam geldiğini fark etmeyen bir tekelcinin ikramıyla yuvarlanıp gidiyordum.
merdivenden inen ayak seslerini duydum ama kafamı çevirmedim, kimin geldiğini merak etmiyordum. o da beni umursamadan küçük koyun diğer tarafına yürüdü. yakasını kaldırdığı eski ve ağır bir pardösüsü vardı, ellerini cebinden çıkarıp avuçlarını güneşe tuttu. uzun sakalları ağarmıştı, gözleri çukurun dibinde yatan iki kara ayna gibiydi. ayaklarının ucunda sönümlenen dalgalara bakarak tüm okyanusu görüyordu sanki. bakışları denizin dibini ve insanın ruhunu tarıyordu. dönüp bana baktı, kaybetmenin hazzıyla mühürlenmiş öfkesini gördüm. "yarın gece" dedi, "son şansımızı kullanacak ve başaramazsak bir daha bu işe bulaşmayacağız". yalan söylediğini ikimiz de biliyorduk ama inanmış gibi yaptık. birayı içmiyor da dilimle emiyordum sanki, yarın gece liverpool maçı vardı ve dostoyevski, maç programına baktıktan sonra beni daha önce inmediğim bir koyda eliyle koymuş gibi bulmuştu.
bu sefer olacağına inanan insanların yüzünde asılı kalan yarım gülümsemeyle denizi izledi; tutkusu yaşamından ve ölümünden de öteydi. kaybetmek onu keskinleştirmiş ve inancını güçlendirmişti. şansı eninde sonunda dönecek ve zararını çıkartacaktı. "senin için döndüm" dedi, "yarın gece maç var. aklını ve mantığını bir kenara bırak, sadece son şansının hakkını ver."
tefecilerinin onu arasa bile bulamayacağı gizli bir koyda, öğlenimizi geçirdik. "yarın ne kadar sürer?" dedim ona, henüz filmi izlemediğinden hiçbir şey söylemedi. şef bıçağı gibi keskindi, dirilmemişti ama ölmemişti. kumarbazın ruhu huzur bulmak için dünyayı dolaşıyor ve ışığı arıyordu. işe dönmem gerekiyordu. onu da istediği yere bırakacaktım ama istediği yerde olduğunu, yarın geceye kadar burada duracağını söyledi.
işe dönmeden önce esnaf lokantasında karnımı doyurdum, her şeyin tadı aynı geliyordu artık. notalar ölmüş, senfoni bitmişti. sıradan bir hayatın içinde küçük ateşlerimin şeytanıydım ve onları besliyordum. chimera da bendim, ateşin etrafında dolaşırken kaşlarını yakan kedi de.
öğleden sonra bir projeyi kontrole gittim, müteahhit havuzu büyütmüştü ve fark etmeyeceğimi sanıyordu. her şeyi biliyordum, bir dağın yamacından uzaktaki denizin dibini görüyordum. donmuş karidesleri, zam yapmayan tekelciyi, yakası kalkık pardösüyü, neon lambalar gibi parlayan sahtekarları, acil serviste alnını diktirenleri, henüz öldüğünü fark etmeyip benim bu morgta ne işim var diyenleri, henüz doğmamışları, stajda daralanları, ısırgan otu toplayanları, yeminli mali müşavirleri ve tüm evreni. göremediğim tek şey yarınki liverpool maçıydı. akıl ve mantıkla değil demişti hayalet, son şansının hakkını ver sadece...
vereceğim diye fısıldadım, liverpool tişörtümü giyerek işe geldim. üzerinde "you'll never walk alone" yazıyordu ve aynadakini de sayarsam iki kişiydik, kehanetler tutmaya başlamıştı.