15 Mart 2011 Salı

yazılar & içmeler

içtikten sonra yazmanın o tahmin edilemez büyüsünü hissetmeyeli çok uzun zaman oldu. kelimelerin ellerimden dökülmesini epey özledim fakat yapacak fazla bir şeyim yok. bilgisayar varken bira, bira varken de bilgisayar yok. birisi gelince diğeri pencereden atlıyor sanki. tabii, bu yoksunlukta aslan payı her zamanki gibi benim. bir ay kalacağım diye girdiğim otelde dördüncü ayıma girmiş bulunuyorum. sahip olmamanın özgürlüğü beni kandırdı, odamdaki hiçbir şeye sahip değilim. istediğim zaman istediğim yere gidebilirim, ayağıma dolaşacak eşya ve çelme takacak masa ayakları yok. fırınlı ocak ya da wok tava da başka bir ülkenin güzel yüzlü çocukları kadar uzak. iki çantayla anında uzaklaşır ve hayatıma başka bir otelde devam edebilirim.  bu muteşem tadı alınca da, masa üstü bilgisayarımı getirme zahmetine katlanmadım. sanırım biraz daha mobilize olmam gerekiyor. en azından yaşlılarla dolu bir minibüste ilerlerken, o an yaşadıklarımı anında aktarmam gerekirdi. hemen karşımda oturan amcanın takma dişlerini ikide bir çıkartıp yerine takması, onlarla oyun oynaması, eşinin bunu hiç umursamaması epey ilham vericiydi fakat bunu aklımda taşıyıp ofisteki bilgisayardan temize çekinceye kadar ilk andaki tazeliğini kaybetti. karşılaştığım her şeyi olduğu gibi aktarmayı isterdim, o yüzden teknolojiye biraz daha yatırım yapmam gerekecek sanırım. en azından eve çıkmak gibi bir hayalim yok. eve çıkmanın çileli güzergahında yalancı emlakçılarla uğraşmayı hiç düşünmüyorum. ne kadar asalak bir meslek grubu, keşke ilk emlakçı helak edilseydi de buralara kadar gelmeseydik. artık çok geç, her yerde ve her andalar.

ofiste kimse yok ve kırmızı içerken yazmak isteğim birazdan vücuda gelecek, beni yerden yere çarpacak. şeytan mı dürtüyor, yoksa içince ne kadar iyi kalpli bir insana dönüştüğümü bilen melek mi bilmiyorum. içimde tanıdık bir arzu, ofisin yirmi metre ilerisinde de tuborg satan şık bir market var. hem zaten geçen hafta sonu da içmediğimden kadim dengelerle hesabı denkleştiremedim. anlaşmamıza göre haftada en az bir, en fazla iki kez içecektim fakat geçen pazar yağmurlu rotadaki beş tuborg'tan sonra pek bir şey göremedim. geçen hafta içi ne yaptım peki ben? perşembe elmalı'ya gittim, gerisi kayıp. gerisi, ölü insanların hüviyeti gibi kayıp hem de. kimsenin gelip gitmeyeceğine emin olduktan sonra markete sızmak ve müzik-internet eşliğinde damağı ödüllendirmek, şu an altın dişler gibi, amcanın alt dişleri gibi parlıyor. içer ve yazarım ha, normal halimin yazdıkları aynı tonda çıkıyor artık; buna bir önlem almak lazım. 

bugün, the call of the alexander'a daha fazla karşı çıkamadım ve koşar adımlarla iskender yemeye gittim. restoranın en uzak köşesine geçtim ve küçük tabaklarla gelen mezeleri, yatılı okula giden çocuğunu tren garında bekleyen aileler gibi bekledim. beyaz ve küçük tabaklar, biraz tereyağ, biraz tulum peyniri, minik ve sıcak bir lavaş, marul ve çiğ köfte. büyük komutan iskender, tereyağlı atıyla masama gelmeden önce bunlar beni oyalayabilirdi. yoğurt dağının eteklerine kurulmuş iskender ülkesi de çok geç olmadan teşrif etti. günlerdir bu anı bekliyor ve ruhi dengemi korumaya çalışıyordum. gezdirilen tereyağı ve nihat doğan'ın aslan gibi yüreği şahidim olsun ki, güzel bir yemeğin başında vakit geçirmekten aldığım keyfi ne mimarlıktan alıyorum ne de türklükten. ben dünya vatandaşıyım ve bir iskenderin önünde dizlerimi kırıp itaat ediyorum.

mutlu azınlıkların prensi gibi çıktım restorandan. mart ile birlikte ısınmaya başlayan hava, güzel kadınların saçlarından sekip gözümü alıyordu. lüks arabaların sırayla dizildiği oto galerilerin önünden geçerken içimden bir ses "hangisini isterdin?" diye sordu, hiçbirini diye cevapladım. hayallerimde araba yok, hiç olmadı. hayallerim başkalarının gerçeği olamayacak kadar yükseklerde uçuyor. dünya'ya bakıp da soğuk bir bira içmek ya da soldier of fortune dinlemek gibi. 

işte salı günü de bitti, içme isteğim ise biraz azaldı. üşenme jeneratörlerim devreye girdi, ofisten çıktıktan sonra geri dönecek gücüm olmaz sanırım. bir şeyler yazmadan da içmek istemiyorum fakat bu saatte çıkıp da ne yapacağım ki? bir şeyler okuma ritmim yine bozuldu, sabahları son ana kadar uyuyorum. bugün 08.12'de yatağımda uzanıp maç özetleri izliyordum mesela. oysa mart ile birlikte iyi bir tempo yakalayıp sabahları koşacaktım. bunu mümkünse nisana erteleyelim esteban, hem koşu ayakkabısı da alırız. her şeye ayrı bir ayakkabı şart biliyorsun, tenise başlasam da yapacağım ilk şey gidip bununla ilgili ayakkabı hangisiyse onu almak olurdu. 

biraz önce azalan içme isteğim yine harlandı, bir paragraflık duraksama döneminden sonra susuzluğum şahlandı. gidip alayım bari, ya da otele giderken alayım, film izlerken içerim. betty blue izlemek için yeterince salı mı peki bugün? inan hiç bilmiyorum, hem de hiç.




Hiç yorum yok: