16 Mart 2012 Cuma

dünya

gerçek zamanlı değil.

evet, diğer insanların (bu sanıyorum ki siz oluyorsunuz) bugün yaptığı gibi 16 mart 2012'deydim fakat sanki uzak bir gelecekte dikilip de geçmişe bakıyor gibiydim. belediye başkanı kırmızı uzun bir cüppe giymişti ve nikah kıyıyordu, kız 17 oğlan ise 18 yaşındaydı ve tanımadığım bir sürü insan kırmızı plastik sandalyelerde oturmuştu. belediyenin bünyesinde bulunan nikah salonunda erkenden evlenmek isteyen bir çüklü vardı ve tüm personeli davet etmişti. kimsenin çalışmak istemediği bir cuma olduğundan, kaytarmak için nikaha girdik ve girerken de metro çikolatalarımızı aldık. birkaç saat süren toplantıdan sonra tüm enerjimi uzun masada bırakmıştım, sadece başkanın giydiği vampir kostümüyle birlikte genç çiftin tepesinde asılı kalan avizeye bakıyordum. nikah salonumuz gerçekten iğrençti ve seksenlerden kalma bir film dekoru gibiydi. çikomu yeyip bu vahşi habitatı izledim. mesainin bitmesine bir saat kalmıştı fakat haftanın biteceğine inanmıyordum. üç farklı mimarla proje üzerine konuşmak beni yıldırmış ve mimarlara olan nefretimi perçinlemişti. sadece zamanın ötesinde nikah izlemek ve taraflar "evet" dediğinde tüm gücümle alkışlamak istiyordum. ellerim büyüktü küçüğüm, minik fırtınalar yaratabiliyordum.

nikah bitince herkes ait olduğu yere döndü, ben kravatımı biraz gevşetip pencereden dışarıyı izledim. fırtına uyarısı yapılmıştı ve uzak ülkelerin bandıralarını onurları gibi taşıyan gemileri iyice yanaşmıştı. denizi görebilmeyi seviyordum, hızlı koşarsam elli saniye sonra denize girebileceğimi bilmek beni rahatlatıyordu. saat beşi biraz geçe, bilgisayarları ve bir haftayı daha kapattık. maaşımı dün almış ve param olmadığı zamanlarda yaptığım gibi gidip de tuborg'a yatırmıştım. deniz kenarındaki ahşap kulübenin ılık akşam üstüsünde, biraları ardı sıra devirirken de yükselip sönen dalgaların insan hayatına ne kadar benzediğini düşünmüştüm. ahşap dikmelerin üzerinde yükselen ve yerel halkın yazlarını geçirdiği küçük kulübelerin birisindeydim ve parıldayan yıldızlarda sonsuzluğu yakalıyordum. aklıma gelen onca şeyi istiflemek yerine, onları serbest bırakıyordum. çocuklarım gibi kumlarda oynuyorlar ve arada sırada bana dönüp bakıyorlardı. düşüncelerimin gözleri güzeldi, annelerine çekmişlerdi. elimde bir poşet birayla kumsalı arşınladıktan sonra da pencere kenarında geceyi getirmiştim.

winamp bugün tahayyül edilemeyecek kadar iyi, çaldığı her şarkının dolaysız olarak benimle bir bağlantısı var. radiohead - creep desem, willy (eğer üşenmeyip de okuyorsa) muhtemelen sıradaki sigarasını bu şarkıya içecektir. bu aralar sigara içme isteğiyle boğuşuyorum, bir şeyleri içime çekmek istiyorumdur belki. aşırı sağlıklı yaşayınca insan kendisini sabote etmek istiyor. şöyle işten çıkıp da denizin kenarında yavaş adımlar atarken, arada sırada durup da denizi izlerken. sigara içmesi bir şey değil de, sigara kokmaya katlananam. o yüzden, bu fikir sadece ütopyamın raflarında kalsın; önceden içmeyip de yeni başlayanlar varsa da bıyıklarının sararacağını düşünüp bıraksın, bıyığı olmayanlar ise sadece gülümsesin. gülümsemesi olmayanlar ise gelsin belediyenin nikah salonundaki avizenin altında yarım saat beklesin.

uzun süreye yayınca yazıyı, daha öncekilerde olduğu gibi anlam bütünlüğünden fersahlarca uzaklaştım. önceden ayağımın tozuyla beş kırmızı içer ve başucu eseri yazardım, şimdi üç kırmızıdan sonra nereden başladığımı unutuyorum. yaşlanıyor muyuz acaba cavidan? geri kalan yıllarımızı ada gören bir ege kasabasında, dokulu beyaz duvarlarının arasında yuva yapmış koyu mavi pencerelerin ardında mı geçirelim? dar sokaklar denize mi ulaşsın dersin? peki ya begonvilleri ne yapacağız?

her paragrafta başlığı da değiştiriyorum bu arada; mein herz brennt ile başlayıp song from a stormy night ile devam ettikten sonra şimdilik dünya'da karar kıldım. yavuz çetin iyisindir umarım, oralarda güzel bir çocuk olacak gitara sevdalı; ona biraz daha teknik öğret. bir kere göstersen yeter, çocuk çok yetenekli. bizim de burada ne kadar kalacağımız belli değil, doğru anın gelmesine bakar her şey. orada huzurlu olmasaydınız bunu hissederdim, bunu hissettiğim için de her şeyi berbat ederdim fakat yolundasınız, ara sıra jack kerouac'ın öykülerini dinleyip "vay be" diyorsunuz. gerçekten kaçık bir herif, yapabileceğiniz bir şey yok. biz geride kalanlar da bunun farkındayız ki klavyemin hemen yanında onun kitabı var, günde birkaç sayfa okuyup işe öyle gidiyorum. zamanımın gelmesini bekliyorum. toplantılar oluyor, insanlar sürekli bir şeyler anlatırken ben sadece bekliyorum. beklerken de fotoğraf çekiyor ve elimden geldiğince yazıyorum, bunu sen de biliyorsun. 





2 yorum:

Adsız dedi ki...

Alaçatı'yı böyle tenha görmek :)

lou dedi ki...

düşseydik sıvazlardık ama araf başka boyut