30 Nisan 2012 Pazartesi

exit april

uriah heep'in insanı duvardan duvara çarpan july morning'ini temmuzun sarısında dinlemek neyse, deep purple'ın april'ini nisanda dinlemek de o. zamanın bölünmesine ve saliselere varana dek parçalanmasına karşı çıkan bir insanım fakat aya ya da güne özel şarkıları tam zamanında dinlemenin övgüsünü yapmaktan da kaçınmam. friday i'm in love takım elbisemin iç cebinde, ruby tuesday ise abanoz çekmecemin en üstündedir. müziği ve ona tutunmayı severim, dört dakikalık bir parçaya tüm hayatımı ve şu anda dinlediğim 12:03'lük april'e ise tüm insanlığın senfonik macerasını sığdırabildiğimi iddia ederim.

öğlen yemeği için balıkçının en dibindeki masaya çöküp akvaryumda endişeli balıklara bakarken, yan masadaki turistlerden birisi bu dünya'da en sevdiği yerin romanya'da bir kafe olduğunu söyledi. vay canına, başka gezegenleri gördükten sonra birisi ondan seçim yapmasını istemiş gibiydi ve o da bu kadar ısrara dayanamayıp sonunda cevaplamıştı. romanya'ya dair bildiğim birkaç şeyden birisi, film çekimi için izin alınamadığından im juli.'nin bu ülkede geçen kısmının fotoğraflardan ama çok güzel fotoğraflardan oluştuğuydu. karpatların maradonası hagi, gigi multescu ve birkaç daha escu vardı fakat dünya'nın en güzel kafesinin orada olduğunu duymamıştım. duvarları ne renkti acaba, içki ruhsatı var mıydı? gece yarısı gizlice kumar oynatılır mıydı bazı turistlerce en iyisi olarak kabul gören bu kafede? servis yapan kız, artık iyice yaşlanmış turistin bundan on yıllar önce italya'ya giderken bindiği feribotta karşılaştığı ve bir daha göremediği kızı mı hatırlatmıştı ona? kızın lacivert gözleri ve aynı renkli bir fuları vardı, canon ae1'i ile eski bir pardesü giymiş küçük bir çocuğun fotoğrafını çekmişti.

tabaktaki balık akvaryumdakilerden daha anlamlı gözükürken, iş arkadaşlarım da spirulina diye bir şeyden ve sağlıklı yaşamdan bahsediyordu. protein ve vitamin deposuymuş, diğerlerine tur bindirirmiş. daha önce duyup duymadığımı sordular, onlara duymadığımı söyledikten sonra kızgın yağda gözleri patlayan balığıma baktım. spirulina ile bundan on sene önce karşılaşmıştım, o zamanlar ege üniversitesi bünyesinde yetiştirilen bir yosundan fazlası değildi. bir dersimiz esnasında, ege bilim-teknoloji araştırma merkezinde görmüştüm onu ve ilk gördüğüm andan itibaren iğrenmiştim. hepimize biraz tattırmışlardı, willy manyağı haddinden fazla yemiş ve yeşile boyanan dilini arsız bir ejderha gibi çıkarıp durmuştu. çevremde olan herhangi bir şey büyük bir tesadüf eseri daha önceden karşıma çıkmış oluyor ve sadece şimdimi geçmişle süslediğim yazılardan başka bir şeye dönüşmüyordu. oysa gelecekten de bahsetmek istiyordum, birkaç gün önce maaile salondaki beyaz koltuklarda oturur konuşurken, dayımın dediği "kırk yol sonra hiçbirimiz yokuz" kehanetinden bahsetmek istiyordum. bizim sülalede, uzun yaşayanlar pek görülmezdi fakat çok erken gidenler de olmazdı. bizim sülalede daha önce çok güzel gitar çalan da gitarın icadından bu yana pek görülmemişti.

spirulinayı, romanya'ya en az bir kere gittiği kesin olan ak saçlı turisti ve sağlıklı yaşam zırvalarını ardımızda bırakıp yemeği yedikten sonra kalktık. öğle tatili bitmişti ve geri dönmek zorundaydık. geri dönüp birkaç saat daha durduktan sonra 1 mayıs tatiline girecek, ondan çıktıktan üç gün sonra da tekrardan hafta sonuyla kutsanacak ve yakın çevremize, çalışıyor muyuz yoksa şakalaşıyor mu bilemedik valla şekerim diye fısıldayacaktık.

kepçeyle radara giren ve ehliyet sınavındaki yanlış şıkların eser miktarda kırmızı et ile harmanlanmasından yaratılan kepçe operatörümüzü elinde siyah bir horoz ile siyah plakalı motosiklette görene kadar her şey olağan seyrinde ilerliyordu. onu görünce adeta çıldırdım ve kanat çırpmaya başladım. tek elle motor sürüyor, diğer eliyle de horozu bileklerinden baş aşağı sarkıtıyordu. kırmızı ışıkta yan yana durduk ve tüm kainata ters bakan horoza baktıktan sonra pencereyi hafiften kapadım. çünkü tüm dünyadan intikam almayı en az old boy kadar kafasına koymuş horoz, ani bir hamle ile kepçelerin efendisinin elinden kurtulabilir ve arabaya atladıktan sonra beni yolabilirdi. neyse ki horoz tüm gücünü toplayamadan yeşil yandı da, motoru ardımızda bıraktık. ilçe merkezindeki dev panolarda, yaptığım üç boyutlu çalışmaları görmek horozun yarattığı dehşeti bastırmaya yetmedi. herkes beğenmişti fakat horoz tüm her şeyi gördüğü gibi, tüm görselleri de tersten görmüş ve bunun da intikamını almaya ibiği üzerine yemin etmişti.

dayreye geldikten birkaç dakika sonra, antonov tipi kargo uçağıyla haftalık inişini yapan kargocu bıkkın tavırlarla odaya girdi. herkes yine internetten bir şeyler almıştı ve koşu ayakkabılarımız da sonunda gelmişti. kutuları açıp ayakkabılara doğru hımmladım, güzel görünüyorlardı fakat çocukluğumda ayda yılda bir sahip olduğum için ilk gece yatağımda yatırdıklarımın yanında birer hiçtiler. adidas streetball için anneme yalvarmalarımı bir türbine bağlayabilseydik tüm sahil şeridini ledlerle aydınlatabilirdik fakat o zamanlar ledler pek yaygın değildi, saatlerce boşa yalvarmıştım. alacağım ayakkabı türü kalmamıştı artık, spor yapmaya başlayabilirdim.

erken biten günün ardından eve elimde kutularla geldim. panpa manyağı yine dışarıdaki kuşlarla atışıyor ve onlara ağza alınmayacak küfürler ediyordu. ben geldim kuşukuşu dedim, iki gözüyle sırayla baktı, ıslık çaldı ve sonra da işine geri döndü. 

nisan sonunda bitmiş ve yanında ibikli bir horoz ile bir daha dönmemek üzere giderken de deep purple'dan april'i istemişti.




28 Nisan 2012 Cumartesi

27 Nisan 2012 Cuma

üç kelime tekkesi

denize kavuşan dere yatağının, bir ekim ayında aniden bastıran yağmurla taşıp tüm arabaları denizin dibine gömmesine ve benim rajaz'la bir dost meclisinde tanıştırılmama daha seneler vardı. 

üniversite serüvenimizin ilk yıllarında kadim dostum zaphod ile istanbul'dan olimpos'a gelir ve kadirs'in nispeten ucuz odalarında iki sefil gibi kalırdık.  birinci sınıflar geride kalmışken, yolların bizi nereye sürükleyeceğine pek takılmadan en yakın marketten aldığımız biraları siyah poşetlere buzlarla birlikte doldurur ve içmeye, antik roma'da tanrılık ya da nalbantlık yapanların da tanıklık edeceği üzere sadece içmeye giderdik. sel, dere yatağının   bakir tabiatını henüz alıp götürmediğinden, koyu gölgenin ve durgun suyun kenarına geçici obamızı kurar ve sahaflar çarşısından aldığımız kitaplara gömülürdük. on the road ve jack kerouac ile yeni tanıştığım zamanlardı, dere kenarının artık kalmayan huzurunda gittikçe artan sarhoşluğun içinde uzanır ve hayal kurardım. yaptığım tüm hatalar ve aldığım kararlar, beni dostumla olmak istediğim yere taşımışsa bir şeyleri doğru ya da yanlış diye ayırmanın gereği olmadığını düşünürdüm. çalı çırpıyla ve beyaz taşlarla kuşatılmış bir sessizliği bazen pedal sesleriyle böler ve kadirs'ten kiraladığımız bisikletler ile adrasan'a ya da beynimize yeterince güneş geçmişse 10 km'lik yokuştan sonra ulupınar'a giderdik. adrasan'da dayım vardı ve otelin barında bize bira ısmarladıktan sonra arabayla geri götürmeyi teklif etmişti.

binlerce günbatımından sonra, dayım adrasan'dan ayrılıp ingiltere'ye yerleşti ve kendisini jedi zanneden çok güzel bir çocuğun babası oldu. kuzenin nikahı nedeniyle geçen hafta gelmişti, dün de doğumgününü adana kebap ve duty free'den getirdiği enfes viskiyle kutlarken bir şey daha öğrendim: eşiyle aynı yılın aynı gününde dünyaya gelmişler. birbirlerini bulmaları, dayımın jose arcadio buendia gibi tüm dünyayı defalarca dolaşmasından ve bizim bisikletler ile olimpos'tan adrasan'a birkaç saatliğine gelmemizden sonra gerçekleşmiş. 

bisiklet ile çıktığımız ulupınar'ın dönüşünü çıralı yolundan gerçekleştirdik, bir kere bile pedal çevirmeden kendimizi eğimin güzelliğine bıraktık. yeterince eğim olduğu takdirde dünyanın sonuna bisikletle gider ve orada beni bekleyen yağız bir at bulacağıma inanırdım. ortaköy çarşıda birdenbire patlayan silahların, okuldan kaçıp intihar etmeye karar vermiş handan adlı genç bir kızı kolundan yaraladığı ve büyük bir şans eseri genç kızı intihar fikrinden vazgeçirdiği bir perşembe gününde, karmaşadan tamamen uzak iki kafadar olarak bisikletlerle çıralı'ya indik. yol bizi deveye götürdü, yanlış patikaya sapmış ve olimpos'a gidecekken ağacın gölgesine çökmüş bir deveye ulaşmıştık. zaphod, tüm bu yol edebiyatının avradını sikerim dercesine deveye bakmış ve bir sigara yakmıştı. o zamanlar tek tük de olsa içer, istiklal caddesi'nde yeterince sarhoş olmuşsak da nargileye sarılıp tavla oynamaya klan'a giderdik. tavlada kimin yendiğini detaylarına kadar kara kaplı bir deftere yazar ve sekban-ı cedid ajanı gibi bunu imzalarımızla kayıt altına alırdık. gerçek birer sinir hastasıydık ve içilmesi gerekenden fazlasını içtiysek, taksi diye sarı opel tigraların peşinden koşar, bazen de üstlerine atlardık. biyolojik artıklara dönüşüp hiçbir şekilde hatırlamadığımız kayıp saatlerimizde, muhtemelen arsen lupen'in terasında mad world dinlerdik. piyano sesi boş kafalarımızda yankılanırdı. gençtik ve cesur yürek gibi gözümüzü kırpmadan arka sokaklara dalardık. 

sahibi olmayan zeytin ağaçlarının altından, yeni aldığımız ve birkaç megapikselden fazlası olmayan makinelerimizle patikaları takip ederken de hayat, evren ve her şey hakkında fütursuz fikirlerimizi savururduk. bazı sert köşeli fikirler kertenkelelerin kafasına saplanır ve görkemli sefilliğimiz, sürüngenler aleminde insanlığın geri kalanı için derin bir hayal kırıklığı yaratırdı.

pedal basmaktan titreyen bacaklarımız ile gözleme yapmaktan kendilerini kaybetmiş teyzelerin önünden geçerken, yol boyu içtiğimiz biraların kanıma karışmasıyla eski kız arkadaşlarımı düşünürdüm. sabahın beşinde ankara metrosunda bekleyip, küpenin bana yakışacağını düşündüğü için kulağımı deldirdiğim mavi gözlü kızdan ayrılalı çok olmamıştı. ani ayrılık sonrası oluşan anafordan kurtulup bir şekilde hayata tutunmuş ve yanılgılarımla yaşamayı öğrenmiştim. akşamın geç saatinde tekrardan kadirs'e ulaşıp bisikletleri ait oldukları yere bıraktık. çoğul yorgunlukların esiriydim ve önümüzdeki saatler boyunca yerimden kalkmayı istemiyordum. uzandığım hamakta uyuyakalmışım, rüyamda okulu bitirdiğimi ve mies'inki kadar güzel pavilion tasarlayıp ödül aldığımı gördüm. redd'in ilk albümünü çıkarmasına bir seneden fazla vardı fakat bir prensesin uykusunda olduğumu daha o zamanlar biliyordum. hiçbir şey gerçek değildi. uyanınca bitecekti.

uyandım ve kendimi bir ekranın karşısında, bir devlet dairesinde buldum. zaphod istanbul'da kalmış, ben ise antalya'ya dönmüştüm. üç kelime verin de bir şeyler uydurayım diye başlattığım oyun kontrolden çıkmış ve saatlerdir yazdığım halde ancak yola gelmişti... 

(bundan sonra yeni yorumlar dikkate alınmayacak, çok ısrarcı olunduğu takdirde yasal işlem başlatılacaktır. alttaki fotoğraf ise mailin dehlizlerinden - mimarlık fakültesi merdivenlerine kusacak kadar çok içtiğimiz ytü şenliklerinden sanırım- soldaki ben sağdaki zaphod - kime göre soldaki abi? -hangi?)






26 Nisan 2012 Perşembe

üç kelime ver

tüm siktir etme devrelerimi açık tuttuğum halde canım epey sıkılıyor. kaçıp da gidemediğime ve aklımdakiler de beni bir sonuca götürmediğine göre şöyle yapalım:

sen bana üç kelime söyle, ben o üç kelime ile bir hikaye yazmaya çalışayım. bu hikayeyi yazma esnasında gerçekliği ardımda bırakırsam ne ala. eğer bu da işe yaramazsa çekeceğimiz çile var cümbür cemaat. depresyona mı giriyorum, yoksa depresyon mu bana giriyor pek anlamadım fakat ortalığı havaya uçurmak makul bir seçenek gibi geliyor. yirmi aya yüzde sıfır faizle ortalığı havaya uçurmak için bankaya gidip güvenlik görevlisiyle tartışmak bir sonraki seçeneğim olsun, hadi bana üç kelime söyle. 



25 Nisan 2012 Çarşamba

one more cup of tea

geçimini sadece müzik yaparak sağlayamayan bob dylan, 1976'daki desire albümüne koyacağı one more cup of coffee'yi sözleşmeli memur olarak çalıştığı 1960'ların sonunda bir günde, daha ilk kahvesini bitirmeden ikincisinin geldiği bir sabah vaktinde yazmış ve işine geri dönmüştü. 

kıvırcık saçlarını kısa kestiren genç adam, resmi yazılara bile anında bir beste buluyor, demir ayaklı masasında parmaklarıyla ritm tutuyordu. kendi ruhunun müziğini seneler önce kaybeden müdürü, ara sıra gözlüklerinin üzerinden bu tuhaf adama baktıktan sonra da işine geri dönüyor ve sık sık saati kontrol ediyordu. tavana kadar yükselen dolaplar dosyalarla kuşatılmışken bir kahve daha içen bob'un aklında dolaşan melodiler ise zamanı hızlandırıyor ve 21. yüzyıla çoktan girmiş başka bir genç adamın aklını esir alıyordu.

biraz önce, çayımın son çeyreğine ancak gelmişken yenileri geldi. kimsenin konuşmaya mecali yok, yüzde elli katılım ile mesai macerasına devam ediyoruz. devamsızlık yok demişlerdi fakat uzun süredir tam kadro değiliz. ben, demir ayaklı abanoz masam kadar demirbaşım. çok canım sıkılmadığı sürece dışarıya çıkmıyorum. geçen cuma, hafta boyunca tavan altında durmaya daha fazla dayanamayıp öğleden sonra araç istemiş ve çevredeki tarıma yönelik binaları gezmeye gitmiştim. geçtiğimiz haftalarda projelerin modellemesini bitirip pasif çalışma evresine geçtim, makine sabah sekizden beri 8000*6000'lik bir render için tam mesai çalışırken ben de makinist gibi sadece ufak ayarlamalar yapıyorum. geçen haftalardaki onurun istekli çalışması, bu haftaki beni biraz rahatlatsa da ortalama bir memurun birkaç katı daha fazla işlem hacmi yaratıyorum. onlara dönüşmek ne kadarımı alır bilmem, bunlar umursadığım şeyler değil.

büyük bir boşvermişlik ve bu boşvermişliği bir arada tutan siniri ayıklanmış bir parça kırmızı etten ibaret olduğumu düşünüyorum bu aralar. sanki ben uyurken şırıngayla sakinleştirici zerk ediyorlar iri bedenime. pek oyalanmadan yatıyor, saatler boyunca uyuyor, kalkarken bile kainatı siktir ederek kalkıyorum. pazar akşamı canım sıkılmıyor, pazartesiden nefret etmiyorum. insanların neler hissettiklerine odaklanamıyor, kendi iç dünyamda boylu boyunca uzanıyorum. başka bir zamanda yaşıyorum sanırım, tüm bu anlar da çoktan yaşanmış ve bitmiş. kravatım gömleğimle, pantolonum da kunduramla uyuyordur muhtemelen. grinin tonları, mavinin tonlarıyla uyum göstermeseydi ortaokul ve lise hayatım bu deryada şaşkın bir balık olmakla geçmezdi. hayat zordan kolaya evriliyor. yazılı-sözlü ve ödev yok, ay sonuna kadar durup biraz işe yararsam maaş alıyorum.

dün, babama ve bana koşu ayakkabısı aldım. aynı modelin farklı renk ve numaraları. trendyol'da inanılmaz indirim vardı şekerim, o paraya pabucun tekini alamazsın. babama ne kadar benzediğimi bilsen şaşardın. bedenen kendimizi yorarsak, düşünmeye pek dermanımız kalmaz. ben tanrının belki de yaşayacağım zor günlere az da olsa destek olsun diye verdiği hayalgücü ve gerçeği değiştirebilme becerisiyle bir şekilde idare edebiliyorum fakat babamın üzerinde yürüdüğü yol çok daha ince. bir insan, babasını ve oğlunu toprağa vermemeli. neden diye sormuyorum, cevabını almayacağım sorular vaktimi çalıyor.

render devam ederken, biraz fazla pozladığım için çeşitli yerlerde ışık patladı. her şey bir kutucuğa rakam girmekten ibaret olsa da, nerede ne yapacağını bilemezsen cinema 4d'de hiçbir şey yapamazsın. hatam ise f değerini 8'den 6'ya düşürmek oldu. çıktılar biraz karanlık çıkar bu kainatta, o yüzden biraz daha ışık diye sayıklamak sadece benim değil, yanlış bilmiyorsam goethe'nin de sorunuydu. let there be more light ise pink floyd-a saucerful secret'in ilk parçasıydı. paramparça bir sürü bilgi resmi geçit yapıyor beynimde, içimde ölen biri var.

sekiz saat yerimden kalkmadan yazabilir ve başka insanları ciddi bir çalışma içinde olduğuma inandırabilirim. başkalarını inandırmak konusunda sıkıntı çekmiyorum fakat kendime yalan söylemek, gerçekten zor oluyor. biraz içmem gerekiyor bu iş için. benim birazım bile yavru bir deveyi bayıltabiliyor. neylersin, ölüm herkesin başında. uyudun uyanamadın olacak. musalla taşı mı yoksa musallat aşı mı? yeter artık bir şey deme takalın.

öğlen arası çoktan bitti, uygun fiyata müstakil bir şiş piyaz bulup onu yedikten sonra da denizi izlemeye gittim. birkaç martı, gemisiz bir deniz. je vais bien ne güzel bir filmdi, kardeşini arayıp duruyordu güzel lili. izlemediysen izle, en kötü ihtimalle şarkıya aşık olursun eğer kolay aşık olabilen biriysen. kardeşinin bir gün döneceğine mi, yoksa günün birinde onun yanına gideceğine mi inanmak isterdin? seçim şansın var ne güzel, benim tek seçeneğim tüm bu keşmekeşi ardımda bıraktığımda yeniden gün batışına doğru ilerleyeceğimize tüm saflığımla inanmak oluyor. bakalım sonrasında ne olacak, diğer tarafta da yazmaya devam edebilecek yoksa bunun imkansızlığını gördükten sonra geri mi döneceğim?

aslında bir kasa bira ile tanrının huzuruna çıktığımı ve bana sorduğu "neden tuborg?" sorusunu cevaplamak için dünya'ya geri dönüp bu blogu açtığımı daha ilk yazıda yazmıştım. unuttun değil mi? unuttun mu beni?


23 Nisan 2012 Pazartesi

zamanı durdurmanın kısa tarihi


cuma öğlene doğru tuborg'tan iki kişinin beni belediyedeki odamda ziyaret etmesiyle başlayan festival, akşama doğru hediye aldığım bir kasa tuborg gold ile perçinlendi. kasanın yarısını buzluğa sıkıştırdıktan yarım saat sonra, şişelerimizi farklı sebeplere kaldırdık. dayımın ingiltere'den gelmesine, bir gün sonra evlenecek kuzene, çektiğim fotoğraflara (tuborg'un bu güzelliğini, facebook'ta bir fotoğrafımın birinci gelmesiyle açıkladım bizimkilere. diğer türlü, benim birayla yaşayan bir tür droid olduğumu düşünürlerdi), artık aramızda sadece ruhuyla olanlara, umuda ve geleceğe... herkesin kendine göre bir sebebi vardı, ben en parlak yıldızı kerteriz aldım. nikah telaşı ile geçen iki günden sonra, bugün ancak gezmeye gidebildik. arabaya öyle bir doluştuk ki kuzenlerle birlikte, bana bagajın tahmin edilemez rahatlığı kaldı. bir küçükbaş beynine sahiptim ve arabanın arkasında keyfim yerindeydi. çıralı'ya doğru yola çıktık. koyun diğer ucunda olimpos ve onun sağ üstünde ait olduğum olimpos kalesi vardı. penceresinde dikilip de zamanı durdurmanın ince hesaplarını yapmamın üzerinden tam üç sene geçmiş. zamanı durdurmak artık umrumda değil, sular gibi çağlasın. uzun yazmak yine nasip olmadı, o yüzden olimpos'ta dolaşan tüm özgür ruhlara ve pencerede dikilip de geçmiş yüzyıllara bakanlara, üç sene öncemden gelsin:

...

ortaçağ kalesinin yığma taş duvarları arasındaki pencereden denize doğru gözümü kırpmadan bakarken zamanı durdurmak tilki gibi kafamda dolaşıyordu. varmak istediğim noktaya sonunda varmıştım, sessizliğin içinde denize bakıyor ve ruhumu özgür bırakmaya adım adım yaklaşıyordum. zamanın beden üzerindeki tahribatı ve ruhu buna bağlı olarak değiştirdiği gerçeği ancak zamanı durdurmakla bertaraf edilebilirdi ve bir nisan vakti bunu gerçekleştirmeye çalışıyordum.

kalenin surlarında saatlerce kalıp kendi içsesimi bile duymadan doğayı dinledim. balık sürülerinin arkalarında bıraktığı sesler, mürenin kayaların arasına sinmişkenki fısıltısı, mağaranın içine giren dalgaların kristal tavandaki yankısı, açıklardan geçen bir teknenin gıcırtısı, uçurumun kenarındaki ağacın hışırtısı derken zamanı durdurmak için gözlerimi kapattım. 

ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama öğleden sonra kapattığım gözler, tan yeri ağarırken açıldı. güneş, denizin hemen üzerindeki bulut kümesinin arkasına geçmiş nazlanarak yükseliyordu. ufku ve denizin yüzeyini kızıla boyayan ışığa gözlerimi diktim bu seferde. görünürde tek bir tekne yoktu; yüzyıllarca uyumuş olabilir miydim? ışık huzmeleri, bulutları yarmaya çalışırken hangi yılda olduğumu umursamadan baktım umudun mücadelesine. hangi yüzyılın sabahıydı bu? kızıl kadifeden sabahlığını giymiş deniz usulca hareket ederken gözlerimi bir kez daha kapattım. zamanı durdurmak belki mümkün değildi ama onu umursamayıp saate bakılmadığı sürece astral bir seyahat gibiydi her şey. 

sonsuz kadar kısa süren bir karanlıktan sonra tekrar gözlerimi açtım. yine aynı yerdeydim, yine ortaçağ kalesinin yığma taş duvarları ve penceresinden denizi izliyordum. ne tekne vardı ne de doğan güneş. ileride lacivert bulutları seçebiliyordum bir de denizin mavimsi siyahlığını. paha biçilemez gibi mücevher gibi parlıyordu. 

sanırım milyonlarca yıl uyumuştum. kıtalar yer değiştirmişti; yeryüzü plakaları çarpışmış yeni dağlar ve adalar meydana gelmişti. önceki seferlerde görmediğime emin olduğum bir dağ sol tarafımdan yükselirken, adalar da serpiştirilmiş gibiydi. tüm insanlık dünyadaki hayatı tükettikten sonra başka bir gezegene giderken beni almayı unutmuştu. bu koyu lacivert gezegen ve geride bir tek ben. tüylerim ürperdi; zamanı durdurmak mümkün olmamıştı ama milyonlarca yıldır aynı yerde duruyordum. ortaçağ kalesini yapan adamların diktiği bir heykel olabilir miydim acaba? mermer beyniyle düş gördüğünü zanneden; gözlerinde yaşama dair en ufak bir iz bile olmayan, kendisini yaşıyor zannedip neden hareket edemediğini bir türlü sorgulamayan?

on binlerce kez gün doğumuna bakıp, denizin her rengine tanık olmuş sessiz bir bekçi olmam ne kadar mümkündü?

en son kendi sesimi ne zaman duyduğumu, ne zaman yemek yediğimi, ne zaman başka bir yerden baktığımı, ne zaman düştüğümü, ne zaman aşık olduğumu, ne zaman yorulduğumu hatırlamaya çalıştım. her şey silinmiş gibiydi; zamanı durdurmak dileğim evrenin bir anında gerçek olmuş ve ben taşlaşmıştım. ortaçağ kalesinin penceresinden izlerken dünyayı, heykele dönüşmüş ve çok uzun sürecek bir tutsaklığa hüküm giymiştim. oysa zaman durmamalıydı, bir sürü pencereden bir sürü yere bakmalı ve hareket etmeliydim.

zamanı durdurmak ve hep orada kalmak isteğimin manasızlığını anlamıştım ama çok geçti sanırım. gözlerimi açmayı denedim; tüm bedenimi ve ruhumu hayata son bir kez dönmek için kullandım. hareket ederek ölmeyi, hareketsiz binlerce seneye tercih ederdim ve gözlerimi açtım.

yine aynı yerdeydim ama boynumda fotoğraf makinem vardı. sesimin çıkmayacağına emin şekilde bağırdım. çığlığım uçurumda yankılandı. tekrar hayata dönmüştüm. hayatın anlamını taşıyan rüzgar yüzümü yaladı. fotoğraf makinemi çıkartıp binlerce yıllık serüvenimin fotoğrafını çektim.


20 Nisan 2012 Cuma

halkımla mutlu

jack kerouac, spontane düzyazının temellerinde "eğer mümkünse bilinçsiz bir şekilde yazın" der.  "görüntüyü nasıl betimleyeceğiniz hakkında önceden düşündüğünüz bir fikirden başlamayın, onun yerine yazı yazma esnasındayken zihninizdeki görüntünün mücevherimsi ilgi odağından başlayın ve lisan denizinde dışarı doğru yüzün."

"kelimeler seçilmemelidir, onun yerine özgür sapmalar (çağrışımlar) ile zihindeki düşünce ve kelimeler denizinde yüzülmelidir, belagatli soluk verme ritimlerinden ve sitem edilmiş ifadelerden başka bir disiplin olmamalıdır, tıpkı bir yumruğun her bir eksiksiz ifade ile masaya vuruşu gibi..."

sabah erkenden büyük bir panonun önünde dikiliyor ve bir gün önce asılmış resimlere bakıyordum. fotoğraf değillerdi (sanal gerçeklik, bir görselin fotoğraf olmasını bence sağlamıyor). ecnebinin vignetting dediği şey, resimlerin başına az da olsa gelmiş ve projenin köşe noktalarını karanlıkta bırakmıştı. panoda asılı olanlar, benim birkaç haftadır üzerinde pek çaktırmasam da yoğun bir şekilde çalıştığım üç boyutlu çalışmalardı. hafif perspektife kaçan bir vaziyet planı ve projenin çeşitli köşelerinden görüntüler. idari bina, ardiyeler, giriş-çıkış ve kontrol kulübeleri. panonun önünde dikildim ve yedi metrekarelik eserime baktım, hemen herkes beğenmiş ve benimle birlikte panonun önünde dikilmeye başlamıştı. halkımız, projenin bir an önce hayata geçirilmesini istemekle birlikte bunun asla gerçekleşmeyeceğini kulaktan kulağa fısıldayan ketum insanlardan oluşuyordu. sabırsız fakat iyi niyetlilerdi. aralarından en kötüsü bile, sadece kaçak bir yapı yapmış ve o kaçak yapıda kumar oynatmayı denemişti. kumar iyidir, algı kapılarının pirinç kulplarını tutup gözenekleri açar. gözenekleri, ağzının kenarındaki bıçak iziyle jokeri anımsatan tokatlı bir tellak kadar iyi açar hem de. 

hala sabun kokuyordum, dün akşam babam ve dayımla birlikte türk hamamına gitmiş ve naçiz bedenimi bir tellağa emanet ettikten sonra göbektaşına göbeğimi yatırmıştım. ne zaman sesimin yankılandığı bir ortama girsem, hemen paranoid android'in ortasında yer alan rain down ilahisini söylerim.  gözlerimi kapattım ve kendimi sıcağa teslim ettim. hayatımda çok önemli bir yere sahip olan dayım yine gelmişti ingiltere'den. young padawan da gelecek ay annesi ve ışın kılıcıyla teşrif edecekti. "buraya senin veledi getirsek, mustafar'a gelmiş anakin gibi olurdu dayı" dedim, güldük. 

panonun önünde biraz daha dikilip, bir sonraki görselde yapmamam gereken hataları aklıma kaydettikten sonra dayreye geldim. başkandan meclis üyelerine, vatandaştan çölü geçen deve kervanının yanık yüzlü sahibine kadar herkes mutluydu. ben de bugünü atlattıktan sonra üç günlük bir tatile girecek fakat tam ortasına denk gelen kuzen düğünü nedeniyle de yeterince uzanamayacaktım. bir hamakta sallanmayı, kraliyet düğününe bile tercih ederim fakat evlenen de neredeyse en önemli kuzen olunca, buna takılmadım. gerekirse çeyrek bile takar, disko topunun altında break dance yapardım.

bu arada rüyamda seni gördüm lan willy şerefsizi, saçın ve sakalın birbirine karışmıştı ve yine kolumdan çekerek bir şeyler için ısrar ediyordun.

üçüncü çayımın ortasında ve projenin tanıtım aşamasını bitirdiğim için kısmen rahatlamış bir benliğin yönetimindeyken, yerel gazetecimiz geldi. o da panoyu görmüş ve bundan iyi haber olacağını düşünmüştü. bilgisayardaki çalışmaları ona yollayabileceğimi söyleyince güzel yüzü güldü ve gözlerinden olası manşetlerin nal sesleri geçti. ilçede ses getiren nadir şeylerden birisi pano dikilmesi oluyor ve herkes, belediyede işe başlayan genç mimarın parmaklarının ucundan dökülen görsellerin karşısına geçip torunlarına anlatacakları umutlarla doluyordu. 

üçüncü çayımı bitirmeye yakın dördüncüsü geldi, stuttgart karşısındaki messi gibiyim bugün. hafta sonu barca-real'den, gs-fb'ya dek epey maç var fakat mahşer yerini anımsatacak evin içinde televizyonu nasıl denk getiririm bilmiyorum.

aslında bahsedeceğim şeyler bunlar değildi fakat bilincimi serbest bırakınca bunlar döküldü. yerel gazeteye, çizimlerle birlikte blogtan birkaç yazı gönderirsem halkta yaratacağım infiali ve hayal kırıklığını düşünüp gülümsedim. bu sırada birisi "onur bey" diye seslendi, ona dönüp bakmadan önce tam senin şu anda okuduğun cümleyi yazıp yolladım. çaktırma panpa ;)


16 Nisan 2012 Pazartesi

askeri kahve

bundan tam iki sene önce yazmaya karargah binasının herhangi bir yere erişimi olmayan bilgisayarında başlayıp türlü badireler atlattıktan sonra internete yüklemeyi başardığım bu kahve yazısını sonradan hiç okuma fırsatım olmamış. yazdıklarımın hemen hepsini unuttuğumdan kendimi tekrarlama hatasına düşüp düşmediğimi bile bilmiyorum. iki sene önce diyarbakır'da, yeşil kamuflajlarımla cam tuğladan cehennem duvarının yanındayken, şimdi açık gri pantolon ve mavi bir gömlekle belediye binasındayım. komutanların göz açtırmayan baskısından sonra her şey alabildiğine serbest. öğlen ne yiyeceğimi seçme hakkım var, her gördüğüm herife de elimi şapkamın önüne götürerek selam vermek zorunda değilim. tüm zorunluluğum bitti, kahve istersem de yanımdaki telefonu kaldırmam yeterli. ehliyet bile opsiyoneldi fakat yine de sınava girdim, 120 soruda 118 doğru çıkarırsam kimse şaşırmasın. sınavdan çıktıktan sonra ensemden sokan arı da şahidim olsun ki artık askerde değilim, istediğim zaman da kahve içerken rajaz dinleyebilirim...

...

öyle bir sabit ki hayatımda; geçen sene tam şu anda, yani 14 nisan 2009 15.15’te, yine kahve içip bir yerlere bir şey yazdığıma eminim. dudağımın arkasında beklettiğim kahveyi içmekten ziyade damıttığımı, çalışmayı pek istemeden akşamı beklediğimi, kahvenin beyaz kağıt üzerindeki desenlerine takılıp kaldığımı ve çalan müziğe tutunup zihnimi serbest bıraktığımı biliyorum. format aynı kalsa da, mekan-insanlar-müzik-sosyal hayat değişti sadece. geçen sene mutlak surette rajaz dinlerdim, pahalı duvar kâğıtlarının çevrelediği mekanda kutsal şarkım çalarken, patroniçem de bu ritüele sigarasıyla destek olurdu. loft furyasına kapılıp tepesinden sanayi tipi dev aydınlatmaların sarktığı ofiste rahatsız edenimiz çok olmazdı, kahve ayini başarıyla biterdi. kahvenin seçici geçirgen hücre zarımdan içeriye girmeye çalışması da dahil olmak üzere kainatta olup biteni kısa süreliğine görürdüm. güneye doğru uçan bir kuşun gözünden bakardım bazen hayata, bazen de binlerce yıldır doğru zamanın gelmesini bekleyen virüs gibi hareketsiz kalırdım. garcia marquez’in bir kitabında yaşadığımı ve kitap okundukça hayatıma devam edebileceğimi düşünürdüm. 

şimdi rajaz çalmıyor, sqny marka sikindirik radyomuzda rajaz niyetine funda arar’dan “yalnız ve paramparça” dinliyoruz. patroniçe gitmiş yerine bet suratlı bir binbaşı gelmiş ki hayatımın geri kalanında böyle bir insanla aynı ortamda çalışmayacağımı bilmek rahatlatıyor. daha önce çalıştığım herhangi bir yer, balayı süiti gibi kalıyor bu evrak ve prosedür cehenneminin yanında ama bir kere yapılan bir hizmet olduğundan susuyorum. hayat da bir kere yaşanılan bir serüven olduğundan normalde de susuyorum gerçi, yazının keşfi sanırım en çok bana yaradı. tarih öncesi dönemlerde yaşasaydım muhtemelen yine akşamı bekler ve elimde bir çubukla yazıyı bulmaya çalışırdım, bulur bulmaz da günlük tutardım. aklımın yarısını götüren bir hastalık oldu bu günlük formatı. ortaokula giden kızlar gibiyim, neresi olursa olsun yazıyorum bir şeyler. not deftersiz dışarı çıkmıyorum, bir bilgisayar bulsam notepad açıyorum, proje keşfinin olduğu çizelgenin köşesine bile o an neler oluyorsa not düşüyorum. tedavi edilmesi gereken bir şimdi bağımlılığım var, dünyanın kaderini değiştirmeyecek ne kadar önemsiz olay varsa belge altına almak istiyorum. 

-abi, kahve başlığına geri dön istersen. 

15 nisan 2010 11:11’den devam…

dünkü kahvem, komutanların komutanının teftişe gelmesiyle yarım kaldı. herkesin ölesiye korktuğu bir adamdı, tek parmak hareketiyle beni hayatımın geri kalanında hiçbir prensesin öpüp de düzeltemeyeceği bir kurbağaya çevirebilirdi. o yüzden kahveyi döktüm ve bardağı en ücra köşeye sakladım. bu sabah ancak çıkarabildim ve kahve rituelimin öğleden önceki ayağına başladım.

rajaz yine yok, hatta şu an “yüreğinden yaralı bizim hikâyemiz” dizesiyle serdar ortaç konuk oluyor kulaklarıma. sivil hayatta tüylerimi ürperten bu şahısa olan ön yargılarımda da ciddi azalma var ama yine de şarkının bitmesini beklemek istiyorum.

2 dakika 37 saniye sonra…

evet şarkı bitti ve haykıran kıraç’la yola devam. kıraç arkadaşım olsa eminim ki mesafeli yaklaşırdım, her an bağırabileceği gerçeğini aklımın bir köşesinde tutar ve ona göre davranırdım. sakinleştirmeye çalışırdım durduk yere küçük harfle konuşsun diye. bir insan şarkı da söylese sakin olmalı, brütal vokal de yapsa kontrolü elinden bırakmamalı. yarım saatlik black rose immortal’a ve opeth’in müzikalitesine de selam olsun, günlerim azaldıkça ending credits’in sesini daha fazla duyuyorum. 

saatler geçti…

bir fincan kahveyi ağız tadıyla içemedim. yarısına bile ulaşamadan yine angarya bir iş çıktı. sakinlik ve sessizlik istediğim her an, tanrı üzerime felaketler gönderdi, beni lanetlediği bir kavim sandı. bugün vazgeçtim kahve keyfi yapmaktan, zaten şu keyif kelimesinin üzerini de çizmem gerekiyordu ama içimdeki sefa pezevengi bir türlü uslanmadı. 

kahve ve müzik keyfinden de uzak dur ulan? 29 gün sonra dağın başında mı içersin artık, denizin dibinde mi ama biraz taviz ver. 4.5 aydır bira içmiyorsun ve gördüğün gibi dünya dönmeye devam ediyor, suların yükseldiği de yok. komutanın dolabından kahve yürütmek de ne ola? arsız mısın oğlum sen?

bu arada yeniden funda arar çıktı. “hayat bir gündür, o da bugündür” diyen adam doğru söylemiş. sanki her gün, aynı günü yaşıyorum burada. soğumuş kahvemden ve konsantre olamamaktan nefret ediyorum. bir şeyi istedikçe, o şeyin (artık ne sikse bu) benden uzaklaşmasına, imkânsızlaşmasına; bu sırada neyi istemiyorsam, onun da atkı gibi boynuma sarılmasına katlanamıyorum. bağırmak istesem ortam müsait değil, tekmil kisvesi altında adımı soyadımı ve memleketimi çığırsam da rahatlasam olmaz. söylemekten adıma, her sabah tıraş olmaktan yüzüme, her yerde görmekten de cinsiyetime yabancılaştım. erkek kelimesi de ne çirkinmiş, bimde satılan kolpa kek markası gibi. yaşasın kadın!

en iyisi akşamı beklemek, işlerimi bitireceğim yalanına sığınıp kimselerin olmadığı bir vakitte tek başıma kahve içmek. insansızlık özlemi aldı başını yürüdü, omzunda yıldız taşıyan adamlardan öyle bıkkınlık geldi ki dönünce gerçek yıldızlara bakmaktan imtina etmezsem iyi.

saat 17.37…

erken biten mesainin ardından gelen muhteşem sessizlik, gripin ve akıllara durgunluk veren şarkısı “durma yağmur durma”. portatif zaman makinem olsa, yanıma bu şarkıyı da alıp istanbul’a geri dönerdim ve yürürdüm. trafikte durmuş arabaların arasından, yanaşan vapurların gölgesinden, taksi katarlarının önünden, ıslak hamburger boğazlayanların yanından, cihangir kaldırımlarından... şarkı bittikçe başa sarar, kahvem azaldıkça yenisini yapardım. zaman makinem sayesinde öldükçe yeniden doğardım, hep geri dönerdim. 

- son bir haftadır dikkat ediyorum, sanki istanbul’u özlemişsin gibi?

sadece istanbul’u değil ki, hemen her şeyi özledim. özlemek iyi ki sağlığa zararlı değil; yataklara düşer ve mum gibi erirdim yoksa. gözlerim görmez, kulaklarım duymaz olurdu. hayat, parmaklarımın ucundan akıp giderdi her saniye. yarılanırdım günbegün. geri dönecek dermanım olmazdı, oysa gelecek ay şimdi gibi son günüm olacak. nostradamus’un “bir gün gelecek, bir gün kalacak” kehanetindeki söz konusu gün gelecek. neleri özlediğimi saymak başka bir yazının konusu olsun, yazı değil excel tablosu anca keser ama bir deneyeceğim.

istediğim gibi bir kahve içmek bir günümden fazlasına mal oldu ama buna değdi. şimdi burayı terk edebilirim, koğuşlar bölgesine giderken ıslıkla in the army now bile çalabilirim.



12 Nisan 2012 Perşembe

rainboy

10 nisan salıyı hayatımın geri kalanında pek de hatırlamayacağıma neredeyse emindim. insanlar dünden ve yarından farksızdılar, proje ise olağan seyrindeydi. gemici olsaydım, saatte kaç knot ile seyrettiğimi meşin kaplı seyir defterime yazabilirdim fakat değildim. kırlangıç fırtınasının ardından gelen sakin bir gündü, gece boyunca yağmur yağmış ve ufukta tertemiz bulutlar birikmişti. çayın periyodunda pazartesiye oranla en ufak bir oynama bile olmamıştı ve bahsedecek neredeyse hiçbir şeyim yoktu. 

akşama doğru, birkaç hafta sonra evlenecek ve şu anda anlaşılmaz biçimde nişanlı olan kuzen arayınca, beni ne zaman ararsa yaptığım gibi sakince markete girip dörtlü gold aldım. deniz kenarındaki ahşap eve (biz buna burada oba deriz yabancı), nişanlısının yanına gidiyorduk ve nişanlılık tek başına kazanılan bir paye değildi. araştırmalarım ve yıllar boyunca yaptığım gözlemlerim, birisinin nişanlı olması için en az birisinin daha nişanlı olması gerektiğini söylüyordu. genpa'daki tuborg dolabının önünde dururken, dün sabahtan beri içtiği beş metre öteden belli olan bir adam "bana da efes getirsene" dedi. "efes'i boşver tuborg iç, daha güzel" dedim. herif zil zurnaydı ve tavsiyelere pek açık biri gibi gözükmüyordu. bana odaklanmaya çalışarak, sen efes getiriver dedi. ulan bu nasıl bir nefes, oksijenli solunumu yarıda bırakıp fermentasyondan devam etmiş sanki. hesabı ödeyip arabaya bindim, kuzen daha ikinci vitese takmadan ben şişeyi yarılamıştım. gelinlik giyeceği için bir aydır dukan diyetinde olan ve sekiz kilo değil de sanki vücudunun yarısını bırakmışçasına sefil gözüken kuzene bira ikram etmeden deniz kenarına ulaştık. o sırada yağmur başladı, aynı anda güneş açtı. atmosfere hükmeden tanrılar düello yapıyor gibiydi. kravatımı dahi gevşetmeden, deniz kenarında birayı kafayı diktim. güneşi ve yağmuru aynı anda sunan tanrılar, gökkuşağını da adisyona ekledi. bir ayağı denizde başlarken, diğer ayağı da yeşil dağların yamacında bitiyordu. güneş etkisini arttırınca, bir gökkuşağı daha çıktı diğerinin üzerinde. sıradan bir gün olacak kehanetim, diğer tüm kehanetlerim gibi bir utanç kaynağına dönüşmüştü. iki tane gökkuşağı vardı ve daha ikinci birayı bile bitirmemiştim.

yağmur biraz daha devam ettikten sonra kararsız adımlarla kayboldu. sonra anahtarları unutan harita teknikeri gibi tedirginlikle geri döndü, birkaç dakika daha durup tamamen gitti. güneş dağların ardında kayboldu, ben de birkaç hafta sonra damat ve aynı zamanda enişte olacak diğer nişanlının ikram ettiği çiğ eti yedim. ne zaman obaya gelsem, kendimi yırtıcı hayvanlar gibi hissediyordum. bakım iyiydi ve dukan diyetine göre istediğimiz kadar et yiyebiliyorduk. yağmur, aklıma the beatles'in rain'ini getirdiğinde dördüncü biranın son yudumunu yok etmiştim. yağmurlu bir ağustos vakti, istanbul'da yeni işe başladığım büyük bir inşaat şirketinde yağan yağmurun ardından bu şarkıyı çalmıştım. proje sorumlusu ( havaalanı bile yapmış yaşlı bir adamdı) şarkıyı duar duymaz gelmiş ve şarkının kendisini çocukluğuna götürdüğünü söylemişti. yanlış hatırlamıyorsam, bu şarkı ilk çıktığında ailesiyle ingiltere'de yaşıyormuş ve çocukmuş. belki kırmızı bir bisikleti bile vardır, bilemem. şarkı ve beatles üzerine biraz konuştuktan sonra, odasına geri dönmüştü. derya deniz bir adamdı, ona işteki son günümde bana hayatım boyunca yardımcı olabilecek bir tavsiye vermesini istediğimde "avrupa'ya da amerika'ya gider, seks yapardım" demişti. bravo. dev projelerde çalış, aylık yirmibeşbine yakın maaş al, dünya'da görmediğin yer kalmasın ve hem okuyup hem de çalışan genç bir adama böyle bir tavsiye ver. sadece olanı anlatmak, bazen saçmalamanın ötesine geçiyor; o yüzden artık sadece gerçekleri anlatacağım. göreceksin ki, inanılması en zor şeyler günlük hayatta karşımıza çıkanlardan başka şeyler değil. 

bazen insan olmaya fazla mı anlam yüklüyoruz diye düşünüyorum. cumartesi sabahtan bir kayanın üzerinde güneşlenen mavi kertenkeleden ya da bir çiçeğe konmuş kelebekten ne farkımız var ki? bizi onlardan ayıran şey neydi, medeniyet illetine ne zaman tutulduk? üzerimize bu kadar giysiyi kim giydirdi, anı belgelemek ve sonradan hatırlamak için teknolojinin tüm nimetleri neden sadece bizi buldu? çok da sorguluyor değilim, ben suyun üzerindeki bir yaprağım. akıntı beni nereye götürürse oraya gidiyorum, karşı çıkmıyorum. yaptığım da, yükleyeceğim fotoğraflar için bir altyapı oluşturma çabasıydı. yoksa bir kertenkele olup da biranın tadını bilmeden ölmek istemezdim. yazdıkça yazasım geliyor, hayırdır inşalla.





dust in the wind

demli bir çay masama geldi, arkama yaslanıp kuş cıvıltılarına biraz kulak kabarttıktan sonra da hoparlörü olan iş arkadaşıma kansas dedim. "youtube'a kansas yaz ve ikinci sonuca tıkla". gözlerimi kapatırken, şarkı da "i close my eyes" diyerek üzerimi örttü. hayatım boyunca yanımda taşıyacağım bu şarkı hakkında, acaba daha önce bir şey yazmış mıyım diye merak ettim. üç sene önceymiş evet, gayrettepe'deki bir ofisin zemin katıymış. yine her şey üstüme gelmeye başladığından, "same old song" deyip eskiye gitmişim. işte büyü tam olarak bu. 2012'deyim, bu şarkı hakkındaki yazım 2009'da. fakat o yılda yazdığım da beni 70'lere götürüyor. zamanda seksek oynuyorum, kelimelerin yardımıyla. yol kenarında gördüğüm eski vosvos minibüse bakıp, onu da geçmişe götürmek istiyorum. 60-70'ler ile ilgili alıp veremediğim ne, bu hatırladıklarım kimin anıları. 83'te ilk defa doğmamışım, gelecek günlerin birisinde de ilk defa ölmeyeceğim demek ki. üç sene önceki onur yazıya devam etsin, benim biraz daha işim kaldı:

----

kendi üzerime çökmemek için benliğime koyduğum destek çıtası. 

bazen her şey olması gerektiğinden daha zor geliyor: atakları karşılayamıyor, topları karşı yarı sahaya fırlatamıyorum. birini fırlatsam bile zor bela, diğerlerine zamanım kalmıyor. yılın 365 günü yaşadığım halde, zamanı yetiştiremiyorum kendime. günler anlamsız bitiyor, akşamları durup da bakamıyorum sağıma soluma. evrenin hangi noktasında olduğumu anlayamıyor, kutup yıldızını göremiyorum. yutulmuş hissediyorum kendimi.

öfkeli bir ruh, vücudumu ele geçiriyor; her tarafı dağıtmak istiyorum. her tarafı havaya uçurmak, her tarafı yıkmak. beni anlamsız işlere prangalayan her şeyi, balyozla vura vura parçalamak; gerizekalılıklarıyla zamanımı çalanları başka bir gezegene yollamaktan başka bir düşünce gelmiyor aklıma. sinirli olmak ilk tercihlerim arasında bile değilken, terk edeceğimiz ofisi müşteriye göstermeye gelen emlakçının suratındaki yavşak ifadeye tanık olmamak için ofisten çıkıp gidiyorum. mülkiyet pezevenklerinin bitmek bilmeyen yalanları midemi bulandırıyor, sakinleşmek için gözlerimi kapatıyorum. 

dust in the wind giriyor o sırada, bedenime saplanan sakinleştirici iğnelerin can yakmayanları gibi hafiften nüfuz ediyor. kanımın derecesini düşürüyor, mide bulantımı geçiriyor. rüzgarı hissediyorum yeniden, kuş seslerinin her zaman var olduğunu fark ediyorum. deli gömleklerinin delirten kuşakları gibi değil, çok sevdiğin bir insana sarılmak gibi. şarkıya sarılıyorum, eski zamanlara gidiyorum. saçlarım ve sakallarım birden uzuyor. çimlerde oturuyorum 70'lerin ortasında. işim gücüm olmadan, aylak kaplumbağalar gibi akşamı ediyor ve benim gibi insanlarla sohbet ediyorum. tekrar günümüze dönmek ağır geliyor, şarkıyı defalarca başa sarıyorum. kendi içime sarıyorum. damarlarımın etrafında çeviriyorum her bir notasını.

şarkı, anlamsız zamanların gereksiz gerginliklerinden beni çekip çıkarıyor. hayatımı bir kez daha kurtarıyor.



11 Nisan 2012 Çarşamba

somewhere only we know

arabaya doğru giderken şiddetlenen rüzgar kravatlarımızı uçuşturuyordu. bende mavi çizgili koyu gri, müdürümde ise berbat olduğu yedi krallığın yedi köşesinden gönderilen temsilciler tarafından onanmış puantiyeli bir kravat vardı. kırlangıçlar, savrulan yapraklar gibi dağa doğru uçarken, bunun kırlangıç fırtınası olduğunu söyledi. kim söyledi? o söyledi. gizli özne. fakat müdürümün o kravatla, gizli özne olmasının imkanı yoktu. yeni aldığı arabasına bindik. birinci viteste çok az durduktan sonra ikiye, sonra da üçe geçti. arabanın ses yalıtımı iyi olduğundan, vites isteyen motor sesini kulağımı alabildiğine kabartmama rağmen duyamadım. motorun isteklerini devir göstergesinden anlamak gerekecekti. cumartesi günü teorik derslerden sınavım vardı ve bildiklerimi sanırım unutmuştum. her şey üst üste geldiğinden zamanla bulamaca dönüşüyor ve bunları yazıya dökerken, bir sonraki cümlede bile neden bahsettiğimi bilemiyordum. günaşırı yazmak da pek mümkün olmuyordu. yaklaşık yetmişbin metrekarelik projenin modellemeleriyle akşama kadar uğraşmak, yazı için zaman yaratmama engel oluyordu. hafta sonları da evde durmuyordum. sırtımda çanta ve etrafımda mütemadiyen değişen insanlarla bir yerlere yürümek ruhumun önderliğindeki bedenime iyi geliyordu. 

pazartesi öğlen kravatlı geçtiğim yoldan, tam bir gün önce elimde bira ve okuldan dört arkadaşımla geçmiştim. aynı mekanlardaki farklı benleri her zaman sevmiş ve bunun yeterince ilham verdiğini düşünmüşümdür. bir araba dolusu mimar daha da güneye gidiyorduk, bir gün önce olimpos'tan yanartaş'a ve oradan da çıralı'ya yürüttüğüm için grubun büyük çoğunluğu yorgun ve öfkeliydi. en ufak hatamda kellemi alacak ve belediyenin kapısına bırakacaklardı. denizi çok güzel diye övdüğüm çıralı'nın ucu da beklentileri karşılamamıştı. ancak, akşam üstünün kutsal ışığı brokoliye benzeyen ağaçların arasından süzülüp yüzümüze vurunca, grupta bana karşı bir merhamet oluştu. güneşin altında saatlerce aç ve sefil yürüdükten sonra yediğimiz gözlemeler de iyi gelmişti. normalde gözlemeye inanan ve değer veren bir insan değilim fakat gerçekten açtık ve sezon tam açılmadığından, yemek bulabileceğimiz yerler kısıtlıydı. gün boyu kumda koşmuş atlar kadar yorgun geldik, bayram's belki de benim ısrarım nedeniyle tuborg satmaya başladığından bu uzun yürüyüşü birkaç bira ile kutladık. en son ne zaman kalmaya gelmiştim hatırlamıyorum fakat çıralı'da kıyıya çekilmiş kırmızı deniz bisikletini çok iyi biliyordum. 25 eylül'deki son günümüzde o deniz bisikletiyle açılmıştık ailecek. dayım da vardı. o gün deniz çok güzeldi, ben ve çağlar deniz bisikletinin arkasına oturmuş ayaklarımızı suya sarkıtmıştık. dayım ve babam pedal çevirmiş, annem de deniz bisikletinin en önüne geçmişti. sonra deniz bisikletinin üzerinde birkaç bira içmenin çok iyi bir fikir olacağını düşünmüş ve hiç üşenmeden arabayla bira almaya gitmiştik. hava sıcaktı, iki poşet biranın üzerine buz koydurmuş ve sahile hızla geri dönmüştük. kırmızı eski bir deniz bisikletinin üzerinde son günümüzü, son günümüz olduğunu bilmeden alabildiğine güzelleştirmiştik. denizden çıktıktan sonra çıralı'daki sahada top oynamış ve çağlar'ın bacağını arı soktuğu için de oyuna son vermiştik. bana sonsuzluğu hatırlatan kuru ağacın yanından geçtikten sonra da kumsalda oturmuştuk. annem denizden çıkmamıştı, babam ve dayım ise olta atıyordu. bacağın nasıl oldu lan dedim, bir şey olmaz dedi. kırmızı ve eski bir deniz bisikleti işte, binlerce insan yanından geçer ve onlar için pek bir şey ifade etmez ama senin için zaman makinesi olur. pedalleri çevirip son güne, 25 eylül 2011'e, kazadan iki gün önceye gidersin. yaşanmış ve yaşanacak tüm acıların toplamı, o günü gölgelemez. aklına kazırsın. o son günü, içtiğin biranın tadını, denizin rengini, balık sürülerinin parıltılarını, adanın üzerindeki ağacı, akşam üstlerinin o büyüsünü unutmaz ve her gün yeniden yaşarsın. 

bu sefer kırmızı deniz bisikletinin üzerinde dostlarım vardı. onları gördüğüm için mutluydum. her ne kadar rota, güneşin altında yürümek için fazla zorlu olsa da görmelerini istediğim yerler vardı. olimpos kalesi, antimachos'un lahdine giden tahta köprü, çağlar'la içtiğimiz koyu gölgelik su kenarı. sadece bizim bildiğimiz yerler. cumartesi akşamı henüz çıkmamış dolunayın koyu gölgesinde pansiyona döndükten sonra içtiğim bira ve gökyüzünü kaplamış milyarlarca yıldızın anlamı büyüktü. 

yanartaş'ın gişesindeki adam babamı tanıyormuş, babama aşırı benzediğim için daha ben ona yaklaşmadan kim olduğumu çıkardı. baban adam gibi adamdır, çok severim dedi. adam gibi adam ha, bence de. yanartaş'tan sonra çıralı sahilinde uzanırken sözlüğe girdim. badilerimden birisi mies hakkında bir şeyler yazmıştı. charmy, jack kerouac'ın reenkarnesi olduğumdan dem vurmuş ve kalp atışı (beat) gibi yazdığımı söyleyerek ben uzandığım kumların üzerinden şımartmayı başarmıştı. en sonda da, adam gibi adam demişti. birbirini hiç görmemiş iki insan, hemen hemen aynı zamanlarda baba-oğula aynı sıfatı yakıştırmıştı. hayat tamamen tesadüfler panayırı. baba, oğul ve kutsal ruhtuk aslında. 


bu arada tuborg ekseninde tuhaf olaylar oluyor, onu bu yazıda mı yazsam yoksa yenisinde mi bilemiyorum. tuborg goldfest'e davet ettiler fakat o esnada kpss'de olmam lazım. memur olmak güzel, o yüzden bunu sağlam kazığa bağlamalıyım. gerçekten kalp atışı gibi mi yazıyorum acaba? öyleyse ne mutlu bana ve fırtınayla dönen kırlangıçlara.

pazar günü, phaselis'te başlayıp daha güneye kekova-kaleköy'e doğru uzandı. su yüzmek için biraz soğuk olsa da sezon açılmalıydı. açıldı da. ve bir kez daha kaleköy'e giden patika. geçen sene de nisanın ortası gibi kaleköy'e gelmiş ve sezonu burada açmıştık. hayali cihana değer. sezona hazırlanan tekneler karayı işgal etmişti, sırt çantamızda şarap ile yanlarından geçip yukarıya tırmanmaya başladık. her şey bıraktığım gibiydi, denizin içindeki lahite giderken pencere kenarındaki çok yaşlı kadını yine gördüm. azrail karayolunu kulllandığından kaleköy'e ulaşamamış gibiydi, deniz yolunu da pek kullanmıyordu sanırım. bundan tam bir asır önce yeterince can almıştı denizde. yüzyıl dönümleri daha sık yaşanmaya başlandı artık.

lahiti karşıdan gören bir kayanın başına tünedik, eski kaşarı plastik çatalla küp küp doğrayıp tabaklara pay ettik. şarap mı çok güzeldi, yoksa dağlara yaklaşmaya başlayan güneşin düşürdüğü gölgeler mi bilemedik. yağmurla yıkanmış maviye boyanmış ahşaba olan aşkımı bir kez daha ilan ettim, hava kararmaya başlamıştı ve ana karargahımız olimpos'a dönmeliydik. istanbul uçağı sabah yedide idi ve dört gibi yola çıkmalıydık.  ay yine geç kalmıştı yükselmekte, yıldızlar biraz daha yaklaşmıştı. şarap mıydı tüm bu optik oyunların kaynağı yoksa güzel geçen günler mi bilemedim.

pazartesi sabah beşe doğru eve vardım, birkaç saatlik uykudan sonra kalktım ve banyoya girdim. tıraş olup mavi çizgili gri kravatımı taktıktan sonra da işe gittim. hava hafiften esmeye başlamıştı ve kuşlar, diğer günlerde olduğundan biraz daha fazlaydı. öğlene kadar işten kafamı kaldıramadım. cumaya kadar yetişmesi gereken işler vardı ve çarşamba tüm modelleri bitirmeliydim. öğlen arası geldi, müdürümle dayreden çıktık.

arabaya doğru giderken şiddetlenen rüzgar kravatlarımızı uçuşturuyordu. hafta sonu, hayatımın geri kalan günlerinde güzel hatırlayacağım anılarla kalmıştı. kravatımı yakalayıp yularımmış gibi çekiştirdim, jack kerouac olmak için fazla tertipliydim.








5 Nisan 2012 Perşembe

light my candles

haftada en az iki kere gittiğim balıkçının en dibindeki masada, hemen akvaryumun önünde oturuyor ve yemeğimin gelmesini bekliyordum. masalar cilalı, sandalyeler ise kuzey ege'ye gönderme yaparcasına laciverte boyalıydı. duvarda istanbul'un eski fotoğrafları ve tavanda da balıkçı ağları vardı. balıkçının karşısındaki fırından getirilen ekmekler henüz soğumamıştı. sakince yemek yiyenlerin arasında, işe yeni başlamış çekingen bir komi gibi belli belirsiz bir müzik dolaşıyordu. sıcak ekmekten bir parça koparıp tanıdık gelen bu müziğe kulak kabarttım. şarkı nirvana'nın lithium'uydu fakat caz versiyonuydu. kurt cobain'in bu dünya'yı ardında bırakıp gidişinin 18. yılında, yolu düşen turistlerin balık yediği bir balıkçının en arka masasında, bir zamanlar aylaklar gibi dolaştığım şehrin eski fotoğraflarının hemen yanında şarkıya kimse duymadan eşlik ettim. blue jean dergisinin verdiği nirvana klipleri cd'sine ve kurt cobain ile ilk tanıştığım yıllara döndüm. ben onu bulduğumda çoktan beynini dağıtmıştı, kanları eprimiş hırkasına saçılmıştı. ben bir cd'ye yüklenmiş kliplerinde kurt cobain'i gördüğümde, o tasını tarağını ve sırtındaki kronik acıları toplayıp gitmişti. ortalığı tozu dumana katıp rock tarihine vurduğu damgayı zerre umursamadan, ceketinin önünü iliklemeden, içindeki nefreti saklamaya çalışmadan hesabını kapatmıştı. 

didim'de, bir otelin teras katında tek başınayım. çift kişilik yatağın tam ortasında yatay bir çarmıha gerilmişim gibi iki kolum tamamen açık yatıyorum. oda cehennem kadar sıcak, kulağımda kulaklık sabahtan beri nirvana çeviriyorum. 90'lık çekme kasetimin bir tarafında nevermind, diğer tarafında in utero. kaseti ise kampüste yere tezgah açan adamlardan almışım. sony walkmenimin pili bitince, yeni pilleri takıp defalarca başa sarıyorum. bu adamın sesinde beni mıhlayan bir şey var. bu kadar acı çekmiş ve bunu kayıpsız olarak notalara aktarmış olabilir mi? kayıpsız aktarım, o zamanlar yepyeni bir teknoloji olan mp3'te bile mümkün değil ki ben bir çekme kasette bunu nasıl yakalayabiliyorum? güneş tepede dolaştıkça odanın içi ısınıyor, ben müziğin sesini biraz daha açıp ara sıra da soğuk duş alıyorum. geceleri barda çalışıyor, gündüzleri ise soğutmasız bir teras katında hayatta kalmaya çalışıyorum. gece barda nirvana unplugged cd'sini çalmak, gündüzleri tek başıma dinlemek kadar büyüleyici gelmiyor. 

lithium'un bitmesine yakın, sipariş verdiğim balık geliyor. yine tek başınayım, aklıma istanbul'daki sahaflarda arayıp da bulamadığım bir gün tek başına geliyor, vedat türkali romanı. bir gün tek başına ha, vay canına. yüzyıllık yalnızlık ya da albaya mektup yazan kimse yok gibi. yağda kızarmış bir çupra, başka bir şarkı çalıyor adını bilmediğim. bir zamanlar durup da geçen yüzyıllara baktığım noktalardan, başka birileri bakıp da analog makinesiyle fotoğraf çekmiş. o fotoğraflar, kurt cobain ölmeden çok önce basılıp elden ele dolaşmış; kurt cobain tüfeği kendisine doğrulturken çoktan duvardaki yerini almış. tetik çekildikten seneler sonra, bir çocuk balıkçıdan içeri girip en arkadaki masaya oturmuş ve çalan şarkıya kulak kabartmış. bu, şarkıyla ilk defa karşılaşması değilmiş; bundan seneler evvel, henüz internet neredeyse hiçbir yerde yokken, tek müzik kaynağı olan bir müzik dergisinin verdiği cd'de dinlemiş. daha sonra nirvana'yı nereye gitse götürmüş, orijinal kaset alacak parası olmadığından çekme kasetlerle idare etmiş. günün birinde okulu bitirip askerden de döndükten sonra, bir belediyeye memur olmuş. eskimiş siyah tişörtler yerine takım elbise giymeye başlamış fakat özünü yitirmemiş. geçmişine perde çekmemiş, tüm hatırladıkları ve acılarını da hep yanında taşımış. 

ve kurt cobain'in tetiği çekmesinden tam 18 yıl sonra, buzdolabında kalan son birayı odasına getirip sadece onun için şişeyi kaldırıp kafaya dikmiş. erken gidenlerin ardından durup da el sallarken, elinde hep bir şişe varmış. onun da kaderi buymuş. 



3 Nisan 2012 Salı

persisland








two brothers' island

dün akşama kadar devam eden toplantılar ve projenin sürekli değişmesi, bizi iş programı açısından birkaç ay geriye atabilirdi fakat neyse ki bir iş programımız yoktu. proje maliyeti, ülkede herkes bir lira verse bile dengelenmiyordu ve projenin mutlaka küçülmesi gerekiyordu. scale komutu ile projeyi 0.1 oranında küçültürsem maliyet de onda birine düşecek fakat 21 santim yüksekliğindeki kapılardan, adam kafası bile geçmeyecekti. ancak kedilerin cirit atabileceği bir kompleks yapmak da toplantının gündeminde değildi. biz de kedi ya da o ebatlarda canlılar değildik. kediler de bu proje için herhangi bir ödeme yapacak gibi durmuyorlardı. tüm kahrolası dinamikler bizim aleyhimize işlerken, öğlen arası da geldi. belediyemizin er kişileri yemek için kendi evlerine gidince, bana belediyemizin bayanları ile bir arabaya doluşup yemeğe gitmek kaldı. bir masanın etrafında, beş bayanın arasında otururken bir şeyleri yanlış yaptığımı o anda anlamaya başladım. ne yapıyordum lan ben? bu konuştukları ve yeni aldıkları çantalar da ne demek oluyordu? henüz ışınlanmış gibi etrafıma yabancı gözlerle bakarken yemeği bitirip kalktık, bu sefer tatlı yemek istediklerinden pastaneye çöktük. olimpos'un sakallı tanrıları ve müzekart soran yılmış bekçileri adına! profiterol siparişi verdik, ayrılıkçı lider gibi oturmamak için azıcık profiterolu övdüm. çikolata her zamanki gibi yapış yapış ve iğrençti, damak tadıma zerre uymuyordu fakat gökten zembille inmemişti; bunu ben hak etmiştim. göz göre göre pastaneye oturmuş ve hamur topaklarının üzerindeki çikolataya tatlı kaşığı ile girişmiştim. 

hayat işte... yolun kenarındaki pastanede takım elbisemle hanım hanımcık otururken, aklıma, günde defalarca olduğu gibi eski anlar geldi. profiterolumu herkesten önce bitirmiş ve yola bakıyordum. o yoldan, çağlar ile defalarca geçmiştik. geçip de kaş'a, kaputaş'a ve güzergahta ne varsa oraya gitmiştik. motorumuz etrafta oturanların dikkatini dağıtacak kadar güzeldi, yanımızda duran arabalar ister istemez bize bakardı. kırmızı ışığın kısa ömründe arabasıyla motorumuzu takas etmek isteyenler bir kenara, teknesiyle bile bir alışverişe girmek isteyen deli bıyıklılar olurdu. yeşil yanar yanmaz en öne biz geçer ve virajlarda da hafiften yatardık. fiziğin ve merkezkaç kuvvetinin yasaları bunu gerektirirdi. diğerleri prolarını (ismini uzun uzun yazmak bile istemiyorum kahrolasının) bitirirken, ben de iki nisana geri döndüm. bazen, vurulduğunu henüz bilmeyen bir asker gibi hissediyordum kendimi. bazen o kadar acı çekmiyordum ki, olan bitenin uyanınca bitecek bir rüya olduğunu düşünüyordum. düşler ve hayaller, gerçeğimi eğip büküyor ve aklımı karıştırıyordu. mutlak doğrunun hangisi olduğunu düşünürken de uyuyakalıyor ve rüyalardan devam ediyordum. uyanınca gideceğini biliyordum. hayat da belki ölünce uyanacağımız bir rüyadır, aksini iddia edebilir misin? yine de ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.

çam ağaçlarının örttüğü patikadan denize ulaşmaya çalışırken, gruptan birisi son sesiyle bulutsuzluk özlemi'nden şarkılar söylüyordu. sesi kötü ama dinlenesiydi, bir daha geri dönemem kısmına mırıldanarak eşlik ettim. belki yeniden karşıma çıkacaksın. yürümek beni özgürleştiriyordu, kayaların üzerinden aşıp yamaçlardan inerken düşüncelerimi duyabiliyordum. bazen etrafımda kelebekler uçuşuyor, bazen de tepemizde bir şahin süzülüyordu. iz sürmeyi ve kendime paylar çıkarmayı seviyordum. sarp yamaçlardan inerken grubumuzdan birkaçı yuvarlandı,  neyse ki kırık olmadan yola devam edebildiler. sonunda deniz kenarına ulaştık, ben gruptan bağımsızlığımı ilan edip koyun en sonuna gittim. orada beni bekleyen bir şeyler olduğunu biliyordum. tuz kristalleri, serpiştirilmiş elmas parçaları gibi duruyor ve yükselmeye başlayan güneşin yardımıyla ışıldıyordu. koyun sonuna doğru yürüdüm, kayaların başkalaşımı bir şaire ilham verecek kadar tuhaftı . küçük bir adacığı, beni beklerken buldum. iki tane küçük tepesi vardı ve ufka doğru uzanmıştı. arkadaki kaya biraz daha büyüktü. güneşin altında parlıyorlardı. bağdaş kurup, adacığı cepheden gören başka bir kayanın üzerine çöktüm. orası bizim adamızdı artık, ömrü milyon yıllıktı. adını two brothers' island koydum, bir zamanlar senin olan telefondan rajaz'ı açtım ve biraz yükseldim yeryüzünden. şarkı devam ederken, etrafımdan biri beyaz diğeri de sarı olmak üzere iki kelebek geçti. ikimiz yine aynı yerdeydik, biliyordum. şarkı bitti, aynı koyda kamp yapmaya ve hemen adamızın üzerinden doğan güneşi karşılamaya ant içtim. 

bu seferki yürüyüş çok uzun sürmedi, öğleden sonra üç gibi tekirova'nın oteller bölgesinde, tatil için geliş keferelerin arasında noktayı koyduk. noktalama işaretlerimi halis altından döktürdüğümden, açık marketten bir tane tuborg gold alıp kafaya diktim. martın sonuna gelmiştik ve altı ay geçmişti. bir yılın yarısı. geride ne kadar günüm kalmıştı bilmiyordum. belki de geride kalmak ve bütün bu olanları anlatmakla mühürlenmiştim. acıları yaşamak bana kalmıştı ve sanki buna tüm ömrüm boyunca hazırlanmıştım. her şey yolunda giderken bile içimde bir tedirginlik olurdu, karamsarlığı elimden bırakmazdım.

şimdi, adamıza yeniden döneceğim ve kamp yapacağım günlerin özlemiyle; iş arkadaşımdan çalmasını istediğim "özgürce yaşa" şarkısının ve şimdi benim kullandığım telefonundaki bir videonda, bu şarkı eşliğinde yaptığın hız denemesinin gölgesinde arkama yaslanmış ve yine eski günleri düşünüyorum. seni hiç yargılamadım biliyorsun, benim olamayacağım kadar hızlıydın sadece. bana ise tüm yavaşlığımla bir şeyler anlatmak kaldı ki bu yazıyı bile üç saatte yazdım. dün akşam direksiyon dersinde, ayağımı debriyajdan çekmeden gaza basıp arabayı şaha kaldırırken de oralarda bir yerde olup bana güldüğünü biliyorum.