29 Eylül 2012 Cumartesi

shine on you crazy diamond

mesai saatleri içerisinde olmama rağmen sıcak kumların üzerinde, kaymakamlık tarafından sahile yaptırılan büfelerin geçici kabulünde görevlendirilmiştim fakat kabulünü yapacağım büfelerin projesi elimde değildi. ilk görüşte dahi hoşlanmadığım tıknaz müteahhide dönüp, projelerin nerede olduğunu sordum. özel idarede olduğunu ve istersem getirtebileceğini söyledi. hazır sormaya başlamışken; projeler olmadan, neyi kontrol edip de neyin kabulünü yapacağımı da sordum. daha önceki memurlarla ahbaplığı iyi olduğundan, projeden bağımsızlığını ilan etmişti belli ki ama taviz vermemi gerektirecek bir durum yoktu; insanlar arasında dolaşmaktan zaten bıkmışken, bir de kurnaz olmaya çalışanlarıyla vakit kaybedemezdim. zaman ve onun diğer isimleri önemini kaybetmişti, belirsiz bir geleceğe doğru ter kokan insanlarla sürükleniyordum. çocuk ise zamanı durdurmuştu. daha bu gece de tanık olduğum gibi, zamanı geriye bile saracak güce erişmişti. başka bir deniz kenarındaydık ve çağlar, güneşte parlayan saçlarıyla mutluydu. bembeyaz teni ve sapsarı saçlarıyla üç dört yaşlarında gözüküyordu. o kadar gerçek bir rüyaydı ki; sabaha karşı uyanıp unutmamak için telefonuma not alırken, şu an içinde bulunduğumuz hayatın (benim yazdığım, senin de okuduğun düzlemin) da başka birisinin düşü olduğunu hissettim. o uyanınca bitecekti her şey ve ciddiye almaya değmezdi. bunun, çağlar'ın düşü olmadığından bile emin değilim, bilmiyorum.

hiçbir şeyden emin değilim. bu da bana, istediğime istediğim kadar inanmamı sağlıyor. seçeneklerimi kendim yaratıyor ve seçimlerimi de kendim yapıyorum. 

tıknaz müteahhit, yarım saatlik gecikmeyle projeleri getirdiğinde ben de denizi izliyordum. en uzaktaki dalga bile zamanı gelince kıyıya vuruyor ve muhtemelen bunu kendi yazgısı zannediyordu. ne daha önce ne de daha sonra, bağımsız bir gözlemci onun ne zaman kıyıyı vuracağını biliyor; dalga ise kendi verdiği kararlarla kıyıya ulaştığına inanıyordu. dalganın denizde kat ettiği mesafe yaşam ise, kıyıya vurma anı da ölümdü. yaşam ve ölüm döngüsü, olympos'taki alkestis lahdi'nin köşelerine ağaç olarak da işlenmişti ve işin tuhaf tarafı, kayaya işlenmiş bu ağacın önünde çağlar'ın fotoğrafını iki yıl önce çekerken anlamını bilmiyordum. yağmurlu bir gündü ve antik kentin içine gömülmüş köşemizde biraz bira içip dolaşmıştık. yağmur bastırmış fakat sık yaprakların arasından geçip de bize ulaşamamıştı. 

güneş gözlüğümü çıkarmadan projeyi inceledim ve aslına uygun olarak inşa edildiğine dair imzamı attım. müteahhit, beni belediyeye geri bırakırken muhabbet etmeye çalıştı. ihaleyi çok düşük fiyata almış da, zarar edecekmiş de, bu seferlik öyle olsunmuş da... birkaç kelimeyi ancak duyabiliyor ve yola bakıyordum. yol benim kardeşimdi ve hiç bitmezdi. o sırada müteahhit, kaç kardeş olduğumuzu sordu. iki kardeş olduğumuzu söylerken, arabanın sol tarafından şimşek gibi bir yamaha fazer geçti. saatte en az iki yüz km hızla gidiyordu ve gümüş grenajlarından seken güneş, asfaltta ışıktan yollar açıyordu. egzosu, two brothers markaydı ve müteahhit bunların hiçbirisini görmemişti. çağlar, benim kontrolüm altında sürüyordu artık motorunu. hiçbir tehlike olmadan, önüne kimse kırmadan. ruhunu ruhuma kattığımdan beri, nereye gitsem o da yanımda geliyordu. aralıkta eskişehir'den istanbul'a giderken, çağlar da tren rayları boyunca ilerlemiş ve sonra da karayolundan devam etmişti. haziranda, antalya'dan eskişehir'e babalar günü için tek günlüğüne giderken bile benimle gelmiş ve babama sarılırken o da espark'ın oradan dönmüştü. temmuzda, cerenim'in yanına giderken de benimle aynı anda otogara girmiş ve sevgilime sarılırken de gülümsemişti. ben eskişehir'e bile sekiz dokuz saatte ulaşabilirken, o zamanda yolculuk yapabiliyordu. her zaman benden hızlıydı, kıyıya vurmasına az kaldığını bilen bir dalga kadar hızlıydı ve içinden gelenleri yapmıştı. 

şimdi ise onun gidişinin birinci yılında, onun odasında oturmuş ayık kafayla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. artık içmiyorum. saatlerdir shine on you crazy diamond dinliyor ve bu kadar çok paralelliği daha önce bulmamış olmama şaşırıyorum: 

"remember when you were young, you shone like the sun"

"you reached for the secret too soon, you cried for the moon"

"nobody knows where you are, how near or how far"

aylar öncesinden kabullendiğim gibi artık yazamıyorum, başlangıcımdan o kadar uzağa savruluyorum ki geri dönüş yolunu kaybediyorum. kapanmayan yazılar, aklımın yüksek tavanlı salonlarında dolaşan uçan balonlar gibi. öncesi ve sonrası olmayan cümleler geliyor aklıma günün her saati, bir yerlere yazma gereği duymuyorum. o sırada telefon çalıyor, teknik şartname ya da yaklaşık maliyet hazırlıyorum. nadiren de olsa tasarım yapabiliyorum. 

geçen sene rus zengine, osmanlı özentisi ihtişamlı bir yatak odası çizerken bu sene mezarlık girişini tasarladım. beyaz mermerden kaidenin üzerine sıra sıra ateş tuğla, sonra da beyaz bir mermer daha. mermerler doğum ve ölümün saflığını simgelerken, üst üste koyulmuş tuğlalar da insan ömrünü ve yaşama çabasını anlatıyordu. mermerler, insan ömrünün paranteziydi ve başlayıp bitiyordu. en tepede ise ışık vardı, akşam olunca bir insan boyundaki kuleleri aydınlatıyordu. o da ruhtu esasında, ışık veriyordu. bunları kimseye söylemedim, gördükleri sadece ölçülendirilmiş bir teknik çizimdi. sözleşmeli bir mimardım ve benden acilen projesini çizmem bekleniyordu fazlası değil. mimarlık birinci sınıfta hocam, yetenekli  fakat disiplinsiz olduğumu söylemişti. istikrarlı da değildim. neyse ki geçen zaman, o kadar yetenekli olmadığımı da gösterdi. bazen yaşlılar bile yanılıyor. word'te keşif metraj hazırlarken de yetenekten ziyade, hücre biçimlendirme önem kazanıyor. satır aralığı ve puntolar. türlü tuhaf saçmalıklar. 

bir sene geride kaldı evet, biz geride kalan üç kişi birbirimizden destek aldık ayakta durabilmek için. yağan yağmur, geçen zaman, doğum günü, bayramlar, seyranlar derken; bütün bu özel günler karnımıza saplandı. evde pek konuşmadık, herkes acısını kendisine göre yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak ama ailemiz tekrar çoğalacak. çagi, her zaman benim korumamda olacak. yeni yollarda, başka ülkelerin sokaklarında, gümrük kapılarında ya da sarp bir dağ geçidinde fark etmez; her zaman motorunu istediği gibi sürecek. ona olan inancımı o kadar sağlam temellendirdim ki, çoğu zaman dünyadan şüphe duyuyorum fakat ikimizin arasındaki bağdan asla. onunla istediğim zaman konuşabiliyorum. onu biliyorum. nelere güleceğini, şimdiki zamanımda karşılaştığım insanlara ne tepki vereceğini, üstün yeteneğiyle taklitlerini nasıl yapacağını. her motor sesinde, kaskını takmış her sürücüde kardeşimi görüyor ve beraber gittiğimiz yolları düşünüyorum. bazen delicesine motor sürmek istediğimde bunun nedenini biliyorum. cerenimle, hayatımı birleştireceğim sevgilim ile kaleye çıkıp sarılmışken; uzaktaki kayaya konan bir yusufçuğun kim olduğunu biliyorum. geçen hafta sonu willy ile yine aynı yere çıkıp, çantada getirdiğimiz biraları "forever young" eşliğinde içerken çıkan rüzgarın, aslında kim olduğunu da biliyorum. ay, tamama erip yolda olanları aydınlattığında; bir zamanlar bizim de yolda olduğumuzu ve yolun hiç bitmeyeceğini de biliyorum.

senden bir sene uzaklaşmadım güzel çocuğum, sana bir sene yaklaştım. dünden yakın, yarından uzağım. ne zaman kıyıya vuracağını bilmeyen bir dalgayım. abinim ve öyle kalacağım. evlenip çoluk çocuğa karışsam, baba ve koca olsam da abin olduğumu unutmayacağım. 

ve sadece ikimizin bildiği bir şeyle yazıyı bitireceğim:

"çipike kima"