9 Mart 2012 Cuma

rolling in the office

tüm ciddiyetimi bir süre önce kaybettim, ciddi insanların arasında yaşayıp her şeyin alabildiğine komik olduğu fikrini bastırmaya çalışıyorum sadece. office space'i izleyenler bilir, oradaki milton karakterinin bir benzeri benim iş arkadaşım. zımbasını çok seviyor, delgecini de çekmecede saklıyor. herkesin delgeci ve zımbası var, oldukça zengin bir kamu kuruluşuyuz. şahsıma özel balya balya aydıngerlerim, kalem setlerim ve raflarım var. görsen benimle gurur duyardın ve bir çayımı içerdin kımıl dudaklım.

biraz önce, melodisini canım ciğerim adele'min rolling in the deep'ine ayarlayan diğer iş arkadaşım telefonunu masada unutup dışarı çıkınca, epey kalabalık bir topluluk olarak şarkıyı dinledik. odanın diğer köşesinde ruhsatla ilgili konular dönüyordu, emsalde sorunlar vardı, yaşlı insanlar gergindi (kırışıklığa yine de çare olmadı) ve adele bunları umursamadan şarkısını söylüyordu. arayan kişi de ısrarından vazgeçmediği için, o saf sesi biraz daha dinleme imkanı bulduk.

tavuk şiş yemeliyim, vücudum bunu istiyor. dukan diyetinde beşinci günüme giriyorum ve şimdiden on kilo verdim. geçen sefer tam altı kiloda dokuz gün vermiş ve beynimin son durumu hakkında endişelenmiştim. şaka lan, hemen kulaklarının arkası karıncalanmasın. diyete ya da kilo vermeye değil, damağımda dağılan lezzetlere ve yemek sonrası rehavetinde aklıma gelen başı sonu olmayan fikirlere inanırım. fikirler kurşungeçirmez diyen maskeli kahraman kimdi peki? gazetenin verdiği mesut yılmaz maskesiyle dolaşan bir deli miydi? yağmurlu günlerde denizin rengini, okula giden yolda taşları tekmeleyen sırt çantalı küçük çocuğu severim. denizimiz bazen tropikal tonlardan seçkiler sunar, güneşin altında öylece uzanmak isterim. belki bir şezlong ama şemsiye olmasın, zararlı olduğu ileri sürülen güneş ışınları yanaklarıma çarpsın. ona bakarsan nefes almak da bir yangın, oksijen ve karbondioksitin bilinmez dengesi. ehliyet kursunda hücrenin ne olduğunu gösterdiler dün, vücudun en küçük yapıtaşı olduğundan falan bahsettiler. konu sonundaki testi ders bitmeden çözdüm ve doksan soruda doksan doğru yaptıktan sonra da ne halt etmeye akşamlarımı bu kursta helak ettiğimi düşündüm. yani övünmek gibi olmasın, bundan on sene önce moleküler biyoloji, genetik ve hücre organelleri diye dersler aldım; bunlardan büyük bir görkemle kalmış olmam dersleri dinlemediğim anlamına gelmesin. sadece lisede çok fazla ders çalışınca, üniversitede kendimi rölantiye almış ve sonra da öss'ye tekrar girip başka bir bölüm kazanmanın, dersleri toparlamaktan daha kolay olduğuna karar verdikten sonra da istanbul'a mimarlık okumaya gitmiştim. kolaya kaçmayı severim, zoru başarmak başkalarının zamanını alsın. kız olsam da kocaya kaçar ve çivit mavisi panjurları her bahar bir kez daha boyardım. beyaz boyalı sandalyeler ve açık mavi bir masam olurdu, rakı içen kadın olurdum. ganyan oynayıp ata küfretmezdim ama seviyeyi korumaya çalışırdım. iki çocuğum olurdu, birisini müfredata göre diğerini de elf sanatlarına göre yetiştirirdim. birisinin ağır bir okul çantası, diğerinin oku ve sadağı olurdu. birisi hecelemeye çalışırken, diğeri de metreler öteden bir elmanın kabuğunu tek bir ok ile sıyırırdı.

yarın kekova'da sonlanan uzun bir yürüyüş yapmak ve imkanlar el verirse de denize girmek istiyorum. aslında tek başınalığımda hayatta kalma yüzdemi biraz arttırırsam, bir adada kamp yapmak da çok cazip geliyor. bu kaçıncı hayatım acaba? ruhum ölmeye doydu mu bilmiyorum ama ilk ve son değil, çeşitli duyumlar alıyorum. tehlike anındaki gerçek kişiliğim ne, korkularım, güneş doğarken çıplak denize girmemin kime ne sakıncası var? kurallar ve kumaşlar karada kalsın. biraz da içimdeki hayvan nereye giderse oraya sürükleneyim diyorum. birkaç hafta önce, dağın yamacına kurduğu kulübesinde yaban hayatı yaşayan ve sanıyorum ki atlas dergisi için çalışan "into the wild" temsili genç adam, varlığımda büyük izler bıraktı. çayını demlemişti ve uzakta parlayan adalara bakıyordu. benim iki gün önce rüyamda gördüğüm üç adalara bakıyordu hem de, rüyalar renksiz olur diyen bilimadamlarına ve onları umutsuz gözlerle bekleyen eşlerine inat, turkuazın en güzel tonunu gördüm gecenin bir köründe.

sen bu paragrafa bir anda geçtin pekan cevizim fakat ben yemeği çoktan yedim, üstüne de deniz kenarında yaklaşık yarım saat yürüdüm. siyah takım elbisem tüm güneşi soğurdu ve beni küçük bir cehenneme çevirdi. rüzgar sörfü yapmak için bir şeyleri monte eden iki tane adamdan başka kimseler yoktu, onları uzaktan izledim. hayatın ta kendisinin ne kadar büyüleyici olduğunu ve bunun farkına varan az sayıda insandan biri olduğumu düşünürken, öğle tatili de bitti. yola çıktım, siyah mercedes'iyle başkan da o sırada önümden geçti ve geçerken bana el salladı. ben de ona el salladım, iyi niyetli bir başkanımız var. bazen kavak ağacının altındaki soluk kırmızı sandalyesinde oturup dağları izlerken çay ve sigara içiyor. bazen daireye gelip, bir çay ısmarlayın da içelim diyor. gerçek insanlar, gerçek işlerin arasında ve cuma öğleden sonrasının, taşları tekmeleyerek okula giden o küçük çocuğunda şu saatlerde hissettiği gibi, huzurundayım. 


2 yorum:

Adsız dedi ki...

çok çok mutlu ol, bırak aksın nehir.

Adsız dedi ki...

sondaki foto. hahaa :)