9 Şubat 2012 Perşembe

no pasaran

pek de uzak olmayan bir gelecekte oradan yol geçecekti ve orası tam olarak bir adamın, yapısını kimseye sormadan yaptığı yere tekabül ediyordu. yapı kaçaktı ve yıkım kararı aylar öncesinden çıkmıştı fakat adam, bütün bunlardan haberi yokmuş gibi davranıyordu. oysa bu konu o kadar çok konuşulmuş ve çeşitli kağıtlara basılı olarak önüme gelmişti ki, dünya'nın geri kalanının da encümen üyeleriyle aynı fikirde olduğunu düşünmeye başlamıştım. dünya'daki diğer yapıların hepsi ruhsatlıydı ve kahrolası bir yol ya önlerinden ya yanlarından ya da arkalarından geçiyordu. bir tek bu kalmıştı ve bağlı bulunduğum birim tarafından yok edilmesi gerekiyordu. mülki idare, kolluk kuvvetleri, tarım ve hayvancılık, zabıta, fen işleri ve daha görev tanımını bilmediğim bir sürü insanla yapının bulunduğu yere değil zigetvar'a sefere çıkar gibi yola koyulduk. aylarca geri dönmeyecekmiş gibi hazırlanmış, kravatımı da boynumdan çıkarıp kafama bağlamıştım. kararlıydık fakat yapı sahibi daha kararlı çıktı. önce kepçelerimiz girmesin diye tırla yolu kapattı. işçilerimiz ellerinde balyoz ile girişmesin diye de adeta bir satranç üstadı gibi önümüze köpek sürdü. köpeğe kimin müdahale etmesi gerektiği kimse tarafından bilinmediği için, bu hamle bizi çaresiz bıraktı. kasparov bile bu kadar etkili hamleleri dört gün düşündükten ve rakibine içinden yeterince küfrettikten sonra yapıyordu. köpeği tabancayla bayıltmak fikri, ilk seferinde bozguna uğramak üzere olan yeniçeri ordusunda kulaktan kulağa fısıldandı. tabanca yoktu ve il sağlık müdürlüğünün de bu konuda iyi bir fikre sahip olduğu söylenemezdi. yapı sahibinin büyük büyük ataları, yamaca kurulmuş bir kaleyi onbinlerce kişilik başka bir orduya karşı yıllarca savunmuş mert insanlardan olsa gerekti. geçen zaman, mevzuatları ve giyim kuşamı değiştirse de kahramanlığı değiştirmemişti; iyi savunma yapmak her çağda geçerli bir akçeydi. köpek hamlesi ile ilk roundu kaybedip geri döndük, kuşatma başarısız olmuştu ve ilk işimde sonuca gidememiştim. aslında bütün bunlar gerçekleşirken, biraz arka planda kalmış ve her şeyin otostopçunun galaksi rehberi ile ne kadar örtüştüğünü düşünüp çaktırmadan gülümsemiştim. 

bir gün geçti ve bu sabah, lacivert ceketimin içine giydiğim siyah gömlek ve siyah kravatım ile oturup dışarıyı izlerken kafayı iyiden iyiye yediğimi düşünmeye başladım. belediye binasına yaklaşan kepçenin önünde, neredeyse üç metre boyunda bir yunus vardı. önce yıkım ve gerginlik, sonra da "elveda ve bütün o balıklar için teşekkürler" diyen yunusları hatırlatan küçük bir sekans. bir kitabın sayfalarında yaşayan roman kahramanı olduğumu daha önce aklımdan geçirmiş ve farklı olduğumu zannedip sinsice gülmüştüm fakat bu sefer durum farklıydı, sözleşmeli bir mimar iken bunlarla uğraşamazdım. sigorta girişim yeni yapılmıştı ve ayın ortasında maaş alacaktım. takım elbise, kundura ve henüz nasıl bağlandığını tam bilemediğim kravatlar almıştım; binaya doğru yaklaşan yunus imgesiyle başa çıkamazdım. ayağa kalkıp aşağı indim ve onun gerçekten bir yunus olduğunu başka insanlardan teyit ettim. herkes sırayla hayvanın önüne geçip fotoğraf çekiliyor ve neden ölmüş olabileceğine dair tahminler yürütüyordu. sanırım dünya'nın sonu yaklaşıyordu ve benim otostop çekebileceğim bir uzay gemisi görünürde yoktu. başka gezegenlere gitmek istemiyordum, annemin yemekleriyle mutluydum. şanssız bir insan olduğumdan, evrenin sonundaki restoranda şef olarak işe başlasam bile cumartesi çalışacağıma neredeyse emindim. yunusa ve yunusa sorgulayan gözlerle bakıp bir cevap arayan başka insanlara baktım. yunus ile birlikte tüm memurları ve belediye binasını da kafamdan uydurmuş olabileceğime inanmak istemedim. işler tamamen raydan çıkacaktı o zaman, bir süper kahramanlar topluluğu olan encümen bile geçersiz sayılacaktı. odama geri çıktım, telefonu açıp tüm odaya çay ısmarladım. 

gerçeğin gerçekten nasıl bir şey olabileceği üzerine düşünüp, keşif ve metraj cetveli hazırlayarak günü bitirdim. yıkmamız gereken yapıyı yıkmadığımız için sular ısınmış ve gerginlik, lambri duvarları tahtakurusu gibi kemirmeye başlamıştı. adam, devlete kafa tutmuş ve köpek de buna alet olmuştu. köpeğin üç sene yatarı vardı kafadan. her şey, sıradanlığın şaşmaz büyüsünde eğlenceli bir hale giriyor ve bunun farkına sadece ben varıyordum. yarın işe gelirken, bir plaj havlusu getirmenin hiç de fena bir fikir olmadığını düşünüp kravatımı hafiften gevşettim. bir gün daha bitmişti ve eve gidip yemek yedikten sonra, başımdan geçenleri devrim şarkılarının en güzellerinden biri olan no pasaran eşliğinde yazabilirdim.



5 yorum:

Adsız dedi ki...

burada yeni bir yazı görünce tuhaf bir sevinç yaşıyorum.. hiçbir şey değil de sadece haftasonları gittiğin yerleri, başından geçen maceraları yazsan bile okurum. hep okurum.

sevgiler.

Adsız dedi ki...

Bi'şeyler yazsana..

Adsız dedi ki...

öyle güzel yazıyorsun ki, çalıştığın, yaşadığın yeri benimsiyor, iş başvurularında senin kadar heyecanlanıyor, sonrasında neler olduğunu ise doğal olarak merak ediyoruz:) iyiki yazıyorsun mies. senin yazılarını okumak bana iyi geliyor.
sıradan, günlük yaşama ait olan şeylere bile masalsılık kazandırıyorsun.

mies dedi ki...

ara sıra "yaz yaz" diye arkadan hoyratça iteklendiğimi, yakalarımın çekiştirildiğini düşünmüyor değilim. tamam yazıyorum zaten, paniğe gerek yok.

zamka dedi ki...

ara sıra olsun takip etmek kolay olsun.