etrafında bir şey yokken bile yeterince büyük olan ayağıma uygun ayakkabı bulmak, yıllardır süregelen masif sorunlarımdan biri oldu. dört katlı adidas mağazasından bir yaklaşık sonuçla bile ayrılamamış, outlet mağazalarının "hayvana özel" departmanlarında ancak bir şeyler bulabilmiştim. seçeneklerim olmazdı, numarasını bulduysam gerisini de sorun etmezdim. normal insanların ayağında bile büyük gözüken trekking ayakkabılarının bana göre olanı, muhtemelen iki oda bir salon olacaktı ve tapu senedi imzalamak için notere gidip saatlerce bekledikten sonra çileden çıkacaktım. bunun gibi fütursuz düşüncelerle intersport'a girdim. trekking ayakkabısı almaya gelmiş ve ilk denemede başarısız olup beyaz kırmızı bir halı saha ayakkabısı ile ilk mağazadan çıkmıştım. daha sert şutlar atmak için kauçuk plakaların ayak üstüne konuşlandırıldığı iyi bir t90'dı ve daha önceki deneyimlere dayanarak konuşmam gerekirse, nike bu işte hiç de fena değildi. fakat benim gore-tex'in nimetlerinden faydalanabileceğim ve dağda bayırda senelerce giyebileceğim bir ayakkabıya ihtiyacım vardı.
yerden geçen kilometrelerce kablo benim tüm yaşama sevincimi alırken birdenbire onu gördüm. gri bir salomon mid gtx idi ve gerçekten güzel gözüküyordu. 250'den aşağıya sağlam bir çiftin pek olmadığı bu amansız piyasada, 279'luk (yoksa 269 muydu?) fiyatıyla göz kırpıyordu ve 46 numarası da vardı. bazı spor ayakkabılarımda 47 giydiğim için, 47'sini de sordum. yokmuş, hiç olmamış. 47 numara ayağı olan bir insanın ayakkabıya ihtiyacı da olmazmış. neyse ki 46 numarası, alışveriş merkezinin insanı kaşarlı pideye çeviren sıcak ve bıkkın atmosferinde bile gayet iyi geldi. ayakkabıyı giyip biraz yükseldikten sonra, aynaya baktım. dağlar, zirveler ve likya yolunun isimsiz mezarları beni bekliyordu. yanlış patikaları gösteren kırmızı çarpılar ve doğru yolda olduğumuzu gösteren beyaz kırmızı çizgiler. denize paralel uzanan dağların bakir sırtları, uzakta gözüken adalar ve mavinin her tonu. sonunda kavuşacaktık ve ilk adımımı bir alışveriş merkezinin düz zemininde atmıştım. 30 lira ile 60 lira arasındaki 30 liralık fark, 250 ile 280 arasında pek dikkat çekmediğinden ve artık fena olmayan bir maaşım olduğundan elimi korkak alıştırmadım. cezasını üç taksitte ödemek üzere, elimde iki kutu ayakkabı ve toplamda 184 numara ile alışveriş merkezinden çıktım. 200 liraya ayakkabı alacağımı duyduklarında tepki gösteren bizimkileri düşünüp, suçlu bir çocuk gibi gülümsedim. bazı gerçekleri saklamak hedefe ulaşmayı kolaylaştırırdı. çağlar da 15.000 liralık yamaha'sını önlenemez bir güdüyle almıştı. ah çocuk, seni durdurmayı bırak yavaşlatamadı bile hiç kimse. virajı güzel alan her motosikletlide, birdenbire yüzüme çarpan rüzgarda ve yol çizgilerinde hep seni görüyorum. nereye gitsem seni yanımda taşıyorum ve taşıyacağım. omuzlarım artık daha güçlü, kolay kolay düşmüyorlar.
ertesi günün ilk ışıklarında yola koyulduk, minibüs bizi bir yere kadar bıraktı. hava nemsiz ve geride kalan her şey önemsizdi; su birikintilerinin içinden dağlara doğru emin adımlarla yürüyordum. ayakkabı oldukça rahattı ve gücünü bana veriyordu. kayın ağaçlarına doğru giden patikanın bir noktasında objektifimin kapağını bir kez daha kaybederek dünya rekorumu geliştirdim. daha önce büyükada'da, ali sami yen'de ve kuzey ege'nin hatırlamadığım bir noktasında kaybetmiş bulunduğum objektif kapakları serisine bir halka da likya yolunda ekledim. yol ilerledikçe kar da karşımıza çıkmaya başladı. uzakta üçağız ve kekova vardı, deniz durgun bir göl gibi derin uykudaydı ve vakit daha erkendi. yosun tutan kenarlar ve devrilmiş ağaçların altından, yazın geri dönmek üzere terk edilmiş tahta kulübelere ulaştık. karla kaplı yamaçlardan, naylon örtülerle vahşicesine kaydık. ben direksiyon hakimiyetimi kaybedip dağdan döne döne indim. ayakkabılarım dışında su almayan yerim kalmadı. ne zaman kar görsem vahşileşiyordum.
hayatımda pek karşılaşmadığım kar, bana her şeyin bir andan ibaret olduğunu bir kez daha hatırlattı. bunu geçen sene, yaylanın birisine ailecek çıktığımızda fark etmiştim. iyi vakit geçiriyor ve çılgınca kayıyorduk. bir aradaydık fakat bende anlamadığım bir hüzün vardı. sanki o anı yaşamıyor da hatırlıyordum. bu uzun zamandır aklımda olan fakat bir türlü toparlayamadığım bir konu. alışık olmadığım bir durumda ortaya çıkıyor ve kar da bunu tetikliyor. sanki her şey yaşanıp da bittikten sonra, ben yaşlı bedenimle bir pencere kenarında dışarıyı izlerken aklımda kalanlar gibi. şimdi değil de, geçmişin arşivinden zar zor çıkardığım bir bant kaydı gibi.
dün de aynısı yaşadım, içindeki çocuğu öldürmeyen koca koca adamlar bir yamaçtan kayıp kahkahalar atarken; ben bütün bunların çoktan yaşandığını ve gördüklerimin anılarımdan fazlasını olmadığını düşündüm. sırt çantamda getirdiğim ve tuborg bulamadığım için içtiğim efes dark ile hem karlı manzaraya hem de on sene önce ege edebiyat fakültesinin bahçesinde oturup the beatles dinleyerek içen geçmişime baktım. mühendislik fakültesi yerine edebiyat fakültesini tercih etseydim şu anda başka bir hayatım olurdu belki, kim bilir? mühendisliği bırakıp mimar olmaya istanbul'a gitmeseydim de, bugün yerel gazetenin muhabirlerine takım elbisemle poz verip "belediyemizde yeni işe başlayan genç mimar" başlıklı habere konu olmazdım. birisi sürekli yüzümde flaş patlatıp fotoğraf çekerken, diğeri de kısa bir özgeçmişimi yazıyordu.
içimden bir ses "kısa mı?" dedi. "ben kahrolası kısa yazmayı bir türlü beceremedim ki, ayakkabı alıp dağa çıkmam bile bunu yazmaktan daha kısa sürdü."
muhabirler gitti, gazetenin ilgili sayısını taratıp bloga koymayı düşünürken de eve vardım. anneme ve babama olanları anlattım, sanırım hafiften gurur duydular. en azından gülümsediler, bu da bana yetti. onlar mutlu olsun, gerekirse "yerel gazeteler uzun vadede kör ediyor" temalı makale bile yayınlarım herhangi bir yerel gazetede, sorun değil.
4 yorum:
çok güzel! o en üstteki manzara nerenin yahu? tek kelimeyle muhteşem
yatıkardıç yaylasına giden bir patikadan çekildi bu, manzara da demre-beymelek ve daha uzağında kekova. finikeden sonra, kaştan önce.
sen yazmazsan herkes uyur.
yine yoksun (diye düşmanın her güne)
Yorum Gönder