31 Mart 2011 Perşembe

at the end of the march

mart biraz uzun sürdü sanki, özellikle 28'lik şubattan sonra üç gün bitmedi. maaş, uzak bir ülkenin mor kaftanlı elçisi gibi; bir türlü gelmek bilmedi. 

- abi, başlıkları ingilizce açıyorsan, bence aynı dilde devam et. böyle lavgar gibi kıvranma.
- sıs lan!

daha mayısın son gününde "in a day at the end of the may" adlı yazıyı yazacağım. tabii bloglar tamamen internetten sökülmez ise. malum, hukukun laftan anlamaz çocuklar gibi etrafı kırıp döktüğü ve amacından saptığı bir ülkede yaşıyoruz. belki hukukun amacı tam olarak buydu da, biz anlamadık. ben neden cumartesileri çalıştığımızı bile anlamadım mesela, gelip elektrik harcıyor ve hiçbir şey yapmadan öğleden sonrası olmasını bekliyoruz. hava soğuksa klimayı, sıcaksa tesadüfe bakın ki yine klimayı çalıştırıyoruz. dünya'nın sırtına bir kırbaç da biz atıyoruz. oysa volkanik esintiler taşıyan çıralı kumsalında uzansam ve çevreye en ufak bir sabotaj girişiminde bulunmasam daha iyi değil mi? tabii ki daha iyi ama dediğim gibi, bu dünya'da mutlak faydaya yarayan hiçbir şeyin yaşama şansı pek yoktur. her şey kötülüğe meyleder. bozulanlar asla yeniden çalışmaz fakat tüm çalışanlar bir gün bozulur. kanunlar, özgürlükler için değil yasakları kitabına uydurmak içindir. 

insan medeniyetinden zerre umutlu değilim ve bunu sorun da etmiyorum. sivillerin tepesine yağdırılan füzeler ve seri katiller, götürülen demokrasiler ve milyar dolarlık şirketlerin nelere mal olduğu beni şaşırtmıyor. daha önceden tüm felaketleri görmüş ve tüm şaşırmalarımı daha önceden kullanmış gibiyim. bir comfortably numb edası ile yaşıyorum. paniğe kapılmayı pek tercih etmiyorum.

zaman, biz insanların nelerle uğraştığına bakmadan ve bir saniye dahi gecikmeden geçip gidiyor. phaselis'teki iskelenin ucunda durup da dalgalardan kırılan güneş ışığının denizin tabanında oluşturduğu optik oyunlara bakmak dışında büyük tutkularım yok. geleceğe dair planlarım ise, kardeşimle dalış takımı alıp tüm koyları bir de sualtından gezmekten fazlası değil. bir balık sürüsünün peşinden saatlerce gidebilirim fakat iş odaklı bir serüvenin daha ikinci adımında yoruluyorum. yine de sorumlulukları iyi kotardığımı söyleyebilirim, zamanında iyi ki 3d model işine girmişim. bilgisayar render alırken, ben dünya'nın geri kalanıyla oyun oynuyor ya da fotoğraflara bakıyorum. 

nisana dair bir fikir var mı? sanıyorum ki eve çıkmakla falan uğraşacak ve bu uğurda sinirlerimi hoplatıp, paramı da bir başkasına kaptıracağım. eşya canavarıyla uğraşmak yerine, yaşlanmış mobilyaların döndüğü form olan "möbleli" evlere mi baksam? ayın onuna kadar otelde kalma hakkım var ve bu hakkı sonuna kadar kullanmayı düşünüyorum. insan hakları bildirgesinde de "paranızın son kuruşuna kadar otelde kalınız" yazıyordu sanırım. sartre da benimle aynı fikirde olurdu yaşasaydı. belki de pes oynamaya gider ve onun aklını çelerdim. tek bir kitap yazamazdı savunma yapmaya çalışmaktan.

mayısla birlikte yaz tüm ağırlığıyla antalya'ya iner. ve her cumartesi, klima yüzümüze soğuk ezgiler üfler. kaybeden hepimiz oluruz. ben cumartesi çalıştığım için bedbaht, patron elektrik faturası yüzünden mustarip, dünya ise cfc gazından dolayı hafiften öfkeli. el birliğiyle yaparız yine çirkefliğimizi. bakalım nereye kadar.


cutout diaries

yazılara başlamak o kadar zor oluyor ki, gerisinin geleceğini bilmesem kasayı pencereden attıktan sonra hüngür hüngür ağlayıp mimarlar odası antalya şubesine közlenmiş patlıcan yüklü kamyonetle gireceğim. önüme çıkan mimarları patlıcan salatasına katık yapacağım, birkaçını rehin aldıktan sonra da güneye inip dev bir mangalın fitilini ateşleyeceğim. 

ancak saçmalayarak yazılara girebildiğimden kusuruma bakmayasın, ofise gelir gelmez yazmaya başlarsam bir problem olmuyor da, belli bir süre geçirdim mi anında keçi beynine dönüşüyorum. neyden, ne kadar bahsedeceğimi de kestiremeyip çıkıyorum. bir haftadır devam eden scrabble bağımlılığım dün itibariyle zirve yaptı. saatlerce kelime buldum ve bunları fazla puan getirecek şekilde dizmeye çalıştım. nispeten başarılıydım fakat asıl destanı, ofisten çıkıp pes oynamaya gittiğimde yaşadım. hiç yenilmeden geçen sekiz oyun. liverpool ve atletico madrid'le gelen yenilmez armada. sanıyorum ki bu bilek kolay kolay bükülmeyecek. kardeşim yeterince çıldırdığı zaman bir aşama kaydediyor ama henüz mağlubiyetin paslı tadıyla yatağımdan kalkmadım. 

iki paragraf geçti ve daha açtığım başlığa gelemedim. bu, samsung cep telefonumla bir süreci anlatan fotoğrafları çektikten sonra, bunu ps'de cutout filtresinden geçirip çizgi romanlaştırmak üzerine. yataktan kalkıp ofise gelene kadar, pes oynamaktan kalkıp otele dönene kadar; cumartesi öğleden sonra işten çıkıp eve varana kadar; pazartesi sabah evden çıkıp cinnet geçirene kadar...

"iyi de bundan bize ne demeyesin" okur. pes'te senin de eline veririm; tam olur!

işte bu sabahtan küçük bir deneme:








30 Mart 2011 Çarşamba

samsung c3050 vs. canon 400d

işte insanı çileden çıkartacak ve blog dünyasını bir kez daha ateş hattına atacak bir karşılaştırma daha. 640*480 çözünürlükte gerçekten berbat işler çıkartan samsung cep telefonu, 3888*2552 çözünürlükte fotoğraf çekmesine rağmen haftada sadece bir gün çalışan canon 400d'ye karşı. telefon sürekli yanımda ve her an emrime amade iken anların getirdiğini anında çekebiliyorum fakat canon'u ise sadece haftada bir kez görebiliyorum. fotoğrafın da ne zaman geleceği belli olmuyor, bazen tüm pazar günü tek bir kare çıkmazken; bazen otelden işe geldiğim on dakikalık yürüyüşte bile "keşke canon burada olsaydı" diyebiliyorum. sabah erkenden minibüse binmişken önümdeki beyaz saçlı adamın kafasında patlayan güneşin fotoğrafını anında cep telefonumla çekebiliyorum fakat kaliteden ödün veriyorum. ama dslr tipi bir fotoğraf makinesini de her yere götüremem, özellikle sabahın beşinde uyanıp da minibüs beklediğim, pazartesinin anasına avradına küfrettiğim ölümcül bir anda ekstradan bir çanta daha beni canavara çevirirdi. ne yapmak gerekir bilmiyorum, bir fotoğrafçı değilim. bir yazar da değilim. fotoğraf çekip yazı yazmak, asıl yapmam gereken şeylerin yanında bana nefes veriyor, o yüzden bu iki disiplinle vakit geçirmeyi seviyorum. anı yakalamak ise cep telefonuna kısmet oluyor genellikle. canon, evdeki dolapta uyurken; ben samsung ile yolda oluyorum.

fotoğraf kalitesi biraz daha iyi olan ve internete bağlanabileceğim, bağlanır bağlanmaz da çektiğim fotoğrafı bloga koyup anı aktarmayı daha da isabetli yapabileceğim bir atılım yapmam gerekiyor sanırım. ne kadar hafif o kadar iyi, o kadar hızlı. sonuçta 2011 yılındayız azizim, müşteri anında sonuçları görmek istiyor. loading yazarken bile sinirleniyoruz, lütfen bekleyinizler bizi çileden çıkartıyor. bilgisayarın açılma süresi boyunca bir sürü insan ölüp gidiyor, biz geri kalanlara sadece anı yaşamak düşüyor.


a boy and a dog

otelden çıkar çıkmaz kaldırımın kenarında duran bir kırmızı tuborg görerek, sembollerle yüzümü yıkadığım bir güne başlayalı çok olmadı. bana bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi fakat işe hafiften geç kaldığımdan onu dinleyemedim. hemen otelin çıkışına gelen kızıl pelerinli bir elçiydi.

biraz daha ilerledikten sonra bu sefer tüylerine ak düşmüş kara bir köpek, yolun karşısına geçmek isterken kararsızlık çekip yolun ortasından geri döndü. yolun diğer tarafında olup da bu tarafında olmayan ne vardı? bir sokak köpeğinin bir çarşamba sabahı yetişecek bir yeri, yetiştirmesi gereken bir işi olabilir miydi? hemen beş metre önümde kararsız adımlarla yürüyen bu köpek, benim bir benzerim gibiydi. ara sıra durup insanlara bakıyor ve bir şeyler düşündükten sonra da yavaş adımlarla yoluna devam ediyordu. her zaman döndüğüm köşeden döndü, pembe vosvosun yanından geçip bana liderlik etti. hangi gün olduğu umrunda değildi belli ki. tam yola çıkacakken de durdu, ben yolun karşısına-ofisin olduğu bloğa geçtim; o ise geri dönüp gözden kayboldu. bakışlarında ezilmişlik ve çaresizlik olan, akşama kadar ne yapacağını bilemeyen bir sokak köpeğiydi; insanlara bakarken hiçbir yakınlık duymayan beni kendisiyle yüzleştirdi. 

rüyamda saçlarımın döküldüğünü görüyordum, bunun tabiri ise: servetimin gideceği ve halkın gözünden düşecek olmammış. servetim zaten yok, halk ile yolum ise  sadece market alışverişinde kasa kuyruğunda beklerken kesişiyor. onların gözünden düşeceksem bunun pek dikkate alınır tarafı yok.

tikveşli yoğurt alıp halkının gözünden düşen kral, elçi olarak gönderilen kırmızı tuborg'u da huzuruna kabul etmedi. kara bir köpeğin onu uyarmaya çalıştığı bir çarşamba sabahında, "böyle krallığın amına koyarım" deyip ofise girdi.



29 Mart 2011 Salı

diğeri kim?

"antalya'da iki kebapçı varsa, biri benim allah'a şükür" dedi. hemen yan masamda yemek yiyen adamlardan birisiydi ve kendine güveni had safhadaydı. kendisini nasıl pazarlayacağını çok iyi biliyordu, işverenlerin gözüne "işte aradığımız usta bu" bakışını daha onuncu dakikadan yerleştirmişti. ben ise yüne tüm paspallığımla bir masaya çökmüş şimdi hatırlamadığım bir yemek yiyordum. kendime güvenmek ya da güvenmemek konusunda en ufak bir planım yoktu, sadece acıktığımın farkına varıyordum. bir kebapçı ustasının kendisine olan güveninin yarısı bende olsa, kent meydanına çıkar ve "antalya'da iki mimar varsa, biri benim ulan" diye haykırırdım. kulak misafirliğini seviyordum, bu bana başka hayatlardan başı ve sonu bilinmeyen cümleler getiriyordu. 

işte dört tane adam, üçü mekan sahibi birisi de usta. usta, yevmiye usülü çalışmak; patron ise ay başında toplu para vermek istiyor. günde on iki saate yakın bir mesai söz konusu olacak ve adamın istediği para günlük atmış kağıt. patron, "hele işler yoluna girsin de parayı sonra konuşuruz" diyor. işler umduklarından iyi giderse maaşın daha da fazla olacağından dem vuruyor. göz göre göre yalan söylüyor, antalya'nın en iyi iki kebapçısından birisini bulduğu halde hala üçün beşin hesabını yapıyor. akşama kadar kasada oturup hesapları alacak bir adam için fazlasıyla sinsi ama yine de ustayı elinden kaçırmak istemediğinden temkinli davranıyor. o sırada, yemeğimi ağır ağır çiğniyorum. hepsinin tadı aynı geliyor artık. damağım istifa etmiş sanki, sadece hayatta kalmak için yiyorum.

dört kişi, çaylarını içtikten sonra el sıkışıyor ve kalkıp gidiyor. ben ise diğer kebapçının kim olduğunu merak edip yemeğime devam ediyorum. mekanı nerede açacaklarını bilsem, oranın belki de müdavimi olacağım ama artık çok geç. ustanın yüzüne de bakmadım, patronun sinsi bıyığını nerede görsem tanırım ama. gözleri hafiften çekik ve bu ona net bir "cengiz" havası veriyor. bir an önce haftanın yedi günü kasanın başında oturmak ve hesapları kesmek istiyor. 

yemeğimi bitirip kalkıyorum, ne zaman şimdiki zamanla cümleler kurduğumu bilmeden kalkıyorum hem de. uzayan günler ve mesainin son saatlerinde bile ışıl ışıl olan ortalık, yazı yazma isteğimi engelliyor. konsantre olamadığımı düşünüyor ve "antalya'da konsantre olamayan iki insan varsa, biri de benim allah'a şükür" diyorum.


28 Mart 2011 Pazartesi

dream brother

sıradanlıktan dem vurduktan hemen sonra, daha önce görmediğim bir peri, ofisin camına kendinden ışıldayan bir çubukla dokundu ve o andan itibaren hayatım gerçek dünyadan bir kademe yukarıya çıktı. birkaç kelime, birkaç isim ve biraz müzik. kendimi birdenbire bir çizgi filmin önünde buldum: 

l'illusionniste

biraz büyünün kimseye bir zararı olmazdı. yerdeniz büyücüsü'nü tekrardan okumayı düşündüğüm bugünlerde, beni çevrenin sorularından ve iş hayatımın alabildiğine renksiz geçmesinden çekip kurtaracak şeylerden birisi de sanattı. sinema ya da müziğin kaçıncı sanattan sayıldığını ve bunların yanındaki rakamları merak etmiyorum. sanatın halk için mi yoksa sanat için mi yapılması gerektiğini de daha önce düşünmedim. tek derdim, kendimi gerçeğin deli gömleğinden alabildiğine kurtarmak oldu. jules verne bana zamanında epey yardımcı olmuştu, sonra da bir hokkabazın albüm kapağını süslediği queen. bazen jack kerouac aldı beni yanına bazen de uzun ihsan efendi. üstü açık bir impala'nın arka koltuğunda, güneşin altında afrika'da dolaştığım da oldu, bir albay'ın idam mangasında ölümü beklediğim de. hani yurtdışına çıkmış değil bedenim fakat ruhum bir başka galakside oturup samanyolu'nu dahi izledi.

birkaç isim, biraz jeff buckley ve birdenbire parlayan bir film. işte hayatım bu kadar kısa sürede renklenip bir amaca kavuşuyor. bu hafta çizgi film izlerim, animasyon izlerim. zaten film indirmenin film izlemekten daha kısa sürdüğü bolluk günlerine sonunda ulaşmışken, tek problem buna zaman ayırmak oluyor. bir buçuk saatlik animasyonun güzelliğinde kaybolmak isterken, tek bir kare render almak şu anda olduğu gibi dört saati bile aşıyor. ne zaman ki eğrisel bir cam ve bundan yansımalar söz konusu oluyor, bilgisayar resmen can çekişiyor. öyle yüklü bir sahne de değildi halbuki, neden böyle şeyler yapıyor anlamadım. deri koltuklar ve bej mermerler, beyaz lakeden bir banko, ahşaptan bir kuşak, alçıdan bir tavan ve vesaire...

yapmak istediklerini hayatlarının merkezine oturtan insanlara ne kadar imreniyorum anlatamam. bir çizgi film yapan adama, tek başına animasyonla uğraşanlara, eserleriyle dünya'nın dört bir köşesine ulaşanlara, elalem ne der diye bakmadan burnunun dikine giden cesur insanlara olan sevgim, kendi sınırlarımı aşıyor. kendi hayatımı, başkasının hayata getirdikleri üzerinden idame ettiriyorum. düşlerim, gerçeklerin üzerini bir örtü gibi kaplayınca da istemsiz daha mutlu oluyorum. bu hafta, hayal gücü teması yapalım bakalım. maaşa günler kala, yapacak daha iyi bir şey yok.


spring point township

baharın gelişiyle ilgili bir başlık bulmanın ne kadar zor olduğunu fark edip wikiye girdim ve rastgele maddelere basmaya başladım. daha ikincide bu geldi, amerika'da bir idari birimmiş fakat içinde spring geçmesi bana yetti. gerisi beni ilgilendirmez. 

ilkbahar ile birlikte zaten yeşil olan antalya coğrafyası biraz daha yeşillenmeye başladı. yaprağını dökmekten pek hoşlanmayan ağaçların dağları kapladığı ve yol boyunca ilerlediği dünya'nın bu en güzel kentinde, havalar henüz denize girebilecek kadar ısınmasa da, doğa yürüyüşleri için ideal sıcaklık mevcut. mayısla birlikte fazla güneşte dolaşmak, istenmeyen ölümler gibi tatsızlıklara neden olabiliyor. benim kafa kalınlığım, güneşin beyne zarar vermesini engellese de herkes benim kadar kalın kafalı değil. üzerine etraflıca düşünecek bir konu bulduğum vakit, çölü bile geçebilirmişim gibi geliyor. geceleri masalların anlatıldığı çöl kentleri hala var mı bir yerlerde acaba,  kumun şekil verdiği insanlar ve onların kavruk yüzleri. küçük pencerelerden içeri sızmaya çalışan sarı sıcak ve bir deve kervanının aheste ilerlemesi. her şey camel'in albümlerinden kopmuş, evren de latimer'in notalarından dökülmüş gibi. şüphesiz, biz dünya'yı altı günde besteledik.

rajaz'ı artık çalışırken ya da başka bir işle meşgul olurken dinlemiyorum. en son dinlediğimde kara bulutların beni aralarına alacak kadar yaklaştığı bir olimpos vaktinde, kimsesiz taşların üzerinde dinlemiştim. biraz bira sonrası kale'nin gözetiminde uzanmak ve hem kendimin hem de kendimden geriye kalanın geçmişini düşünmek, beni sıradanlığın pençelerinden kurtarmıştı.

sıradan insanların pençeleriyle karşılaşmak ise dün gerçekleşti. geniş katılımlı bir piknikte dört farklı insanın bana dair ortak endişesi: artık sırada evliliğin olmasıydı. hele manyaklara bak. aynı adamlar on sene önce üniversite sınavı endişesinden, beş sene önce okulu bir an evvel bitirmek gerekliliğinden, iki sene önce askerliği aradan çıkartmanın her şeyden öte olduğundan, bir sene önce de bir an önce işe girmenin yapabileceğim en hayırlı işlerden birisi sayılacağından bahsetmişti.


 artık dün de "her kuşu siktik, bir leylek kaldı" frekansından girince, bir daha geniş katılımlı pikniğe katılmamaya karar verdik. hayır, aklına başka bir şey gelmiyorsa sus. mangalı yelle, közlenmiş patlıcan soy. bana bir sonraki aşamayı hatırlatma ki bir sonraki aşamam evlilik falan değil. şu yurtdışına gitmeyi gizliden gizliye epey düşünür oldum. mimar olmak benim için bıyıklı nikah memuruna evet demekten çok daha önemli. ne adamlar gitmiş yurtdışına benim dönemden, adam amerika'yı boydan boya geçmiş amına koyayım; ben daha render bekliyorum. öyle mi olsa böyle mi olsa diye resepsiyon çiziyorum. yazdıkça sinirlendiğimden hoşgeldin bahar deyip kaçayım bari. bir şeyleri önlenemez biçimde yanlış yapıyorum!




avrupa siyasi

dar bir koltukta gözlerimi kapamadan önce son gördüğüm, minibüsün tavanına asılmış bir avrupa siyasi haritasıydı. 

ileri alınan saatlerin ve güneş ışığından daha fazla faydalanmak isteyen sinsilerin gezegeninde, yine bir pazartesi evden ofise dönüyordum. bu sefer yaprak sarması yoktu, annem biraz börek yapmıştı sadece. evden çıktıktan sonra yolun ortasında yürüyen üç kara köpekle karşılaşmamak için yolun diğer tarafına geçmiş ve siyah sırt çantam-siyah montum ile devriye atan polisin dikkatini çekmiştim. patlamaya hazır suçluluk psikolojimin fitili, polisin korna çalıp beni durdurması ile ateşlendi. arabanın yanına yaklaştım, polis camı indirdi. ne iş yaptığımı sordu, mimarım dedim. nerede oturuyorsun dedi, hemen evin önünde olduğumdan evi gösterdim. nereye gidiyorsun? antalya'ya gittiğimi söyleyip soru-cevap düellosunu bitirdim. kara köpekler denize doğru uzanan yolun ötesinde bir yerde kaybolmuşken, yoluma devam ettim. geçen hafta ve ondan önceki muhtelif zamanlarda altında beklediğim çam ağacının yanına giderken de minibüs geldi. içerideki herkes uykunun kurbanı olmuştu, ben de yarım kalan uykuma devam etmek için doğru şarkıyı ayarlayıp gözlerimi kapattım. deep purple, soldier of fortune söylerken, ülkeleri birbirinden ayıran çizgilere baktım. martın yirmi sekizine varmıştım ve bırak başka ülkeyi, başka bir şehire bile gidecek durumda değildim.


26 Mart 2011 Cumartesi

25 Mart 2011 Cuma

who knows

the beatles şarkılarıyla renklenen gün, babamın biraz önce arayıp "eve baktın mı" diye sormasıyla siyah beyaza döndü. öncesinde dokuz kere aramış bulunması ve telefonumun çekmecede olmasından dolayı bunu çok geç görmem akdeniz'de gergin saatlere neden oldu. eve bakmamıştım, bana evini anlatırken göz göre göre yalan söyleyecek bir insanla karşılaşmak istemediğinden olaylarını akışına bırakmıştım ki o akış üç gün bile sürmedi. 

geliyorlar...

bu akşam babam geliyor, gece de annem adana'dan uçakla geliyor. dedem biraz rahatsızlandığı için birkaç hafta önce adana'ya gitmişti, neyse ki dedem sağlığına kavuşup hastaneden çıktı. annem de misyonunu tamamlayıp evine geri dönmeye karar verdi. o gittikten sonra ev resmen bekar evine dönüştü, panpa bile berduş gibi hareket etmeye başladı. eşyalar toz tuttu, demirler paslandı. annemiz, evin tamamıymış onu bir kez daha anladık. artık bir eve çıkmak zorunda olduğumu ve yerleşik hayatın deli gömleğini bir kez daha giymem gerektiğini kabul ediyorum. zaten ne zamana kadar böyle idare edebilirdim bir fikrim yok. bir sonuca varsın madem, davullar da arsızcasına çalınsın. odamda olan bilgisayar beni gece yarısına kadar uyutmasın, belki blogun güzergahı da yeni bir patika bulur kendine, bir de geceleri yazmaya başlarım. korku ve gerilim tarzında bir şeyler karalamayalı uzun zaman oldu evlat, en son bir şeyler denediğimde başka bir hayatın karanlığa bakan pencere kenarındaydım ve şarap, dudaklarımın arasından kan gibi sızıyordu.

şimdi yapmam gereken, derin nefesler almak ve bana yalan söyleyen insanları lanetlemeden onları sonuna kadar dinlemek. bir bakarsın gelecek ay bugün, evimde uzanıp tavanı izlerim ya da tavanda uzanıp evimi izlerim. cevaplar daha önce olduğu gibi gelecekte saklı.



24 Mart 2011 Perşembe

top oynayak mı panpa?

eve çıkmak ya da çıkmamak

önce annem aradı ve bu taraflarda bir ev bulduğunu söyleyip aramam için numara verdi. sonra babam aradı ve annemin ev bulduğunu, bu işin peşine düşmemi, otelde daha fazla kalmanın mantıksız olduğunu söyledi. en son tekrar annem aradı ve numarayı arayıp aramadığımı, elimi çabuk tutmazsam evin başkaları tarafından tutulacağını, bir şeyler için çaba göstermem gerektiğini yineledi. genel olarak tamam dedim fakat numarayı aramadım, aramak için en ufak istek duymadan aramadım hem de. otelin verdiği "istediğim zaman çekip giderim" hissini ev yok edecek çünkü, beni bu ofise ve bir sürü saçmasapan şeye zincirleyecek. bir ay sonra nerede olacağımı bilmemenin güzel tadını, evdeki eşyalar alıp götürecek. yaklaşan ev kirası ve faturalar, beni biraz daha korkak yapacak; gerektiği zaman patrona gider yapamayacak hale getirecek. sahip oldukların zamanla sana sahip olur gibi değil de, sahip oldukların zamanla ayağına dolanır gibi olacak her şey. bunu biliyorum, çünkü kendimi ve kendimden geri kalanını biliyorum. istanbul, bana akademik anlamda değil de hayat dersi anlamında çok şey öğretti. öyle bir 2009 ağustos ki, bir daha mülk sahibi olmamak üzerine enfes bir seminerdi.

şimdi bir ev bulmuşlar, bir arkadaşlarının üst katıymış da, yeni taşınmışlar da, sahibindenmiş de falan filan. hiçbir şeyine sahip olmadığım otel odamda daha huzurluyum. bilgisayarım yok, internetim yok, sadece 37 ekran bir televizyon ve bir tane de dvd playerım var, yetiyor da artıyor. gecenin üçünde aptal gibi herhangi bir siteye bakacağıma, uyku düzenimi sikip atacağıma, bir şeyler yazmaya çabalayacağıma paşalar gibi uyuyorum. benim olmayan bir çift kişilik yatakta uyanıyorum, daha önce başkalarının kaldığı bir odam var giyotin pencereleri olan. bazı akşamlar pencereyi açıp karanlık denize; bazı akşamlar da denizi açıp karanlık benliğime bakıyorum. 

sabah kapıyı kilitleyip çıktıktan sonra da hiçbir şey benim sorumluluğumda olmuyor. otelden ofise giden yolda hafif adımlar atıyorum. bir sırt çantasıyla dünya'nın ucuna gidebileceğimin bilincinde her gün eşyasızlığı kutluyorum.


bir zamanlar evim. istanbul.

23 Mart 2011 Çarşamba

ölü bir günün güncesi

dün poğaçamı yeyip artık işime gücüme bakacakken kesilen elektrik, akşama kadar gelmedi. bekledim, hiçbir derde derman olmayan içmimarlık dergilerini okudum, dışarı çıkıp bankaya gittim, radikal'in kitap ekini okuyup bunu her cuma almam gerektiğine karar verdim, okulda yaptığım projelerin eskizlerini a4'lere çizdim, tank ve araba tasarladım, basketbol şortu ve ayakkabıyı da bunların yanına ekledim de gün yine bitmedi lan? yapacak hiçbir şey kalmadığında daha mesai saatinin bitmesine birkaç saat vardı ve kahve içemediğim için mutsuzdum. monitörüm, ölü bir at kafası gibi önümde hareketsiz uzanırken kollarımı kavuşturup elektriğin gelmesini bekledim. tüm alışkanlıklarımı internete yüklemiş birisiydim ve bir yandan render alırken, diğer yandan bir şeyler yazmayı, scrabble oynarken, rastgele siteler arasında dolaşmayı, müzik dinlerken de fotoğraflara bakmayı severdim. bu sayede 4. ayımı hızlıca geride bıraktığım bir ofis serüvenim olmuştu. blogu ne zamandır takip etmeye başladığını bilmiyorum okur ama bu işe girmek de epey sancılı olmuştu. aramalarını beklemiş ve bu esnada eziyet çekmiştim. kendime olan güvenim yerlerde sürünmüş ve hiçbir işe yaramayan bir et parçası olduğuma inanmıştım. sonrasını biliyorsun zaten, işe girmek ve bundan sıkılmak kaçınılmaz oldu. en azından maaş alıyor, o maaşla da otelde kalıp dışarıda yemek yiyorum. eğer işim olmasaydı ve maaş alamasaydım, evde kalıp annemin yemeklerini yiyecektim. mutlak değerde bir şey değişmiyor aslında, sadece çalışarak vicdan rahatlatıyorum. bunu sorgulayacak değilim, çalışmak iyidir. 

dün pek bir şey yapmayınca, yaşamak yine rüyalara kaldı. o kadar erken uyudum ki, rüyalarım film değil dizi gibi geldi. kariyer yaptım sabaha kadar. bir sağlık kurumunda memur olarak işe başladım. tek yapmam gereken bir rapor yazmaktı fakat memurluğun miskinliği bedenimi ele geçirdiğinden bunu saatlerce gerçekleştiremedim. tam raporu bitirecek gibiyken, öğlen arası geldi. üç saat mola. dışarı yemeğe çıktık, parçalanmış mozaikler gördüm. döşemeler yırtılmıştı ve şehir kaos içindeydi. geçen hafta sonu hem phaselis'te hem de olimpos'ta mozaiklere uzun uzun bakmamın bir getirisiydi sanırım bu manzara.

kardeşimin yarı beline kadar denize düştüğü ve tam fotoğraf makinesiyle birlikte akdeniz'e karışacakken son anda bir yerlere tutunduğu güzel bir pazar gününden sonraki iki çalışma günü tamamen anlamsız geçti. bugün de akşam parkta şarap içmeye gitmesem, cumaya kadar bir değişiklik olacağı yoktu. hafta içlerinden umudumu kestim, sadece cumartesi öğlen ve pazar tüm gün yaşıyorum. öyle bir yaşamak ki, olimpos sahilinde sırt üstü uzanıp bulutlara bakıyorum. sarcopaghus'un lahdinin kenarında bira içip, güneşin bile giremediği koyu gölgeliklere sığınıyorum. gölgelerin gücü adına diye bağırıyor içimden bir ses, ona da bira içiriyorum.

fakat dün, kesilen elektrik gölgesinde hiçbir şey yapamadım. saatler de elektrikle çalıştığından olsa gerek durdu. zaman ilerlemedi. beyaz kağıtlara anlamsız çizimler yaptım, babadağ'dan yamaç paraşütüyle atlamanın ne kadar güzel olacağını düşünüp bir an heyecan yaptım.


22 Mart 2011 Salı

akıllı poğaçalar, peynirli füzeler

dünya'nın bir yerinde yine savaş var, süper güçler birleşip libya'ya girmiş sanırım. her zamanki gibi, gündem hakkında bildiklerim, açık bir televizyonun önünden yanlışlıkla geçerken gördüklerim kadar. haber sitelerine girmediğim gibi, kendi inisiyatifimdeki televizyonlarda da haberler izlemiyorum. dün akşam, pazar akşamı sızıp kaldığım için izleyemediğim behzat ç.'yi izledim ve sonrasında uyudum. rüyamda paris'i görecek gibiydim. fakat kavram karmaşasının enfes bir müsameresi ile karşılaştım. eski mahallemizde, utah'ın eski ve yaşlı koçu jerry sloan'la basketbol antremanı yapıyordum. gri-yeşil eşofman giymişti jerry ve şutları berbattı. fakat ne zaman potaya hareketlensem, topu benimle çok doğru zamanda buluşturuyordu. diğer potada da orlando'nun süper mariovari koçu stan van gundy ve michael jordan vardı. sonra nba lokavt dedi, ve ligler tatil oldu. ben de üzerinde jordan amblemi olan basketbol topunu alıp eve döndüm. yakın zamanda basketbola döneceğim, iştahım iyice kabardı. hele rüyada olmamın bilinciyle potaya doğru bir süzülmem vardı ki, yerçekimi gerçek dünyada kalmıştı. paris'i rüyamda göremedim.

sabah kalktım, geçen ayın atlas dergisine uzandım ve rastgele bir sayfa açtım. bir kredi kartının reklamı vardı ve eyfel kulesi'nin gece fotoğrafını koymuşlardı. seine nehrinin kıyısından bahsediyorlardı. tesadüfün öngörülemez isabeti beni şaşırtmıştı, dün prag'ın bir fotoğrafına da bakmıştım. karşı sayfada da prag ve astronomi saatinden bahsediyordu reklam. paris ve prag, rüyamda karşılaşsam bu kadar şaşırmazdım. sürekli klasik müzik konserlerinin olduğu koyu gri prag, beni sabahın erken saatlerinde kendime getirdi.

üstümü giyinip ofise doğru yürümeye başladım. sabahları kansas dinlemek güzel oluyor, the wall yürüme yolunda eşlik etti. tempolu yürüyüş yapan temposuz bedenler yine zombi gibi gözüküyordu, bunları pompalı tüfekle indireceğim bir fps oyunun hayalini kurdum. bir fırından henüz çıkan poğaçaların çağrısına boyun eğip önce pastaneye gittim. oradalardı ve rayihaları çoktan caddeye taşmıştı. o sırada açık olan televizyonda "abd, akıllı füzeler kullanıyor" yazısını okudum. ne kadar akıllı olabilirdi ki bir füze, hem yeterince akıllı olsa insanları öldürür müydü? neydi akıl ve akıllı olmak? bir füzeden daha mı gerizekalıydım peki? daha az para ettiğim kesindi, bir füze parası biriktirmeye çalışsam otuz sene çalışmak zorunda kalacaktım. peynirli poğaçaları yanıma alıp pastaneden çıktım. dünya, insan orijinli felaketlerle çalkalanıyordu her zamanki gibi. bunu zamanla umursamamaya başlamıştım. ofise geldim, çay demlenmişti. bir fincan çay alıp bilgisayarımı açtım, bu açılma süresini hiçbir şey yapmadan geçiremediğim için "çağdaş kent yaşamı" temalı bir dergiye baktım. hiçbirisi samimi gelmedi. çağdaş kent yaşamı dediğin, sıcak peynirli poğaça varsa güzeldi.




21 Mart 2011 Pazartesi

funny, how time slips away

bu sabah saat altıda, evin az ilerisindeki çam ağacının altında minibüs beklerken, geçmiş her zamanki gibi gelip yanımda dikildi ve benimle birlikte yola bakmaya başladı. üç sene önce, evde durmaktan bunalıp sırt çantamda semerkand ve fotoğraf makinem ile yola çıkmış ve ilk minibüs nereye giderse oraya gitmeye karar vermiştim. çok sıcak bir ağustos zamanıydı ve gölgesi olan tek şey, bu sabah altında beklediğim çam ağacıydı. ilk minibüsün üzerinde kaş yazıyordu, ben de evrensel kaidelere boyun eğip kaş'a doğru yola çıkmıştım. eğer aksi güzergahta ilerleyen bir minibüs gelse, olimpos yol kavşağında inip yalnız kalma ihtiyacımı 11 km yol yürüdükten sonra denize ulaşarak giderecektim. fakat, dakikaların hayatıma yön verdiği günlerde (şimdi haftalar geçse de pek değişiklik olmuyor) ilk gelen kaş minibüsü olmuştu. öğlenin ortasında kaş'a vardıktan sonra, adı kapadokya olan mekanda oturup bir bira söylemiş ve semerkand okumaya başlamıştım. etraf haddinden fazla sıcaktı ve pek ortalıkta dolaşan kimse yoktu. daha sonra liman tarafındaki mavi'ye uğrayıp bir bira da orada içtikten sonra, çukurbağ yarımada'sına doğru hareketlenmiştim. asfalttan yansıyan güneş yüzümü yakıyordu fakat iki bira sonrası keyfim yerindeydi. hemen karşımda meis varken uzun bir süre yürüdüm, mitolojik bir hacı gibiydim ve çektiğim çile kutsal geliyordu. sıcağı şakaklarımda hissederken, hemen yol üzerinde güverte adında bir yer daha bulmuştum. en son masaya geçmiş ve kitabıma kaldığım yerden devam ederken bir bira daha söylemiştim. patates kızartması da fabrikasyon değildi, her biri diğerinden farklı ebatta eşsiz parçalardı. kıyıya yanaşan tekne ve pembemsi çiçeklerin eşliğinde, hayyam'dan rubailerle sarhoş olmuştum. yarımada tarafında biraz daha dolaştıktan sonra, bir ağacın altına boylu boyunca uzanıp kendimi dinlemiştim. bir deniz kenarında olduğum sürece özgürdüm fakat henüz okulum bitmediğinden birkaç hafta sonra istanbul'a dönecektim. belki de okulum bittikten sonra, antalya'ya yerleşirdim. gelecek, belirsizlikler içindeydi.

bu sabah ise okulumu bitirmiş ve çoktan antalya'ya yerleşmiş birisi olarak, yıllar önce beklediğim çam ağacının altında bekliyordum. gelen minibüse göre şekillenen bir hayatım olmayacaktı, 2.5 saat sonra mesaim başlıyordu. her pazartesi yaptığım gibi yine ofise dönecek ve bir sonraki hafta sonunu bekleyecektim. işlerin yetişmesi lazımdı, ve görünüşe bakılırsa bunları benim yetiştirmem gerekiyordu. sabah yıldızı henüz kaybolmamışken parlak bir antalya sabahında yola baktım, köşeden dönen minibüs yavaşladı ve beni aldı. şans eseri tek kişilik yer kalmıştı. pilli bebek'in olsun'u, iyi giderdi. yorgun geçen pazar gecelerinin ardından hep aynı yere dönerken, minibüsün yarısı uyurken ve ben de birazdan uyuyakalacakken, bir ninni gibi gelirdi her şey. olsun'dan sonra, geçen zamana saygı amacıyla johnny paycheck'ten "funny, how time slips away" dinledim. göz kapaklarım ağırlaşıyordu, başka kentleri düşünüyordum. bir prag sabahını, paris öğleden sonrasını ya da kayaköy'ün zamanı inkar eden değişmez yalnızlığını. bir minibüsün pencere kenarında kafamı cama yaslayıp, tamamlanmamış düşler gördüm. zaman bir çırpıda geçmişti. 


18 Mart 2011 Cuma

evi özlemek

yaklaşık olarak haftada bir gitmeme rağmen, portakal bahçesi manzaralı evimizi ve bunun herbir odasını özlüyorum. geniş mutfak, mermer tezgah, buzdolabı, soba ve köşesinde panpa olan oturma odası. sırt çantamı kapının önüne bıraktıktan sonra eve dönmüş olmanın yüreğimi ısıtan merhametiyle odalarda şuursuzca dolaşmayı seviyorum. gerçek bir ev çünkü, odaların her biri, kullanım amacına göre düzenlenmiş. öğrenci ya da bekar evi gibi değil, tezgahın üstünde bir tek kirli bardak bile olmaz. koltuklar rahat ve odalar ılıktır. bu ılıklık, klimanın sağladığı yalancı ılıklıktan değildir, bir sonraki sabaha kadar devam eder. eve girdikten yarım saat sonra tamamen yerleşik düzene geçerim. bilgisayarımı açmak aklıma gelmez, internet ya da blog da ev hayatımın bir zerresini bile oluşturmaz. yazmak, çalışırken zehirlenmemek için yediğim yoğurttan fazlası değildir. bir türlü işperest olamadım, tüm iştahımla işe sarılamadım. gereği yok çünkü, bir şeyi değiştirmiyor. tüm bu maceradan sonra bir otel odasının banyo ölçülerine bakmamak için yazıya sığınıyorum. bu ilk değil, son da olmayacak. bunları bilmek de beni çoğu zaman yatıştırmıyor. zaman, özellikle askerlikten sonra günleri önüne katarak ilerliyor. hafta sonları çabuk gelirken, 30 da çok uzakta gözükmüyor artık. 30 ha? bakalım ne değişecek ve ev, her hafta sonu dönebileceğim kadar yakınımda mı olacak?

kulağımda iron maiden-coming home, yarını bekliyorum. son iki cumadır yaptığım gibi big mac yemeye gitmeyeceğim. hava kapalı ve biraz soğuk, çorba içmek ve deniz kenarına inip gri denize bakmak istiyorum. hayattan şimdilik tek beklentim yine bir mercimek çorbası ve eve dönmek. bir portakal bahçesi, ucunda gözüken deniz, belki yine olimpos, hava sıcak olursa da denize girmek. dolunay yaklaştığından beri içimde bir şeyler uyanıp beni kışkırtıyor yine, eve gidip battaniyenin altında oturmak ve patlamış mısır yemek istiyorum. bira içmesem de olur.


ziyan








üç yaklaşık

dünkü üç maddelik manifestomun hiçbir maddesi öngördüğüm gibi gerçekleşmedi. paramla rezil olduğum şık bir akşam yaşadım. tavuk, tuborg, liverpool demiştik; balık, bomonti ve uyuyakalmak ile yüzleştik. gerçekten elime yüzüme bulaştırmak konusunda tahmin edilemez bir yeteneğim ve istikrarım var. meydan savaşında ilk ölen insan kadar şanslıyım. oysa ofisten çıktığımda baltazar kadar kararlı, samson kadar güçlüydüm. gümüş kaskım, dolmak üzere olan ayın ışığında belli belirsiz parlıyor ve düşmanlarıma gözdağı veriyordu. kılıcım kınında emrime amadeydi. tavuk benim olmalıydı fakat balık ekmek yapan bir yer görünce, "balık da olur lan" deyip içeriye girdim. zemin, sandalyeler, masalar ve duvarların ahşap olduğu bir balıkçıydı ve balığın da ahşap olabileceğini düşündüm. aşırı samimi garsonun verdiği tedirginlikte yemeği beklerken ayvalık'ı ve cunda'yı özledim. orada yediğim yemeğin ruhunu başka hiçbir yerde bulamamıştım. beğendili ahtapotun kelimelerle ifade edemeyeceğim rayihasını şefkatle andım, bir kez daha gitmeliydim. ertelemek olmazdı.

pek lezzetli olmayan bir balık ekmek deneyimiydi ama yine de eminönü'nde yediklerimden bin kat daha güzeldi. yüksek ateşte hızlıca pişirilmiş, yer yer yanmış ve öncesinde dondurulmuş balıktan (tanrının gazabına uğramış resmen) zerre hazzetmez, en fazla senede bir kez olmak kaydıyla yerdim. bir ara istanbul ağırlıklı yazayım fakat tüm fotoğraflarım evdeki bilgisayarımda. 

balık ekmekten ve beni köşeye sıkıştıran garson samimiyetinden sonra, iddaa oynamaya gittim. takımların hiçbiri güvenilir durmuyordu, ne oynasam kaybedecektim. bari dedim imkansız kombinasyonlar yapıp astronomik rakamlar kaybedeyim. 1'e 490 veren amansız bir kupon yaptım, sahaya kör şeytanlar çıksa bile tutma imkanı yok ama ya tutarsa? modern zamanın nasrettin hocalarıyız biz de, gülüp geçtiğime bakma.

kuponu yaptıktan sonra benzin istasyonuna girdim ve yüzde yüz malt iddiasıyla raflarda halay çeken bomonti'lerden üç tane kaptım. tuborg uzaktaydı, tuborg imkansızdı. otele döndüm, beyaz saçlı iki adam yine aynı koltuklarda oturuyordu. dişleri göstermeden selam verdim. sahanın öteki ucunu göstermeyen felçli bir televizyonla iki maç üst üste izleyemezdim, o yüzden televizyonu kucakladığım gibi lobiye geri indim ve bunun artık çalışmadığını, yeni bir televizyona ihtiyacım olduğunu söyledim. kucağımda televizyonu görünce fazla direnemediler ve 37 ekran bir schaub-lorenz ile odama geri çıktım. hımm, uzak çizgi ve tribünler bile kadrajda ha? buna içilir.

bira fena değildi ama tuborg'un yarısı bile etmezdi. 2011'in geri kalanında bomonti içmeyeceğim, marmara gold bile daha güzeldi. manchester city şık bir galibiyetle elendi, dinamo kiev finale giden yolda bir aşama daha kaydetti. ruhtan yoksun bir takım olan man city'nin yarıştığı her kulvarda elenmesini, perişan olmasını ve arap sermayesinin hiçbir işe yaramamasını diledim.

ertesinde başlayan liverpool maçının yarısında uyuyup kalmışım, zaten gerrard olmadan takımın çok büyük kısmı eksik bir de koyun kuyruklu kuyt'un faydasız çapraz koşularını izlemek benim naçiz bedenime fazla gelirdi. braga gibi bir takıma sen iki maçta da gol atamıyorsan, manchester united'ı nasıl 3'lüyorsun ulan bana bi anlat hele? maçın son üç dakikasında geri uyandım, resmen birisi değnekle dürtmüştü. 0-0 bitmek üzere olan maç, liverpool'un avrupa ligi'nden de elenmek üzere olduğunu söylüyordu. elenmekten manyağa dönmüştük bu sezon fakat taraftar son saniyelerde "you'll never walk alone" söylüyordu. onlardan birisi olamadığım için üzüldüm, bir gece daha bitmişti işte. ömrümden bir gün, üç maddelik bir manifesto yazıp buna harfiyyen uymamakla tamamlanmıştı.

yastığımı kolumun altına alıp derin bir uykuya daha daldım, uyanınca cuma olacaktı.





17 Mart 2011 Perşembe

tek derdin bu olsun

biten mesai sonrası yapmam gereken üç şey var. insanlık için küçük, hatta herhangi bir insan için bile küçük ama benim için biraz çetrefilli bir adım. ileride bir gün geri dönüp de "ulan ne biçim adammışım" demek için bunları kayıt altına almak lazım.

üç şey:

1. avrupa ligi maçlarına iddaa oyna. iki liralık kupon elli lira getirsin şansın yaver giderse, geri dönerse senindir; dönmezse hiç senin olmamıştır zaten. fakat bu iddaa oynama ana üssü, bir alışveriş merkezinin içinde. o alışveriş merkezinde de market yok. bugün üç fıçı içmek istiyorum ve bunu mutlak surette yerine getireceğim. ofisin altındaki markette tuborg var fakat bunları aldıktan sonra elimde tuborgla alışveriş merkezine girmek istemiyorum. 

2. dışarıdan yemek yemeyi kes artık. migrosun tavık reyonunda güzel parçalar var. kadınbudu mudur nedir ondan al, ocakta bunu pişir. fakat migrosun olduğuğu avm'de ne tuborg var ne de iddaa bayii. şimdi tuborg'u alttaki marketten alıp, tavuk için migros'a gitmek, tavuğu da kaptıktan sonra kupon yapmak için başka bir alışveriş merkezine girmek gerçekten beni tüketir. tavuktan vazgeçip otelin civarındaki kebabçıdan paket yaptırsam, ilk cümleyle çelişeceğim. biradan vazgeçip tavuk ve kuponla otele dönsem, liverpool'un olası galibiyetini ıslatamayacağım. bira ve tavuk olsa sadece, oynamadığım kupon muhtemelen tutacağından bunun vicdan azabıyla meczup saatçiler gibi tik taklarla yaşamaya çalışacağım.

3. birayı da bugün iç artık, iyice kaybettin kendini. tavuğu aldığım yerde efes, heineken, bud falan var. bir günlüğüne efes fıçıdan devam etsem olur mu? efes fıçıyı her zaman içerim ama tuborg fıçı sadece şehir merkezinde var. diğer biralar da pahalı ve anlamsız. hem tuborg alıp hem tavuk bulup hem de iddaa oynayabileceğim bir yerin imgesi bile tuhaf, sürreel. öyle bir güzergah bulmalıyım ki, süper mario gibi bonusları toplaya toplaya ilerlemeli ve bölüm sonunda otel sahibi deri montlunun ağzından çıkan ateşten de sakınmalıyım. git gel yapmak istemiyorum, zaten enerjim az bir de zigzag çizerek bunu harcayamam. yapmam gereken sanıyorum ki, alışveriş merkezlerini boşvermek ve işimi dışarıda görmek. 

evet üç derdim bu, eğer üçünü de başarıyla tamamlar ve bir de üstüne kupon tutturursam 17 mart 2011'i hep gülen gözlerle hatırlayacağım. ama canlı tavuk yakalayıp buna bira içirirken de maçları kaçırırsam, geçirdiğim cinnet belgesellere konu olacak. neyse mesai biter ve ben tüm bilinmezliğimle atıma atlar giderim. oysa tek isteğim karnımı doyurup bira içerken maç izlemek. fazlası değil.


on my own

efsanevi grup queen'in living on my own'unu ilk defa duyduğumda, yalnız geçecek senelerime epey olduğundan paniğe kapılmamıştım. evden hiç ayrılmayacak gibiydim fakat 21. yüzyılla birlikte yalnızlık serüveni de başladı. önce izmir, sonra istanbul derken antalya'ya günün birinde geri döndüm. eskisi kadar olmasa da yine de net bir yalnızlıktan söz etmek mümkün. bundan şikayetçi ya da sarhoş olacak kadar mutlu değilim, bir organım gibi oldu artık. tek dezavantajı beşeri ilişkilerim zamanla çuvallıyor. kalabalık gelince de iki kişi, en iyisi diyorum ben biraz gideyim. akşam otelde televizyonun karşısında uzanırken de bir sonuca ulaşması imkansız ve plan demeye bin şahit isteyen tasarılarla uğraşıyorum.

bu tasarılardan en önemlisi gezebilme ve ilk elden şahit olabilme özgürlüğü. trenle, at sırtında, gemi güvertesinde ya da bir albatrosun kanadında olur fark etmez, benim bu halimden daha iyi bir şeye dönüşmem için mutlaka avrupa'yı görmem lazım. jpegler bana hiçbir şey anlatmıyor, mekanı algılayamadığım gibi içinde yeterince zaman geçirmediğim için bir sonraki jpegte etkileri siliniyor. pompidou'nun önünde bağdaş kurup bir şeyler çizen öğrencileri kıskanıyorum durduk yere, bir müzenin uzayan kuyruğunda sabırla bekleyen orta yaşlı insanları ve floransa'nın muntazam bahçelerinde sakince yürüyen ihtiyarları da. la sagrada familia'da şimdi dolaşan insanlar var, casa mila'nın önünden geçerken dinlenen, fotoğraf makinesini ayarlayan, lensini değiştiren ve diyafram aralığına karar veren. leonardo'nun dehasına şahit olan mimarlık birinci sınıf öğrencilerinin varlığı, bir otel odasına banyo modellemekle mükellef olduğum şu anda beni hafiften tedirgin ediyor. onlardan birisi olabilirdim, belki hala olabilirim.

daha büyük statlarda maç izlemeden, liverpool atkımı maç öncesinde sallamadan, shankly gates'in önünde fotoğraf çektirip de maç sonrası bir bara yerleşmeden mücadeleyi bırakacak değilim. geleceğe dair planlarım hep tek kişilik, son on yılda genellikle yalnız olmamın getirisi çok fazla. en azından bu maç ayini, benimle liverpool arasında. bunu başkasıyla paylaşmak istemezdim. anfield road'a bir gün gideyim, sonra bir gün daha gideyim. ne tuhaf değil mi, yaklaşık 45.000 kişi dört saat sonra anfield road'a gidecek ve takımlarını canlı izleyecekken, ben hayatımın ileri safhası düşleri için bunu baş köşeye koyuyorum. birkaç gün önce yazdığım "hayallerim, başkasının gerçeği olamayacak kadar büyük" aforizması da şık bir vole oluyor, beynimi dağıtıyor.

durum şu ki, beş altı paragraflık bir yazıda bile kendimle çelişmekten büyük keyif alıyorum. bu elimde değil, kendime dair bildiklerim başka insana dair bildiklerime oranla çok daha fazla olsa da, bu net bir sonuca ulaşmamı  ve daha incelikli bir analiz yapmamı engelliyor. zaten terimler ve kavramlar hakkında o kadar az şey biliyorum ki, bu içinde bulunduğum ruh halinin bundan seksen önce tanımlanmış olabileceğini bile düşünüyorum. direk depresyon olmasa gerek ki depresyonda falan değilim.

futbolun musallat olduğu hiçbir hafta depresyona girmedim, bundan sonra da girmem. bana kast eden ne yapacağımın belli olmadığı akşamlar oluyor. bir yandan da fotoğraf çekmeyi özlüyorum, gündüzleri ofisteyken fotoğrafı nasıl çekeceğim konusunda derin endişelerim var, öyle ki ne zaman bu konuda endişelensem uzak bir köyün yaşlıları teker teker ölmeye başlıyor. 

dört başı mamur bir öykü yazma isteğim ise genelde aklımın bir köşesinde kalıyor fakat daha üç başı mamurluğa bile erişemedim. fiil çekimlerini biraz kavradım fakat bu sefer de karakter yaratmada sorun çıktı. yarattığım tek karakter bu satırların yazarı ve onda bile korkunç çelişkiler var. bilge ve yaşlı bir adam uydurmak zorunda kalırsam olacakları tahmin bile edemiyorum. nükleer sızıntı var diye bloglar bir kez daha kapatılırdı sanırım.

neyse ne diyorduk? hiçbir şey hakkında hiçbir şey iddia ediyorduk, o yüzden bugün vücudumun temel ihtiyacı olan kırmızı tuborga ulaşmalı ve kendimi şımartmalıyım. maç izleyerek bira içmeyi, yeterince promili yedikten sonra da maç içerek bira izlemeyi pek çok severim.



dalgınlığın kısa tarihi

her şey iki hafta önce başlamıştı; hsbc'ye gidip kredi kartı işlemleri halledeceğim diye ofisten çıkmış ve iki saat sonra geri döndüğümde, yapmak için çıktığım ne varsa hiçbirini halledememiştim. şubeye yirmi metre kala mcdonalds görmüş ve tadını çoktandır unuttuğum big mac'i yedikten sonra da bankadan sıra numarası almaya karar vermiştim. doksan kuruş farkla daha büyük seçim almadığım bir cumaydı ve yemeği yedikten sonra hafızayı sıfırlamıştım. mcdonalds'tan çıkıp şubeye gitmek yerine, teşekkür ezgileri mırıldanan midemin önderliğinde deniz kenarına inmiş ve dalgalara bakmıştım.

geçen cuma yine aynı amaçla ofisten çıktım, şubeye yirmi metre kala mcdonalds'ı gördüm fakat bu sefer üstün iradem sayesinde önce şubeye girdim. big mac'i çıkınca yiyecek ve sonrasında iş bankasına uğrayıp bilyoner hesabıma para aktaracaktım. planlarım ortalama bir insan için basitti, hatta yeterince eğitim verilmiş kel bir maymun bile bunları yapabilirdi. fakat ben yapamadım. şubeden çıkıp mcdonalds'a girdikten ve doksan kuruş farkla daha büyüğünü elde ettikten sonra, gerçekle olan bağlantılarım yine koptu. atm'den para aktarımı yapacakken, bankonun önünde kredi kartı başvurusu için kutucuk dolduruyor buldum kendimi. ikinci bir karta ihtiyacım yoktu, bunu planlamış bile değildim fakat annemin kızlık soyadının üçüncü harfinde kendime geldim. on iki haneli uzun bir soyadıydı ve hiçbir güç benim bunu tamamlamama yardımcı olamazdı. kağıdı yırtıp şubeden çıktım. 

eğer babamın değil de annemin soyadını almış olsaydım, kanunlar anaerkil bir sistemde düzenlenseydi, rahatlıkla ortaokul terk olurdum. on iki haneyi o küçük dairelere kodlayana kadar sinir krizi geçirir ve bir ustanın yanında zanaat öğrenirdim. altın bileziğimi takardım koluma ve yirmi sekiz yaşında dalgınlıkla oradan oraya sürüklenen kafası karışık bir adam yerine, muhtemelen en az üç çocuk babası bir bıyıklı olurdum. dükkanımda oturur ve  sürekli çay içerdim. bıyıklarım çay kokardı. neyse ki soyadım kısa, bir yere kodlarken sakinliğimi muhafaza etmeyi başardığımdan kapı gibi mimarlık diplomam var. var da ne oluyor anlamış değilim, bir yer bile diplomamı görmek istemedi ya lan? bir tek askerlikte işe yaradı desem, 2009 kasımından beri devam eden şık bir davam var. 20 yaşında gidip 15 ay yapıp gelsem, bunun etkisi çoktan bitecekken ben geçen hafta tam olarak şimdi gibi elmalı adliyesi'nin bozkıra bakan yarısahasında dilekçe yazıyordum. 

neyse ki bir şekilde hafta sonuna ulaşmayı başarabiliyorum, en azından takvimin hızı benim insiyatifimde olmadığından dalgınlık kaynaklı problemler yaşanmıyor. saatleri bir saat ileri-geri alırken de pek umursamıyorum, çünkü geldiğim noktada hangi saati yaşadığımın pek önemi yok. günlerim ve mesai saatlerim aynı, akşamları da erkenden uyuyorum.

öyle ki, size bu yazıyı üç saat ileriden yazıyorum. şu an benim gezegenimde saat 14.55.






16 Mart 2011 Çarşamba

otel deja vu

son iki haftadır akşam kaçta girersem gireyim, otelin lobisinde aynı koltuklara aynı tavırlarla oturmuş beyaz saçlı iki adamla karşılaşıyorum. kulaklığımı çıkarıp dişleri göstermeyen sahte bir gülümsemeyle iyi akşamlar diliyor ve odama çıkıyorum. kulaklığımı çıkarmazsam sesimi kontrol edemiyor ve iyi akşamlar diye haykırdığımdan istenmeyen ölümlere sebebiyet veriyorum. beyaz saçlı adamlar da, aynı sahte gülümsemeyle karşılık verdikten sonra 37 ekran televizyona geri dönüyorlar. zamanın hükmünü yitirdiği tuhaf otelimde sanki dört ay değil de bir haftadır kalıyorum. akşamlarım öylesine aynı ki geçen zamanı ölçecek bir takvim henüz icat edilmedi. girer girmez televizyonun düğmesine basıyorum, aklıma kitap okumak ya da aklımı bulandıracak başka faaliyetler gelmiyor. televizyon iyi, televizyon sürprizsiz. dünya'nın başka köşesinde no surprises çalarken, ben de üstümü değişiyorum. pijamalarımla mutluyum, elimde olsa pijamalarımla işe gidip gelirdim fakat bir pantolon giymemiz şart. ütü gerektirmeyen rahat bir çalışma ortamım var, kapüşonlu çetesiyle resmen kışı bitirdim. bundan sonrasına, üzerinde çalışmanın gereksiz olduğuna dair mesajlar barından tişörtlerle devam edebilirim. yazın oldukça sıcak olacak fakat yapacak bir şey yok. 

burası ekvator'a yakın küçük bir kasaba ve sarı hummadan arta kalan pek fazla insan yok. en güçlülerimiz hayatta kaldı, diğerleri ise şu an kasabanın ucundaki mezarlıkta. evler boş ve lanetli, kapısının önünde oturup yüzünü güneşe çevirmiş ihtiyarların hiçbirisi hayata tutunamadı; kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar bir sonraki güne dahi uyanamadı. ben ise karşıma çıkan tüm felaketlere yaptığım gibi, hummayı da umursamadım. bu trajediye odaklanamadığımdan ölmeyi pas geçtim, azrail bile benimle uğraşmak istemedi. ne zaman canımı almaya gelse, gözlerimde yaşama sevincine dair tek parıltı görmediğinden geri gidiyor. hevesini kursağında bırakıyorum ama ne yapayım, bu zamanla benim tarzım oldu. 

sahipsiz evlerde bedavaya kalmak isterdim fakat otelde mutluyum, bu bana enfes bir sahip olmama hissi veriyor. sarı humma felaketinden sonra kasabamıza gelen ve akşamları lobide olan bu adamların ne için burada olduklarını bilmiyorum. belki de mezar soyguncularıdır ve altın dişlerin peşindelerdir. eğer böyleyse, yanlış kasabayı seçtiklerine yemin edebilirim. otel sahibi ise müşterilerinin kimliklerini umursamıyor, her ayın ilk haftası parayı peşin aldıktan sonra belirsiz bir gülümseme ile bunları sayıyor. bu paralar onu hayatta tutuyor, herhangi bir salgında aylarca başka ülkede kalabiliyor.

otelde günlerim aynı geçerken, bir sonraki felakette hayatta kalma şansımı merak ediyorum. kazandığımı altına yatırıyor ve iki ayda bir altın diş yaptırıyorum. mezar soyguncuları dişlerimi görmesin de beni uykumda öldürmesinler diye, iyi akşamlar derken ağzımı açmıyorum.


15 Mart 2011 Salı

yazılar & içmeler

içtikten sonra yazmanın o tahmin edilemez büyüsünü hissetmeyeli çok uzun zaman oldu. kelimelerin ellerimden dökülmesini epey özledim fakat yapacak fazla bir şeyim yok. bilgisayar varken bira, bira varken de bilgisayar yok. birisi gelince diğeri pencereden atlıyor sanki. tabii, bu yoksunlukta aslan payı her zamanki gibi benim. bir ay kalacağım diye girdiğim otelde dördüncü ayıma girmiş bulunuyorum. sahip olmamanın özgürlüğü beni kandırdı, odamdaki hiçbir şeye sahip değilim. istediğim zaman istediğim yere gidebilirim, ayağıma dolaşacak eşya ve çelme takacak masa ayakları yok. fırınlı ocak ya da wok tava da başka bir ülkenin güzel yüzlü çocukları kadar uzak. iki çantayla anında uzaklaşır ve hayatıma başka bir otelde devam edebilirim.  bu muteşem tadı alınca da, masa üstü bilgisayarımı getirme zahmetine katlanmadım. sanırım biraz daha mobilize olmam gerekiyor. en azından yaşlılarla dolu bir minibüste ilerlerken, o an yaşadıklarımı anında aktarmam gerekirdi. hemen karşımda oturan amcanın takma dişlerini ikide bir çıkartıp yerine takması, onlarla oyun oynaması, eşinin bunu hiç umursamaması epey ilham vericiydi fakat bunu aklımda taşıyıp ofisteki bilgisayardan temize çekinceye kadar ilk andaki tazeliğini kaybetti. karşılaştığım her şeyi olduğu gibi aktarmayı isterdim, o yüzden teknolojiye biraz daha yatırım yapmam gerekecek sanırım. en azından eve çıkmak gibi bir hayalim yok. eve çıkmanın çileli güzergahında yalancı emlakçılarla uğraşmayı hiç düşünmüyorum. ne kadar asalak bir meslek grubu, keşke ilk emlakçı helak edilseydi de buralara kadar gelmeseydik. artık çok geç, her yerde ve her andalar.

ofiste kimse yok ve kırmızı içerken yazmak isteğim birazdan vücuda gelecek, beni yerden yere çarpacak. şeytan mı dürtüyor, yoksa içince ne kadar iyi kalpli bir insana dönüştüğümü bilen melek mi bilmiyorum. içimde tanıdık bir arzu, ofisin yirmi metre ilerisinde de tuborg satan şık bir market var. hem zaten geçen hafta sonu da içmediğimden kadim dengelerle hesabı denkleştiremedim. anlaşmamıza göre haftada en az bir, en fazla iki kez içecektim fakat geçen pazar yağmurlu rotadaki beş tuborg'tan sonra pek bir şey göremedim. geçen hafta içi ne yaptım peki ben? perşembe elmalı'ya gittim, gerisi kayıp. gerisi, ölü insanların hüviyeti gibi kayıp hem de. kimsenin gelip gitmeyeceğine emin olduktan sonra markete sızmak ve müzik-internet eşliğinde damağı ödüllendirmek, şu an altın dişler gibi, amcanın alt dişleri gibi parlıyor. içer ve yazarım ha, normal halimin yazdıkları aynı tonda çıkıyor artık; buna bir önlem almak lazım. 

bugün, the call of the alexander'a daha fazla karşı çıkamadım ve koşar adımlarla iskender yemeye gittim. restoranın en uzak köşesine geçtim ve küçük tabaklarla gelen mezeleri, yatılı okula giden çocuğunu tren garında bekleyen aileler gibi bekledim. beyaz ve küçük tabaklar, biraz tereyağ, biraz tulum peyniri, minik ve sıcak bir lavaş, marul ve çiğ köfte. büyük komutan iskender, tereyağlı atıyla masama gelmeden önce bunlar beni oyalayabilirdi. yoğurt dağının eteklerine kurulmuş iskender ülkesi de çok geç olmadan teşrif etti. günlerdir bu anı bekliyor ve ruhi dengemi korumaya çalışıyordum. gezdirilen tereyağı ve nihat doğan'ın aslan gibi yüreği şahidim olsun ki, güzel bir yemeğin başında vakit geçirmekten aldığım keyfi ne mimarlıktan alıyorum ne de türklükten. ben dünya vatandaşıyım ve bir iskenderin önünde dizlerimi kırıp itaat ediyorum.

mutlu azınlıkların prensi gibi çıktım restorandan. mart ile birlikte ısınmaya başlayan hava, güzel kadınların saçlarından sekip gözümü alıyordu. lüks arabaların sırayla dizildiği oto galerilerin önünden geçerken içimden bir ses "hangisini isterdin?" diye sordu, hiçbirini diye cevapladım. hayallerimde araba yok, hiç olmadı. hayallerim başkalarının gerçeği olamayacak kadar yükseklerde uçuyor. dünya'ya bakıp da soğuk bir bira içmek ya da soldier of fortune dinlemek gibi. 

işte salı günü de bitti, içme isteğim ise biraz azaldı. üşenme jeneratörlerim devreye girdi, ofisten çıktıktan sonra geri dönecek gücüm olmaz sanırım. bir şeyler yazmadan da içmek istemiyorum fakat bu saatte çıkıp da ne yapacağım ki? bir şeyler okuma ritmim yine bozuldu, sabahları son ana kadar uyuyorum. bugün 08.12'de yatağımda uzanıp maç özetleri izliyordum mesela. oysa mart ile birlikte iyi bir tempo yakalayıp sabahları koşacaktım. bunu mümkünse nisana erteleyelim esteban, hem koşu ayakkabısı da alırız. her şeye ayrı bir ayakkabı şart biliyorsun, tenise başlasam da yapacağım ilk şey gidip bununla ilgili ayakkabı hangisiyse onu almak olurdu. 

biraz önce azalan içme isteğim yine harlandı, bir paragraflık duraksama döneminden sonra susuzluğum şahlandı. gidip alayım bari, ya da otele giderken alayım, film izlerken içerim. betty blue izlemek için yeterince salı mı peki bugün? inan hiç bilmiyorum, hem de hiç.




elements

lines, judas and bird

bir haftadır görmediğim patron dün akşam üstü geldi, birkaç şey sipariş ettikten sonra geri gitti. kompozit cephe için ölçüleri bir mail adresine yollamamı, otel odasında birkaç değişiklik yapmamı, bayındırlık ve iskan bakanlığının sorun çıkardığını da kısa sürede eklemeyi ihmal etmedi. o şimdi şantiyede, ben ise birkaç değişikliği yapıp kendimi beklemeye aldım. hafta sonu gelse de eve gitsem, muhterem kuşumuz panpayı parmağımın ucunda tutup nat geo wild izlesem. panpa, yeterince vahşi ve yırtıcı olmadığı için o kanala asla çıkamayacak ve bunun bilincinde. beyaz ve güzel bir kafesi, sıcak bir odası ve onu çok seven bir ailesi var. eminim ki o da vahşi ormanlarda her gün ölümden dönmek istemezdi, timsahın göz bebeklerinde kendi yansımasını kısa bir süreliğine gördükten sonra paniğe kapılmayı tercih etmezdi. evde mutlu, akşamları patlamış mısırla oyalanıyor. uçma konusunda tereddütleri var, durmayı tercih ediyor.



fakat daha bugün salı ve ev hayallerini biraz ötelemem gerekiyor. futbol, bu haftayı bitirmeme epey yardımcı olacak. bugün ve yarın şampiyonlar ligi, perşembe avrupa ligi ve cuma da gassaray-fener maçı. perşembe günü liverpool maçı olması ise şaşırtıcı derecede sevindirici, öncesinde manchester city maçının da yayınlanması ise hayrete sürükleyecek kadar tuhaf. genelde insanın hevesini kursağında bırakan bir yayıncılık anlayışının domine ettiği bir ülkede ve zamanda yaşıyoruz. paranla bile rezil oluyorsun.

öğlen arası olması nedeniyle mavi önlüklü çocuklar yandaki parkı işgal etti ve bağırarak oyun oynamaya başladı. onları bazen seviyor bazen de yok etmek istiyorum. bu tamamen benim ruh halimle alakalı, tüm çevresel faktörlerin değeri benim bakış açıma göre değişiyor. bir gün tüm dünya'yı severken diğer gün ne yazık ki "kainatı yok et" butonu arıyorum. şimdi ise çocukların çığlıklarını duymamak için judas priest dinliyorum, all guns blazing adlı mehter marşında kendimi zor tutmak dışında bir sıkıntım yok. resmen pencereden atlamak ve elektrikli bisikletlerin peşinden koşmak istiyorum söz konusu şarkıda. bir yandan da sonisphere festivali programını merak ediyorum. bir terslik olmazsa kardeşimle gideceğim, metallica'yı görmesini isterdim ama olmadı. hem haziranı beklemek için güzel bir sebebimiz olur. nisana dair pek bir numara yok, el clasico çekilişini kazansaydım ispanya'ya gidecektim fakat her zamanki gibi olmadı.

otel odasının modeli, gelişen teknoloji desteğinde fena olmadı. wireframe'ini görebildiğimiz bir şeyin render edildikten sonraki hali hoşuma gidiyor, ne demek istediğim hakkında bir fikrin yoksa, o mouse'u yavaşça yere bırak ve en yakın merkezden bir kahve aldıktan sonra geriye yaslan. soldaki wireframe'i, sağdaki ise render edildikten sonraki hali. ışıklar, malzeme ve renkler ha? bunları yapmak için mimar olmak gerekmezdi ama yine de mimar olduğum için mutlu ve kararlıyım; bu hafta içinde yaşamak istediğim bir mekan tasarlayacağım. fazla tembellik ve üşengeçlik yapıyorum. bu hiç iyi değil esteban, hem de 21. yüzyılda.