1000 watt'lık hoparlörleri olan modifiye bir zaman kapsülüne atlayıp 90'ların sonlarında bir yere, herhangi bir cuma akşamına gitsem; orada iki tane onur'u yanyana göreceğime eminim. kadim dostum onur ile cuma akşamları bir araya gelir ve playstation oynamaya giderdik. fifa 99'un ortalığı kasıp kavurduğu ve bizden geriye bir avuç kül bıraktığı, üniversite sınavının pek de yaklaşmadığı ve neredeyse hiç paramızın olmadığı o güzel yıllar; paramız o kadar olmazdı ki, gün boyu basket oynayıp atlar gibi terledikten sonra, sprite ya da fanta almak için başkasından kredi dilenirdik. geri ödemek üzere söz verdiğimiz krediyi, şimdinin parasıyla sanıyorum ki en fazla 1 lira eder, bir türlü ödemeyerek belki de cehennemi garantiledik çünkü parayı aldığımız çocuk, gerçekten dinine ve kumaş pantolonuna bağlı bir insandı. şimdiye müftü olmuş ve hakkımızda fetva vermiş bile olabilir. adı raşit'ti ve turnikeye girerken bile inancıdan bir adım olsun uzaklaşmazdı. imam hatip lisesi'nin bahçesindeki amansız basketbol turnuvaları, günün birinde terlikle türkiye'ye gelen iki bosnalının ben ve onur'u 31 - 1 (1 sayı attığımızdan tam emin değilim) gibi net bir skorla bozguna uğratmasından sonra sekteye uğradı. öyle bir hezimeti o zamana kadar duymamışken bunu bizzat yaşamamız, zaten az olan dengemizi iyice kaybetmemize ve ayakkabıcı vitrinindeki komik markalara saatlerce gülmemize neden oldu.
dodıcı, bıcılı ve mına diye üç marka vardı. bıcılı ismini bir kediye bahşettik ve sanıyorum ki o kedi için, evden hazır kızarmış balık çaldık. balık kediden büyüktü ve kediyi balığa yedirsek daha mantıklı duracaktı fakat balık çoktan kızarmıştı ve kedinin yaşaması gerekiyordu. ayağınızı mına koyun gibi bir reklam kampanyasıyla, küçük ilçenin kimsenin dolaşmadığı tenha sokaklarında gerilla reklamcılığı yapar ve gülerdik. boğazımız ağrıyana, karnımız sancılanana kadar gülerdik. onur daha fazla güler ve haftada bir boğulma tehlikesi geçirirdi. dodıcı marka ayakkabıların ise toyota amblemi vardı ve bozulduğu vakit alelade bir tamirci yerine yedek servise götürmek gerekiyordu. her şey o kadar azdı ki, bulduklarımızdan sonsuz senaryolar üretmek zorunda kalıyorduk. hiçlik, bizi kışkırtıyordu. fanta alıp gece yarısı imam hatip'in bahçesine basketbol oynamaya gidiyor, başkası pencereden çıkıp cinnet geçirdiğini çeşitli seslerle belirtinceye kadar da karanlıkta turnikeye giriyorduk.
kapılarında neon ışık olan zaman kapsülünü, 90'ların sonundan 2000'li yılların başlarında bir yere, 2005'nin herhangi bir cuma akşamına çeksem de manzara yine değişmezdi. öss'nin geçip gitmesinden seneler sonra, istanbul'da bir yerde biz yine oyun oynardık. bu sefer içki de olurdu yanımızda, elimizde joypadler ile bir liverpool-chelsea maçının bilmem kaçıncı dakikasında, haydarabad kalesini savunan yeminli muhafızlar gibi savunma yaptığımızdan beş maç ardı ardına 0-0 biterdi. usanırdık, karşılıklı küfürleşir ve anın tadını çıkarırdık. gecenin yarısı biramız bitmesin diye o kadar fazla birayla eve gelirdik ki, at gibi içtiğimiz halde ertesi sabaha mutlaka birkaç tane bira kalırdı. yolumuza kaldığımız yerden devam ederdik. okullarımız ve sınavlarımız vardı, bazı zamanlar içip içip benim jüri maketlerini yapardık. projeden bağımsızlığını ilan etmiş galaktik mezbaha maketimle hocaları illallah dedirttiğim günlerin üzerinden bile seneler geçmişken, dostlarımla geçirdiğim onca güzel anıyı unutmuyorum. biliyorum ki, geriye sadece güzel anlar kalıyor. yaz sıcağının altında fokurdayan asfaltın üzerinde, sırtımızda çantalar ile piknik yapmaya giderken aldığımız 2.5 litre fantayı dahi dünmüş gibi hatırlıyorum. şu anda çalıştığım binanın önünden, bundan uzun seneler önce bisiklet ile geçmiştik. derme çatma bir ateş yakıp üzerinde sucuk pişirmiş ve gerisin geri dönmüştük. çantaya sığdırmaya çalıştığımız bir hoparlör vardı ve belli süre sonra, çantayı hoparlöre sığdırmaya çalışırsak belki başarılı olacağımızı düşünmüştük. az düşünürdük, paramız her an bitecek gibiydi ve kahrolası fanta o kadar pahalıydı ki borç almak zorunda kalırdık.
camlarına film çektirdiğim zaman kapsülü ile bugüne geri döndüğümde ise herkes yattıktan sonra geriye kalan derin sessizliğin içinde buldum kendimi. birkaç saat önce komşunun 13 yaşındaki çocuğuyla pes oynadım. barcelona'yı alıp messi ile koşturmaya başladığında, küçük kafasını duvara sürte sürte ateş çıkarmak istedim fakat kendime hakim oldum. ilçede pek arkadaşım yok, olmasını da istemiyorum. yalnız başımalığımı ancak sayılı insan için terk ederim; bazen bir dost ile geçirdiğimiz onca günün ardından da, o günlere şapka çıkartırım.
6 yorum:
iyi şeyler birdenbire olur demiş
oğuz atay.
kötü zamanlarımın tesellisi için rafa kaldırıyorum.
soldaki sensin sanırım. ne güzel poz!
1999 ile biten lise yıllarım en çok güldüğüm, nerdeyse boğulana kadar kahkaha attığım son zaman dilimi idi. sonra güzel günlerim olsa da o zamanlar başkaydı. keşke zaman makinem olsa da en azından kendime biraz uzaktan bakıp salaklığıma gülsem, ne olacağımı zannederken ne olduğumu bildiğim için de hüzünlensem, hatta yanıma gidip hayatta beklentilerini düşük tutmayı öğren desem...
http://oguztopoglu.blogspot.com/2012/02/nicin-tuborg-icerler-11-mart-1971.html
eskilerden bahsetmisken, senin henuz dunyada olmadigin zamanlardan bir reklam buldum gezinirken, seni ozetlemisler. Takim elbiseli amcalar da su anki halini andiriyor mu acaba?:)
tuborg reklamları ne kadar naif ve ne kadar şahaneymiş, tuborger'lar ben doğmadan da kainat üzerinde dolaşır ve muhabbet edermiş. çok hoşuma gitti. takım elbise daha tam oturmadı üzerime, gömlek hakimiyetimi sık sık kaybediyorum. birdenbire çıkıveriyor şerefsiz.
Yedek servis ne genc adam, ha, yetkili servis mi tamirhane mi? Neyse birden heyheylerim yükseldi sonunu okumadım. Bu arada raşite borcumuz 4.000 TL olabilir. Aslında o gün raşiitin parasıyla aldığımız 2 pohaça 2 litrelik de fanta'nın şu anki fiyatını ödesek fit oluyoruz ama dönemin fanta fiyatları oldukça fantastikti.
Yorum Gönder