çimlerin arasında dikiliyor ve elindeki bardağa bakıp sürekli 8 6 9 diye bağırıyordu. kırklı yaşlarındaki adamın deliliğin sınırlarından içeriye ne zaman adım attığını bilemeden yanından geçtim. çimler uzamıştı, hava çok sıcaktı ve adamın biri tüm deliliği ile güneşin altında rakamları tekrarlıyordu. onu yoldan çıkaran, biz normal ölümlülerin, her gün aynı şey yapmaya programlanmışların arasından alan neydi peki? neyin rakamlarıydı bu ardı sıra tekrarladığı?
birkaç metre ilerledikten sonra onu unuttum, asmanın altında koyu bir muhabbete girmiş, 1400 sene öncesinden günümüze gelmeyi başaramamış adamların kesik cümlelerinin arasından geçtim. nasıl bu kadar emin olabiliyorlardı her şeyden? asma altında iftarı bekliyorlar ve yüreklerini biraz daha kutsalla doldurmak için doğru konulardan bahsediyorlardı. benim ise aklımı esir alan pek bir şey yoktu o sırada, sadece eve salata yapmaya ve bulaşık yıkamaya gidiyordum. kıvırcık marulu ve bir türlü vazgeçemediğim zeytinyağlı-mayonezli sosu çok sevmiştim. bulaşıkları yıkarken hangi şarkıların hangi sırayla çalacağını bile bildiğim öylesine bir öğlendi. ofiste taşeronlardan kaynaklı gergin bir hava vardı ve iş hayatının insanları sevimsizleştirdiğine her geçen gün biraz daha inanıyordum.
iki sene önce gittiğim üzüm bağlarını, çardakta içtiğim şarabı ve manastır duvarları arasındaki ilahi anı istiyordum yeniden. güneşten parlayan asma yapraklarının ve bereketli toprakların etrafımı çevrelediği bir homeros destanında yuvalanmak, tüm içimi kemiren şeylerden arındırabilirdi. uzakta zeytin ağaçları vardı, hemen ardında da mavi bir deniz. ahşap masanın üzerinde yarısı şarapla dolu bir kadeh ve ışık. gözleri son kez kapatmadan tanrıya yalvaranların istediği türden ilahi bir ışık.
mısırların çeşni kattığı başarılı bir salatanın ve artık bıktığım bulaşığın ardından ofise geri dönerken, onu tekrar gördüm. rakamları tekrarlıyor ve deliliğin sınırtanımazlığında, çok sıcak bir günde çimlerin arasında dikiliyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder