8 Ocak 2025 Çarşamba

marzen koyu kralı ve kumarbaz

karidesli makarna yapmak için eve yürürken, öğle arası bira içeceğimi ve yeni bir koy keşfedeceğimi henüz bilmiyordum. plan basitti: buzluktan karidesi çıkarıp güneşte çözdürecek, o sırada makarnayı haşlayacak ve sosu hazırlayacaktım. odanın kalabalığından bunalıp kısa süreliğine ilçe halk kütüphanesine kaçtığım yağmurlu bir günde, rafta beni bekleyen anthony bourdain'in mutfak sırları beni biraz kışkırtmıştı. bir şeyler kesmek, pişirmek ve kafamı dağıtmak istiyordum. yağda kızaran karidesler, italya'dan değil de menzil cemaatinin mutfağından aşırmışım gibi bir türlü bitmeyen parmesan peynir, enli spagetti, tüm lezzeti kabuğunda diye soymadan böldüğüm domatesler benim eve gelmemi bekliyordu fakat son anda bir terslik oldu.

komşunun gece gündüz havlayan, itlikte ve serserilikte çift anadal yapan kurt köpeği yine tüm gücüyle havlamaya başlayınca onun çenesini çekmek istemedim. arabanın anahtarı ve araba da yanımdaydı, karidesler hemen çözülemeyebilirdi, domates var mıydı yok muydu tam emin değildim... bahaneler topraktan fışkırıp yüzünü güneşe dönen ayçiçekleri gibiydi ve biralara zam yapmayı unutan şaşkın bir tekel biliyordum. arabaya bindim, karideslerin yarısı sıcak bir makarnanın hasretiyle hayal kırıklığı yaşarken diğer yarısı da buzlukta da olsa hayattayız be abi diye teselli buldu. parmesan, zaten bitmeyip sadece eksileceği için pek umursamadı. bologna'da küçük bir dükkanda başlayan serüveni çığrından çıkmıştı, ara sıra raftaki diğer arkadaşlarını özlüyor ve onların ne cehenneme gittiğini merak ediyordu.

zamdan azade zamanzade zulkarneyn efendi gibi tekel büfeye girdim; iki 33'lük alıp deniz kenarına inecek ve bağırarak havlayan köpeklerden, sahtekarlardan, kurnazlardan ve havuzu büyüten müteahhitlerden kurtulacaktım. kadim yolumda gözüm kapalı bile giderdim, her virajı ezberlemiştim. inmesi kolay koylarda insanlar vardı, paçalarını sıyırmış ve ayaklarını suya sokmuşlardı. taşlaşmış bir balina gibi gözüken adanın etrafında birkaç tekne, suyun ışıltısı, denizin tuzu ve rüzgara hükmeden martılar ile olağan bir öğlendi ki tüm büyüsü de buradaydı. ejderhalar dağın öte yanındaydı, cüppeli büyücü ise patikada yitip gitmişti. ben ise oradaydım: çantamda iki tane marzen lager bira ile daha önce inmediğim bir koyun dik merdivenlerinde. ortalıkta kimse yoktu, suyun binlerce yıllık temasıyla yumuşamış ve köşelerini yitirmiş kayaya oturdum, orası artık marzen koyu'ydu ve isim babası bendim. biradan bir yudum aldım, dilimde beklettim, notaları bir senfoni gibiydi. kayaların rengi biranın etiketiyle, rüzgarlığım ise denizin lacivertiyle uyum içindeydi. beyaz çakılların üstünde rahattım, oysa çalışırken deri koltuğum sırtıma batıyordu, çivili tahta gibi geliyordu fakat ben adanmış bir keşiş değildim.

tutkularım da yoktu; sadece bahis yaparken oynadığım takım yenilirse, gol atamazsa, gol atar gibi yapıp son anda vazgeçerse, yenilse bile para kazanacakken berabere kalırsa sinirleniyordum. kaybetmenin hazzını yaşıyordum, kazandığım ise sadece kazanmış oluyordum. sanki hakkım olanı sökmüş gibi, akşama kadar inşaatta çalışıp yevmiyesini teri kurumadan almış bir kalıpçı gibi. kazanmanın bahse değer tarafı yoktu, gelen parayı da yine başka bir maçın 90 dakikalık lanetine yatırıyordun fakat kaybetmek... kaybedince şeytan bile başka yanıyordu, göğüs kafesinde hissediyordu sıcağı. birkaç gündür oynadığım her maçı, her olasılığı kaybediyor ve bundan tuhaf bir tat alıyordum. özyıkım sevdalısı yeraltıcılardan da değildim, sadece bir memurdum, emekliliğime çok vardı, başka bir iş yapmak istemiyordum, beklentilerim, arzularım ve detaylı planlarım da yanımda değildi. öğlen arası evde makarna yapmak yerine zam geldiğini fark etmeyen bir tekelcinin ikramıyla yuvarlanıp gidiyordum.

merdivenden inen ayak seslerini duydum ama kafamı çevirmedim, kimin geldiğini merak etmiyordum. o da beni umursamadan küçük koyun diğer tarafına yürüdü. yakasını kaldırdığı eski ve ağır bir pardösüsü vardı, ellerini cebinden çıkarıp avuçlarını güneşe tuttu. uzun sakalları ağarmıştı, gözleri çukurun dibinde yatan iki kara ayna gibiydi. ayaklarının ucunda sönümlenen dalgalara bakarak tüm okyanusu görüyordu sanki. bakışları denizin dibini ve insanın ruhunu tarıyordu. dönüp bana baktı, kaybetmenin hazzıyla mühürlenmiş öfkesini gördüm. "yarın gece" dedi, "son şansımızı kullanacak ve başaramazsak bir daha bu işe bulaşmayacağız". yalan söylediğini ikimiz de biliyorduk ama inanmış gibi yaptık. birayı içmiyor da dilimle emiyordum sanki, yarın gece liverpool maçı vardı ve dostoyevski, maç programına baktıktan sonra beni daha önce inmediğim bir koyda eliyle koymuş gibi bulmuştu. 

bu sefer olacağına inanan insanların yüzünde asılı kalan yarım gülümsemeyle denizi izledi; tutkusu yaşamından ve ölümünden de öteydi. kaybetmek onu keskinleştirmiş ve inancını güçlendirmişti. şansı eninde sonunda dönecek ve zararını çıkartacaktı. "senin için döndüm" dedi, "yarın gece maç var. aklını ve mantığını bir kenara bırak, sadece son şansının hakkını ver." 

tefecilerinin onu arasa bile bulamayacağı gizli bir koyda, öğlenimizi geçirdik. "yarın ne kadar sürer?" dedim ona, henüz filmi izlemediğinden hiçbir şey söylemedi. şef bıçağı gibi keskindi, dirilmemişti ama ölmemişti. kumarbazın ruhu huzur bulmak için dünyayı dolaşıyor ve ışığı arıyordu. işe dönmem gerekiyordu. onu da istediği yere bırakacaktım ama istediği yerde olduğunu, yarın geceye kadar burada duracağını söyledi. 

işe dönmeden önce esnaf lokantasında karnımı doyurdum, her şeyin tadı aynı geliyordu artık. notalar ölmüş, senfoni bitmişti. sıradan bir hayatın içinde küçük ateşlerimin şeytanıydım ve onları besliyordum. chimera da bendim, ateşin etrafında dolaşırken kaşlarını yakan kedi de. 

öğleden sonra bir projeyi kontrole gittim, müteahhit havuzu büyütmüştü ve fark etmeyeceğimi sanıyordu. her şeyi biliyordum, bir dağın yamacından uzaktaki denizin dibini görüyordum. donmuş karidesleri, zam yapmayan tekelciyi, yakası kalkık pardösüyü, neon lambalar gibi parlayan sahtekarları, acil serviste alnını diktirenleri, henüz öldüğünü fark etmeyip benim bu morgta ne işim var diyenleri, henüz doğmamışları, stajda daralanları, ısırgan otu toplayanları, yeminli mali müşavirleri ve tüm evreni. göremediğim tek şey yarınki liverpool maçıydı. akıl ve mantıkla değil demişti hayalet, son şansının hakkını ver sadece...

vereceğim diye fısıldadım, liverpool tişörtümü giyerek işe geldim. üzerinde "you'll never walk alone" yazıyordu ve aynadakini de sayarsam iki kişiydik, kehanetler tutmaya başlamıştı.



2 Ocak 2025 Perşembe

benzer ufuklar

yeni yıla büyük beklentilerle girmedim, gök ikiye ayrılıp bir mucize inse bile bunun bir koyun olup olmadığını öğrendikten sonra sıradan hayatıma geri dönerdim çünkü tüm mucizenin ve büyünün artık bakış açısında olduğuna inanıyorum. bir keresinde olimpos'ta, ahşap masanın üzerinde kendi halimde kahve içerken fincanın ağzında kocaman bir dağ görmüştüm. dağ fincana sığmıştı. dünyanın her yerinden gelmiş mutlu insanların arasında, bir portakal ağacının altındaydım ve sonsuza kadar orada kalabilirdim. 

belki de bu dileğimi binlerce yıl önce yelkeni büyü rüzgarıyla dolmuş bir geminin güvertesinde olimpos sahiline yaklaşırken dilemiştim ve tanrılardan birisi, artık o gün hangisi nöbetçiyse, dileğimi anında kabul etmişti. lapis taşından kadehime biraz daha şarap doldurup kaledeki gözcülere mavi ateşli bir meşale yakarak selam vermiştim. gözcüler de kaptan eudemos'un geldiğini birbirine fısıldamış ve yıldız ışığının altında parlayan miğferleriyle nöbetlerine devam etmişlerdi. eudemos'un yelkenlerini bağlayıp çapasını attığı gece, o zamanlar kimseler tarafından bilinmese de 31 aralık gecesiydi. isa henüz doğmamış ve tatsız olaylar yaşanmamıştı. deniz, lacivert kadifeden bir örtü gibiydi önümde serilmiş. sandala geçip sahile doğru kürek çekmiş ve gemime son kez bakarken "seneye görüşürüz" demiştim. bunu daha önce yapan olmamıştı, insanlar üzerinde denenmemişti, kulak kabartan nöbetçiler bile tek kelime bile duymamıştı. 

mavi meşaleyi sahile diktikten sonra eve yürümeye başlamıştım, yüzyıllar sonra bahçesinde ahşap masaların ve mutlu insanların olacağı pansiyonun bahçesi aslında benim evimin olduğu yerdi. yolumu yıldız ışığından bulmuş, kapı eşiğine çıkmışlara "mutlu seneler" diye haykırmıştım. herkes, kaptan eudemos'un gemiden sarhoş indiğine emin; çocuklar peşimden yürümüş, şifacılar merhem yapmaya devam etmiş, kentin meclis üyeleri de yine hiçbir yaraya derman olmadan saatlerce konuşmuştu. kentler yıkılıp yeniden kurulsa, tüm takvimler değişse de değişmeyen tek şey siyasi şehvetti. meclis üyelerinin önünden geçerken okkalı bir küfür savurmuştum. gölgelere saklanıp benim icabıma bir an önce bakılması gerektiğini dudaklarını kıpırdatmadan söylemişlerdi. ayyaş eudemos artık çok olmuştu, gemisi yakılmalı ve evi elinden alınmalıydı. 

    öleceğimi ve yeniden doğacağımı bildiğimden kimseden çekinmedim; bahçeme girdim 25 asır sonra kahvemden yansıyacak olan dağa baktım. karanlık bir dağdı, ayı arkasına saklamıştı o yüzden dağın gölgesi üzerime düşüyordu. ellerimle ördüğüm duvarların arasından geçip yatağıma uzandım, başım dönüyordu ve şarabı fazla kaçırmıştım. cılız bir ateş duvarın pürüzlerini ancak aydınlatıyordu. yeni yıla büyük beklentilerle girmedim, yeni yıla girdiğimi diğerlerinin hemen duymasını istemiyordum. önce itiraz ederler, eski köye yeni adet getiren elçinin kellesini almaya çalışırlardı. insanları pek sevmiyordum, o yüzden onları eski yılda bıraktım ve gözlerimi kapattım.

kalın taş duvarlar, yüzyılların sesini geçirmemiş. içerinin sıcaklığı sabit kalmış, başucumdaki kadehin şarabı uçmuş geriye sadece koyu mor izleri kalmış. kapıdan çıktığımda evimin bahçesinde bir sürü ahşap masa ve daha önce görmediğim tuhaf ama mutlu insanlar gördüm. saçım sakalım uzamış, bir süre sonra da uzamayı bırakmıştı. aralarında dolaştım, uzun bir masada bir sürü yiyecek vardı, sıranın sonuna girip beklemeye başladım. büyük parlak bir kazandan kaynar su akıyordu, tabağımızı alıp tıknaz bir adamın önünde bekleyince adam bize yumurta pişiriyordu. gülümsedim, hangi dilde konuştuklarını bilmiyordum, o yüzden kadim lisanı kullanmaya karar verdim. başımla omleti işaret ettim, onlardan birisi olmadığımı anlamalarını istemiyordum. itiraz edebilir ve bana zarar verebilirlerdi ama öyle bir halleri yoktu. fincana sıcak su döktükten sonra kahverengi bir toz ekliyorlardı, aynısını yaptım.

uzak bir köşeye geçip ilk yudumu aldıktan sonra fincanı masaya bıraktım. fincanın ağzında kocaman bir dağ vardı, dağ fincana sığmıştı. dağı çok önceden tanıyordum, eve geldiğim son gece onu görmüş gölgesini içime çekmiştim. içtiğim şey ise yeniydi, sevmiştim. uykumu açmıştı, geldiğim yoldan dönersem gemime ulaşacağımı düşündüm. yiyecekleri bitirdim, herkes ne yapıyorsa aynısını yaptıktan sonra da bahçe kapısından dışarı çıktım. yol aynı kalmıştı; çocuklar peşimden yürüdü, şifacılar güneşe yüzlerini döndü...