bildiklerimin ve unuttuklarımın çok büyük bir kısmını, tuvaletteyken okuduklarım oluşturuyor. alafranga tuvaletin icadından beri okunabilecek ne varsa okudum. internet yokken gazeteyle bile girmişliğim oldu, dev sayfalarla dövüşür ve ekonomi sayfaları hariç her şeyi hatmederdim. biraz da ekonomi okusaydım şimdi daha iyi durumda olabilir miydim? sanmam. bazı şeylerin okumakla ya da çabalamakla alakası yokmuş, bağlantılar ve doğru yerde insanlar işin yüzde doksan dokuzunu oluşturuyormuş. en ufak kamu kurumunda bile böyle, doğru adamı bul, onun gönlünü hoş et ve halılar önünde serilsin. diğer türlü sadece kendi çabanla dişlerini, tırnaklarını paramparça edersin de yine refaha eremezsin. altta olanı ez, üstte olanı yala, her zaman kulağın delik olsun, duyduklarını silaha dönüştür, ellerini nerede kavuşturacağını ve dilini ne zaman dışarı çıkaracağını bil ve kapılar sonuna dek açılsın. ben bunlardan biri olmadım, odaya başkan girdiğinde sanki fırlatma koltuğu aktif hale gelmiş gibi zıplayarak kalkan iş arkadaşlarıma sadece acı bir tebessümle bakıyorum. yerimden kalkmıyorum, kimseye eğilmiyorum ve kimseden hiçbir şey ummuyorum. kazancakis'in mezar taşının geçici görevlendirme ile hayata gelmiş haliyim. onlara karşı olduğumu biliyorlar, bunu bilmelerini istiyorum. bunu her seferinde yeniden hatırlatıyorum. muktedirler korkak insanlar, etraflarındaki yalaka çemberinden çıkmak istemiyorlar. durgun, tehlikesiz lagünlerinde tüm hayatlarını geçirmek istiyorlar. dünya kurulalı böyle, güce tapan insanların cesetleri asırlar boyunca üst üste binmiş ve iktidar sahiplerine cennetten bir köşe oluşturmuş. bir mercan atolü adeta, imkanlar çeşitli, su berrak, balık desen binbir çeşit. ben ise onlardan biri değilim, atolün hemen dışındaki çetin okyanusta çarpışıyorum. ölene kadar bu böyle devam edecek, artık güzergah belli. ağaç yaşken eğilirmiş, ben kollarımı açtım rüzgarın tadını çıkarıyorum.
peki buraya nereden geldim? nedir aslanım güneşli bir aralık sabahı sanki çok da sistem karşıtıymışsın gibi sana böyle tiratlar attıran şey?
sabah yine tuvaletin tepesine tünemişken bir şeyler okuyordum, artık gazete almıyorum, martin eden'i de başucumda bırakmıştım. telefondaydım. birisi fatih terim'in evinin videosunu koymuştu, boğaziçi köprüsünü görüyordu, eve hayretler etmişti.
o eve ben de hayretler etmiştim... 2008 yılının kasım ayında, çalıştığım mimarlık ofisi o villanın yenilemesini yapıyordu. ben de sabahtan akşama tüm duvarları ölçüyor, deftere yazıyor sonra da onları bilgisayara aktarıyordum. ara sıra manzaraya bakıyordum, boğaz sırtlarında bir şeydi, ev gibi değildi. bahçeye havuz, bodruma sinema salonu yapılacaktı, çatı katı evin genç kızının isteğine göre düzenlenecekti. bir hafta sonu, milano'ya mobilya bakmaya gideceklerdi. 200 m2 salonu vardı, ev tepeden tırnağa yenilenecekti. bir yandan uzayan okulumu bitirmeye çalışıyor, bir yandan ev arkadaşım memleketine döndüğü için tek başıma kira ödüyor, diğer yandan da işe gelip gidiyordum. milyonlarca dolarlık bir villada tüm günümü geçirdikten sonra da belediye otobüsüyle eve dönüyordum. bakınca komik, yaşayınca zor, üzerinden yeterince zaman geçtikten sonra da ufak tefek anı işte.
birkaç hafta sonra, berbat bir cadı replikası olan patrona dayanamayıp "işimden soğuttunuz" dedikten sonra istifa etmiştim. çalıştığım dönemin parasını bile almadan, ertesi gün aradıklarında "alın o para da sizin olun" diye gururlu bir karabaş gibi başım dik, karnım aç. işte o akşam yazdığım bir entry'den kuple (büyük bir kısmını kurtarmışım entry'lerin, böyle denk geldikçe, müdavimlere meze gibi vereceğim):
menopoza gireli yıllar olmuş buruşuk suratlı kadından da ölesiye tiksiniyor ve bilgisayarın saniyelerine bakıp duruyordum bir an önce akşam 7 olsun diye. eve geldiğim zaman, hemen uyumak yerine geç saatlere kadar oturmaya çalışıyor ve işe gidiş süremi bir anlamda uzatıyordum. çerçeveli gözlükleri olan ve meymenetsiz suratından kötülük akan modern zaman cadılarının birisinden, ne çizmem gerektiğini saat başı öğrenmem açıkçası sabrımı zorluyordu. ay sonuna kadar çalışır sonra da çekip giderim diye düşünürken, bugün ayın daha 13'ü olması, geri kalan 17 günün geçmeyeceğini de hissettirmişti.
akşama doğru 6 suları...
buruşuk menopoz yanımda projeyi anlatıp duruyor. aynı şeyleri bin kere yüksek sesle tekrar ediyor. "şimdi tam zamanıdır" deyip kadına dönüyorum
"mesleğimden soğuttunuz" diyorum. o her şeye hükmeden kadın birden duraklıyor. masamın üzerinden cüzdanımı ve telefonumu alıyorum. autocad ekranı hala açık. ayağa kalkıyorum. hareketlerim gayet soğukkanlı ve net. çalışan arkadaşlara "iyi akşamlar" diyorum. kadın bir şeyler gevelemeye çalışıyor, yamuk ağzına daha fazla bakmak istemediğimden, bu işe para için bile katlanmayacağımı söylüyorum.
ve 17 gün geçmez derken, 17 uzun sene geçmiş. tarabya sırtlarındaki ev hayatta, ben hayattayım, fatih terim hayatta, o yaşlı cadıdan ise haber yok. oradan istifa etmeyip devam etsem de, hiçbir şey olmayacaktı. 25 yaşındaki mies'e aferin aslanım diyor ve kamu-iş federasyonunun "tükeniyoruz, geçinemiyoruz" temalı "19 aralık'ta iş bırakıyoruz" eylemine destek oluyoruz.
direne direne kazanacağımız yok da bari tarafımız belli olsun.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder