ağaçsız dağın dibine kadar uzanan portakal ağaçlarına ve kapalı pencereden az buçuk görünen yansımama bakarken elimdeki çay henüz soğumamıştı. uzunluğunu sonunda ayarlayabildiğim kravat ve az önce tamamladığım vaziyet planının şahsıma sağladığı güven ile sırtımı insanlara dönmüştüm. asırlardır değişmeyen dağa bakarken, çocukluğumda yaptığım gibi ardını tahmin etmeye çalıştım. bir panayır mı vardı acaba, hokkabazlar mı dolaşıyordu renkli sokaklarda? yağmur sonrası çıkan güneş, gökkuşağından köprüler mi asıyordu boydan boya? önceden hayal kurardım, şimdi ise pek zamanım olmadığından google earth açıyorum. dağın arkasında başka bir dağın olduğunu görünce, büyünün bu dünyayı çoktan terk ettiğini; masalların da hiçbir zaman olmadığını düşünmeye başlıyorum. biraz dikkatli bakınca portakal ağaçlarının arasından aragorn'u fark ediyorum. ağarmış sakalı, geniş adımları ve bir tilkiden bile keskin duyuları ile yine iz sürüyor. orkların kuzeye doğru gittiğinden neredeyse emin. legolas'ın sadağı güneşte parlayıp, hafif adımları çamurlu bahçede pek iz bırakmazken, gimli de alçak dallarda kalmış portakalları heybesine dolduruyor. benden projenin son halini bekleyen insanları daha fazla bekletmemek için, tekrar bilgisayara dönüyorum. ihtiyaç programında ne yazıyorsa sonunda tamamladım, metrekareler ve araç sirkülasyonu mevzuatın gerektirdiği şekilde. bir tırın boyu 13.60 m, bir atın yüksekliği ise alabildiğince. doru atlar şahlanırken denizin kenarında, bu sefer kravatımı biraz gevşetiyorum. nasıl olduysa bilmiyorum, takım elbise bana yakışıyor. sanki bunun için doğmuş gibi arzı endam eyliyorum, bir sürü yaşlı adama projemi sunarken de paniğe kapılmıyorum. okuldaki jüriler çok daha zorluydu ve hocaları kandırmak neredeyse imkansızdı. birisi maketimi mıncıklarken, diğeri de "atıyorum şöyle mi olsa" diye çizimlerime girişirdi. bazen şakaklarım yanardı ve ne halt etmeye mimarlık yazdığımı düşünürdüm. jüriden sonra tüm uykusuzluğumla sızacak bir yerler arardım.
şimdi ise gözlerimi açıp etrafıma baktığımda, kendimi bir devlet dairesinde buluyorum. elimde çay var ve soğumamış. demek ki fazla uzağa gitmiş olamam. sözleşmeye yeni imza attım fakat ne yazdığını okumadım. biraz denediysem de olmadı, kullanılan dil çok yavan ve sürprizsiz. tolkien yazsaydı keşke zamanında; o zaman ne bürokrasinin ağırlığı ne de dilekçelerin griliği kalırdı. insanlık olarak serüvenden serüvene sürüklenir ve bir sonraki dilekçeyi dört gözle beklerdik.
gece yarısının çanları, the bard's song ile birlikte çalmaya başladı. bizimkiler çoktan yattı, ben ise bir şeyler yazarım diye bu saate kadar kaldım fakat dikkatim çok dağılınca odaklanamadım. önemsemiyorum; kötü kravat takmış adamlar bir sürü şeyden bahsederken, bunların dert etmeye değer bir şey olmadığını ve gerçek acıyla henüz karşılaşmamış insanların küçük detaylarla kendilerini oyaladığını görüyorum. imtihanımız devam ediyor ve son güne kadar devam edecek, eylülün sonunda durdurulmuş hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyeceğiz. zaman ilaç olsaydı, kapağını açıp kafaya dikerdim. tüm zamanı bitirirdim. dudaklarımın kenarından sızan yılları elimin tersiyle silerdim fakat o günün gelmesini beklemekten başka bir çaremiz yok. her şey ancak zamanı geldiyse olur, bu ise belki yarım asır sonra başıma gelir. isyan etmeyeceğim, ikinci bir şans istediğim tanrıya da tavır almayacağım. belki de ikinci bir şans vermişti, sadece çocuk yaşamak için fazla hızlıydı james dean gibi.
görmezden gelemeyeceğim tuhaf tesadüfler oluyor. james dean de 30 eylül'de trafik kazası ile hayatını kaybettiğinde 24 yaşındaydı. 30 eylül'ün ardına, bir bebeğin anne karnında geçirdiği süre olan 9 ay 10 günü eklediğimde de 10 temmuz'u, yani çağlar'ın doğumgününü buluyorum. ölüm ile doğum arasındaki bağ, birdenbire parlıyor. andriake'nin deniz kabuğundan örülü taşları arasında bu bağlantıları keşfedip gözümün gördüğünden çok daha fazlasının etrafımda dolaştığını hissediyorum. bir sır var ve buna henüz vakıf olabilmiş değilim. bana bir işaret ver dediğim zaman, tatlı bir esinti çıkıyor. bazen dairenin penceresinden dağa bakarken, gökyüzünde asılı kalan bir yırtıcı görüyorum. sanki o da bana bakıyormuş gibi hareketsiz duruyor. bazen, meclise proje anlatırken; kardeşimin hemen omzumun üstünden kötü kravat takmış adamlara baktığını ve gülümsediğini hissediyorum. yalnız hissetmiyorum böyle olunca, iki çay söylüyorum. birisini ben içiyorum, diğerini de masanın üzerinde bırakıyorum.
gittiğimiz yerler ve antik kentlerin asırlık sessizliğinde kendimi dinliyorum, aramızdaki bağ devam ediyor. blogumu okumayı çok sevdiğini ve çalışırken kıs kıs güldüğünü, iş arkadaşın söylemişti; ben de yazmaya devam ediyorum ve edeceğim. senin için, benim için. yazdıkça sana yaklaşıyorum, aynen gece yarısını çaktırmadan geçtiğim şu dakikalarda olduğu gibi. senin yatağının yanındayım ve birazdan da yatacağım. sana bir gün daha yaklaşacağım.
4 yorum:
Annem mutlu bir animizda soframizda beliren kelebek, sinek, vs bilimum canlilar gordugunde kaybettigi erkek kardesinin gelmis oldugunu dusunurdu, ben de "off annee" derdim. Simdi iki gun arka arkaya ayni noktada ordan oraya dolanan bir karinca gordugumde annemin gelmis olabilecegini dusunuyorum...
Ne de guzeldir o bahsettigin isaretler, tatli esintiler ve daha once de yazmis oldugun ruyalar. Ben onlarla karsilastikca daha fazlasini isteyip simariklik yaptim, oyle yapinca bir sure ara veriyorlar :)
Gormesini bildikce umarim o tatli esintiler seni hic birakmaz, zaten kardesler abilerini yari yolda birakmaz ki hic...
çok iyi karar mies. sen yazdıkça hafifleyecek, kardeşine yakın olacak, biz de seni okudukça ve iyiye gittiğini gördükçe mutlu olacağız!..
kardeşin hep senle yaşayacak mies. gerçek acılarla tanışmayanlar küçük ayrıntılarla uğraşadursun
sen yaşadıkça, yazdıkça, hatırladıkça o hep yanında olacak.
seni okudukça benzer duygulara sahip, seni anlayan ya da anlamayan ama yazılarını okuyup mutlu olan bir sürü insan da cabası:)
..ama kardeşim "gitme be abi" diyorsa bir yere gidemem.
zamaninda bu cumleyi kurmus ve gerceklestirmissin ya butun kararliliginla, diyecek bir sey bulamiyorum.
Yorum Gönder