"bu akşam şarap içmeli ve birkaç sayfa daha yazmalıyım" diye düşünürken ihtiyar, elindeki karışmış misinalara hafiften gülen gözlerle baktı. sabah erken saatlerde çıktığı av yine kısmetli geçmiş, birkaç kovayı ağzına kadar gümüş pullu balıklarla doldurmuştu. güneşin altında geçen günler gözlerini kısarak çalışmasına neden olduğu için; gözlerinin kenarında teninden daha açık çizgiler vardı. saçları oldukça beyazlamış, uzamış ve sakallarına karışmıştı. çok eski zamanlardan kalma bir şarkı dudaklarının arasından ıslık niyetine çıkıyor ve rüzgara karışıyordu. doğayı reddederek geçirdiği günahkar yıllardan sonra; doğanın bir parçasına dönmüştü yaşlı adam. rüzgarla konuşur, dalgaları dinler olmuştu. denize tepeden bakan bir yamaçta, her şeyini kendi yaptığı taş bir evin verandasına uzanan zeytin dallarının çevreden getirdiği dedikoduları gözlerini kapatarak dinler ve zeytin ağaçlarının arasındaki husumete bir türlü anlam veremezdi. sorun çıkarmak sadece insanlara değil tüm kainata özgü bir şeydi sanki; hayatın kodlarında vardı.
kodlarını, saatini, takvimini, elektriği, vahşi medeniyeti ve beşeri ilişkilerini şehirde bırakıp, sırra kadem basmasının üzerinden ne kadar geçtiğini bilmiyordu ama epey olmuştu. zamanı sadece mevsimlere bölüp, güneşi ve yıldızları izlediğinden; o an modern dünyanın insanlarının hangi günde sıkıştığını bilmiyordu. ama onlarca mevsim geride kalmıştı. giderken eylüldü; okullara tıkılmaya çalışan servisler dolusu öğrenciler camlara yapışmış, trafikte arabalar üst üste çıkmış ve insanlar çıldırmıştı. 2000'lerin başında cumartesi çalışmaya duyduğu öfke aklına geldi, genç ve sinirliydi. çalışmanın sağlığa zararlı olduğunu iddia etmesine rağmen, boş zamanlarında da çalışırken yaptıklarından farklı bir şeyler yapmıyordu. hep bilgisayardaydı, hep bir şeylere çatık kaşlarla bakıyor ve mouse'u sevgilisinin elini tutar gibi tutuyordu.
mies adlı teknesi sahile doğru yanaşırken, güneş de iyice yükselmeye başlamıştı. denizin dibinde kendisi gibi zamanı bölmeyip olduğu gibi tadını çıkaran balıklardan yansıyan ışıkları gözleriyle içti. derin bir nefes daha aldı. eski zamanlarda sadece bıkkın nefesler verirken, şimdi sadece derin nefesler ile ciğerini ödüllendiriyordu. belli belirsiz gülümseyip uzun süredir yazmakta olduğu kitabına birkaç sayfa daha ekleyecek olmanın huzurunu duydu. ölene kadar yazacağı ve son sayfalarının her şartta eksik kalacağı tuğla gibi bir kitap olacaktı. okuyan kişi, kendi hayatına göre tamamlayacaktı. kalbi ağzına kadar dolacak da ağlayamayacaktı belki ya da gülümseyerek penceresini açıp yıldızlara bakacaktı. hayat gibi sonsuz olacaktı hem ilk hem de son kitabı.
teknesini sahile çekip çapasını ilerideki ölü ağacın gövdesine taktı. güneş ışığı bu sefer de beyaz taşlardan yansıyor, kumları ısıtıyordu. ellerinde kovalarla, evine çıkan yamacın başına geldi. sayıları da unuttuğundan, kim bilir kaçıncı kez çıktığını bilmeden çıplak ayaklarla tırmanmaya başladı. yağlı ve hantal vücudu ölmüş, vernikli tik ağacı kadar parlak ve sağlam bir vücut gelmişti yerine. koyu kahverengiydi ve tüm dağlara çıkacak kadar sağlamdı.
kısa sürede yaptığı evi, zaman içinde doğayla bir bütün olmuş ve sanki orada değilmiş gibi bir kimlik yaratmıştı kendine. içinden büyük bir zeytin ağacı geçen, duvarlarını sarmaşıkların kapladığı, ahşapların eskiyip kahverenginin binbir tonuna büründüğü, çatıdaki kiremitlerin hepsinin ayrı renk olduğu evi, taş kadar sağlam ağaç kadar hayat dolu görünüyordu. kendi başına yapıp, kendi başına bitirdiği ilk ve son projeydi. evini seviyordu. hafiften sallanan koltuğunda oturup tatlı esintiye ruhunu verdiği zamanlar, hayatı sonuna kadar hissediyor ve mahzeninden çıkardığı yıllanmış şarabın tadına varıyordu. yıllar, kendisini ve şaraplarını olgunlaştırırken bunun farkında olup tadını çıkarabiliyor olduğuna sevindi. sevinmeyi ve yetinmeyi öğrenmiş; kavgadan, tartışmaktan ve hırstan tamamen uzaklaşmıştı.
gençken hep istediği ve hayal ettiği gibi, büyük bir ahşap yazı masasının çekmecesinde sıra sıra dolmakalemler, mürekkepler ve dokulu kağıtlar vardı. verandada yazarken kağıtlar uçmasın diye deniz kıyısından topladığı ağır deniz kabukları koyar, bazen de içindeki rüzgarı dinlerken uyuyakalırdı. ölüme yaklaşıyor olmayı kabullendiğinden, arkadaşını beklermiş gibi bekliyordu siyah atlıyı. bir çift laf eder, öyle giderdi belki. kitabını çekmeceye koyup birilerinin onu bulana kadar güvende olmasını sağlayacak zamanı da isterdi azrailden. sakince anlatırsa, tanrıyı bile ikna edeceğine inanmışken beyninin en derinlerinden, yıllar önceden, unuttuğu zamanlardan bir ses yavaşça sesini yükseltti.
telefon çalıyordu...
gözlerini hafif araladı ve bıkkın bedeninin morgu olan ofisini gördü tekrar. telefona sanki daha önce görmemiş gibi tuhaf gözlerle bakıp kablosunu çekti çıkardı. bilgisayar ekranını o çok tanıdık gelen duygularla milyonuncu kez izledi; saate, takvime, çizelgeye, işlemcinin ısısına, ram kullanımına, harddiskinde ne kadar boş yer kaldığına, hangi yılda olduğuna bakıp rakamlarla ağzına kadar dolu olduğu hayatın içinde, patronunun kıpırdayan dudaklarına odaklandı.
"akşama bitecek değil mi, pazartesine kalmasın" diye bir şeyler geveliyordu. çizimlerini dün bitirdiği projesi, patronunun gece yarısı aklına gelen şahane fikirleri nedeniyle iptal olmuş ve yeniden doğmuştu. onları bitirmesi gerekirken, uykusu açılsın diye mutfağa doğru bir fincan kahve yapmaya gitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder