7 Mart 2013 Perşembe

morning glory

"on yıldır her gün aynı günü yaşıyorum sanki. sabah gel, akşam geri dön."

sırtında zabıta yazan adam ile servisten inip binaya doğru yürürken, adamın sıkıntısı şakaklarından bile belli oluyordu. odasına varmak istemediğinden olsa gerek hem yürüyüp hem duruyor; schrodinger'in kedisine, üzerinde zabıta yazan süperkahraman kıyafetiyle öykünüyordu. günün, dünün aynısı olmasına bir nebze katlanabiliyorduk fakat bizi yıpratan, yarının da bir kopyası olacağını daha bugünden görebilmek oluyordu. 

karbon kağıdı bulaşmıştı her tarafımıza, 
belki de geri kalan günlerimiz 
benim adabıyla bağlayamadığım 
kravatımdan bile kısa.

binaya girdik, o zemin katın ucundaki küçük ve havasız odasına alabora olmuş bir tekne gibi sürüklendi. ben de birinci katın merdivenlerine davrandım. beş kişi ve onların telefon melodileriyle paylaştığım (üçünün nokia melodisi) odama adım attım. vakit nakittir ilkesiyle önce bilgisayarımın açma tuşuna bastım. windows sofrayı kurarken de ceketimi askıya asıp, masayı biraz toparladım. anlam bütünlüğünden istifasını vermiş resmi yazıları bir kenara yığdım ve ilk çaya yer açtım. ilk çay, dünün ve yarının ilk çayının aynısıydı ama yine de en sevilendi. çay daha tazeydi, su çekilmemişti. 

iş arkadaşım "onur bey, imzanız var" deyip, dört nüsha yapı kullanma izin belgesi uzattı. onur bendim fakat bey kimdi, bilemedim. dolmakalemimin beyaz kapağını çıkarıp, dostane bir imza attım "mimar" yazan yerin altına. dünden dört kolon loto oynamıştım, bir hevesle baktım. 2+1 bilmiş ve 3 liraya 4.85 almıştım. para parayı çekiyordu demek ki, parasız geçen uzun öğrencilik yıllarımı tebessümle hatırladım.


4 Mart 2013 Pazartesi

path of light

çiyle kaplanmış berrak bir günün ilk saatleriydi, mistik likya yolunun gelidonya feneri'ne giden bir kolundaydık. karaöz tarafından gitsek 5-6 km yürüyecekken, biz adrasan tarafından tırmanmaya başlamıştık. erken varmanın bir anlamı olmazdı, yolun sonunda adalara bakan fenerin tüm görkemiyle dikilmesi bile oraya gitmekten daha güzel değildi. 

grubun en genci 15 yaşında bir kız, en yaşlısı ise 78 yaşında bir adamdı. grubun bana en benzeyeni ise hemen önümde yürüyen babamdı. evden sabah altıda çıkmış ve erzağımızı tek bir sırt çantasına sığdırmıştık. annekuşun yokuş çıkmakla arası pek iyi olmadığından, o evde kalmıştı. 

at çiftliğine varana dek durmadık, temiz bir düzlüktü ve yer yer yığma taştan teraslar yapılmıştı fakat ortada ata benzer bir hayvan yoktu. bir yolgezer edasıyla çimleri inceledim, nal izleri de kaybolmuştu. atlar gideli çok olmuştu bu diyarlardan. belki de bir girişimci, onları gemiye bindirdikten sonra iskandinavya'ya götürmüş ve isveç'te kaybolan 9000 at projesine dahil etmişti. atlar sucuk ya da ecnebinin diliyle bacon olmuş, nice pazar kahvaltılarını şenlendirmişti. tahmin yürütmeye fazla zamanım yoktu, yola devam etmeliydik. grup halinde fotoğraf çekilme ısrarından kendimi soyutladım, fotoğraf çekmekten hoşlansam da bunları sonra gerekli yerlere ulaştırmaktan nefret ediyordum. aktif olarak facebook kullanmadığım için de çiçeği böceği çekmek bana daha insaflı geliyordu. kapıma dayanan ve ver lan fotoğraflarımızı diyen ağaç şimdiye kadar olmamıştı. 

ağaçların ve kayaların üzerine işlenmiş kırmızı beyaz likya yolunu takip ederek üç saat yürüdükten sonra, kahve molası verdik. herkes bir kayanın üzerine tünedi, ben de ceren'imin hediye ettiği termosu çantadan çıkarıp babama ve kendime kahve hazırladım. sadece su ve erzak taşıdığımız halde çanta ağırdı, özellikle tırmanırken kendimi çilekeş bir deve gibi hissediyordum. annem, bir hafta kalacağımızı sandığından yarım kilo da kuru incir koymuştu. savcı beye de ikram ettim biraz, bir zamanlar anadolu'da filminden bir kare gibiydi. bir ceset peşinde değildik sadece, deniz fenerine gidiyorduk ve daha yolumuz vardı.

dağlar, denize paralel uzansa sorun olmazdı fakat yer yer dik uzanan arsızlar yüzünden önce tırmanıyor ve sonra iniyorduk. inişler de belli süre sonra zorlamaya başlıyordu, 100 kilonun üzerindeydim ve bacaklarım bunu her seferinde hatırlatıyordu. bir kamyonu frenlemeye çalışan talihsiz balatalar gibiydiler. deniz ve suluada hemen solumuzdaydı, hava alabildiğine güneşli ve sıcaktı. aşkkuşumla eskişehir'den yeni aldığım columbia montumu arabada bıraktığım için hafif bir tebessüm ettim, yanıma alsam mont ile manyak dervişler gibi dağlarda dolaşacak ve nesiller boyu dilden dile anlatılacaktım.

taşların, kızıl toprağın, çimlerin ve yıkılmış ağaçların üzerinden geçip ileriye doğru baktığımda en sonunda onu gördüm. adaların ve denizin bekçisi gibi mağrur bir edayla dikilip misafirlerini bekliyordu. beyaz sıvası yer yer dökülmüş olmasına rağmen, yeni yapılan her şeyden daha güzel görünüyordu. uğruna tüm apartmanları, villaları ve konaklama tesislerini kurban edebileceğim gelidonya feneri'ni tüm heybetiyle görünce bacaklarıma can geldi. odamdan dahi görülebilen beş adalar, deveci taşları da denir bazı seyyahlarca, hemen karşımdaydı. zeytin ağaçlarıyla çevrelenmiş derin bir mavi, sıvası dökülmüş beyaz bir kule, kızıl ve verimli topraklar, rüzgarın sesi ve sonsuzluk. anın büyüsü, beni bu sefer de ışığa giden yolda bulmuştu. iki ayağımı yerden kesip bir kuşa dönüşmeyi ve uzun yıllar boyunca akdeniz'in üzerinde süzülmeyi istedim. ged'in dönüştüğü gibi, sessiz ogion'a ulaştığında artık eski haline gelmesinin çok zor olduğu kadim zamanlardaki gibi. geçmişte karşılaştığım ve kendime kattığım her şey, tek bir ana sığıyordu. hayat, ne zaman başlayıp bittiğinden bağımsız olarak sadece bir andı ve bulmacalara göre de an, en kısa zaman birimiydi. kendimi doğaya kattığım zaman, her şeyi tüm çıplaklığıyla görüyordum. şehirleri, medeniyetleri yani sonradan ortaya çıkmışları pek sevmiyordum. başlangıçta olan ne varsa, onlar olsa yeterdi bana. deniz fenerinin yamacına kurulup erzaklarımızı çıkartırken de bedenime geri kondum. acıkmıştım ve annem, dört hafta yetecek kadar yiyecek koymuştu. cumartesi çalıştığım o berbat zamanların ardından mücadeleye devam etmiş ve babamla, likya yolunun deniz fenerine ulaşan bir kolunu başarıyla tamamlamıştım. ne kadar övünsem azdı ama övünmedim, kafamı yukarıya kaldırıp baktım. engin maviliklerin üzerinde bir kuş süzülüyordu ve onun aslında kim olduğunu biliyordum. ailemiz hep bir arada kalmaya devam ediyordu ve işin güzel tarafı bunu her seferinde fark ediyordum.


















3 Şubat 2013 Pazar

awaking the centuries


"dört ay ne de çabuk geçmiş" diye fısıldadı genç adam. en son imara, akla ve statiğe aykırı disko toplu bir gazinonun kısmen yıkımını gerçekleştirdikten sonra, sıcak bir ekim gününde ikna kabiliyeti yüksek, konvansiyonel bir cücenin aklına uyup çift lavaşlı döner dürüm yemiş ve kuzeyden gelen sevgilisini beklemeye koyulmuştu.

sanıyorum ki hayatımın son on yılında yazmaya hiç bu kadar ara vermediğim için, genç adama bir şeyler fısıldatmakla kolaya kaçmaya çalıştım fakat yine olmadı. anı formatında yazan bir insan olarak, anlatacağım şeyler biriktikçe dağ gibi oldu ve onları çaktırmadan unutmaya çalışmanın, temize çekmekten daha kısa süreceğini fark edip unutmaya çalıştım. fakat dört ay önceki cüce ısrarını ve ardından gelen çift lavaşlıyı bile unutamadığımı sen de gördün, bu yüzden eskişehir istikametindeki beyhude turizm hayırlı yolculuklar diler.

macera, kasımın ortasında ivme kazandı. sabah erkenden, ailecek yola çıktık ve sisin içinde kaybolmuş dağın yanından geçip birkaç ay sonra donacak gölün önüne varana kadar durmadık. her zamanki gibi arka koltuktaydım ve içimde araba sürmeye dair en ufak bir istek yoktu. bir şeyler sürmek, yolda olmanın büyüsünü sakatlıyordu. önceki hayatımda da arabayı dean sürerdi, ben ise elimi camdan çıkarıp etrafa bakar ve etiketsiz şişeden bir yudum daha alırdım. ağzımın içinde beklettiğim viski, dilimi sanki arı sokmuş gibi uyuştururken de hafifçe tebessüm ederdim. bu sefer arabayı babam sürüyor ve ben bir kez daha dışarıyı izliyordum. eskişehir’e pek bir yolumuz kalmamıştı, hava kararmadan orada olacak ve sonra da aileler düzeyinde tanışmak için müstakbelimin evine gidecektik. yıllar boyu dalgasını geçtiğim bu süreç, akışına bırakınca hiç de zor gelmiyordu. nişan bile deli atlar gibi yaklaşıyordu ve olacaklardan çekinmiyordum. 2013’ün böyle geçeceğini ta 2009’dan hissetmiş ve yüzyıllık ruhumu kavuşacak olmakla müjdelemiştim.

göle inci tanesi gibi dizilmiş ağaçları görür görmez durduk. fotoğraf çekerken, aysız, nemsiz ve bulutsuz bir gecede tüm galaksiyi gölde görebileceğimi düşündüm. bir göl, tüm galaksiyi; bir insan da tüm zamanı sığdırabilirdi içine. limitlerimizi belirleyen şeyler önyargılar ve yanılgılardı. herhangi bir makine olmadan zamanda yolculuk yapabilmemi sağlayan tek şey aklım ve hayal gücümdü. yeterince sessizlik ve sakinlikte geleceği bile hatırlayabiliyor, bana doğru koşarak gelen bir kız çocuğunu görebiliyordum. gözlerini annesinden almış olsa gerek, bir çift zümrüt taşıyordu suratında. babam arabayı sürer ve annem termostan kahve servisi yaparken ben de zamanla oynuyordum. yol, hız çarpı zaman değildi; ondan çok daha fazlasıydı ve bunların farkındaydım.

erken kararan günün sırtında eskişehir’e girdik, çiçeği ve tatlıyı alıp hazırlandık. aileler tanışacak ve ben de bir köşede sesimi çıkarmadan oturacaktım fakat muhabbet güzel olunca susamadım, her konuya iştirak ettim. konuşmaktan dudaklarım çatladı, dilim kurudu; uygun bir fırsatı kollayan sevgili, yanıma yavaşça gelip “çok konuşuyorsun” dedi. ehehe dedim ve görüşmenin ikinci yarısını nispeten sessiz geçirdim. pek sevmekteydim ve onun için her şeyi yapardım, susmam gerekiyorsa ağzımı bile açmazdım.

bundan yarım asır önce kasımın yine 17’sinde doğan annem, bu sefer eskişehir’de daha önce gitmediği bir evin köşesinde oturuyor ve sağol kızım deyip tepsiden çay alıyordu. kızımız da maşallah pek maharetliydi. uzakdoğu prenseslerinin esintileriyle hayat bulmuş gibiydi.

günler azıya almış gemi misali akıp giderken, filmi kadar kötü geçmeyen ve hayatımda bir sürü yeniliğe yol açan 2012’yi de sevgiyle uğurladık. şubatta, artık cumartesi çalışmayacağım bir işe hem de mimar sıfatıyla sözleşmeli girmiş, mayısta herhangi bir araba sürebileceğimi gösteren ehliyetimi almış, haziranın sonunda ceren ile bu hayatta da karşılaşmış, temmuzun tam ortasındaki doğumgünümde de ilk defa buluşmuştum. ekimde, önünden geçen derenin denize kavuştuğu güzel bir ev almış ve kasımın son günlerinde de taşınmıştık.
bizi darmadağın eden ve her şeyi bir daha eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiren kötü 2011’den sonra, 2012 yaralarımızı sarmaya yardım etmişti. frodo’nun, hayatı boyunca ona eşlik edecek kılıç yarası gibi bizim de kalbimizde geçmeyecek bir sızımız vardı. evin küçük oğlu, hep 24 yaşında kalacaktı. biz ise yaşamanın bedelini her geçen saniye yaşlanarak ödeyecektik. aramızdaki dört yaş fark değişecekti sadece; o hep motosikletinin üzerinde, rüzgarın omzunda devam edecekti içimizde yaşamaya. zamana ve mekana hükmedecekti, aynı anda hem dört yaşında altın saçlı bir çocuk hem de yirmili yaşlarında benimle birlikte turkuaz sulara dalıp, bir kayanın üzerinde dinlenen delikanlı olacaktı. hayat belki de onun rüyasıydı ve onsuz geçen şu yaşadığımız günler bile bu hayatın sonuna gelmekle her şeyin bitmediğinin tek kanıtıydı. acının bizi yok etmesini sadece akılla yenebilirdik, bunun üstesinden geldiğimi düşünüyorum. acı, beni usta bir heykeltıraş gibi şekillendirdi. bununla yaşamayı ve hayal etmeyi öğrendim. tüm soruları kendi başıma cevaplayabildim yeterince sakinliğe kavuştuğumda. işaretleri gözledim bir yolgezer gibi, sustum duyabilmek için.

2012 bitti ve kendimi beş gün sonra, yine elimde çiçek ve çikolatayla buldum. bu sefer takım elbise de giymiştim ve heyecan biraz daha fazlaydı. kız isteme-söz-nişan paket programının ilk adımlarını atmak üzereydim. asansöre binerken bu adımların daha önce milyonlarca kez başkaları tarafından atıldığını ve benim onlardan pek eksik yanımın olmadığını düşündüm. birazdan ağzına kadar dolu olan bir eve girecek ve ondan sonra akışına bırakacaktım, gelenekler ne getirirse artık. kız isteme faslını gecenin sonunda, iyice yükselen tansiyonun sponsorluğunda beklerken; programın ilk etkinliği olarak düşünülmüş olması her şeyi daha da kolaylaştırdı. takımlar sahaya tam dizilmeden gelişen bir atak gibiydi ve babam, luis figo’ya benzemenin avantajıyla hemen kızı isteyiverdi. ben ise salonun uzak köşesinde, masanın ardında kalmıştım. hazırlıksızdık ve bu kaos ile birden kendimi yüzük takarken buldum. kızı vermişlerdi ve fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bundan dolayı herkes mutluydu, ekseriyetle asık olan suratımda güller açmıştı. parmağımda yüzükle yemeğe oturdum ki yüzüğü bir önceki hafta olimpos’ta takmıştık zaten. kendi aramızda şık bir tören. bize yakışanından. yine de ailelerin sakinleşmesi için böyle etkinlikler şarttı. kavurma da pek güzeldi, kendimi kaybedip bir tabak daha isteyecekken son anda bir nişanda hatta kendi nişanımda olduğumu hatırladım. hatırlamak çoğu zaman işleri toparlar.

- yazınca da ne güzel yazıyorsun köftehor seni!
- yok be, aynı tarz işte daha ikinci sayfayı bitirmeden anlam bütünlüğü kayboldu. iyi ki yazar olmaya falan çalışmamışım. belediyede sözleşmeli mimar olmak daha kolay, getirisi de iyi. sigortam da yüksekten yatıyor, hem kadro da vereceklermiş hazirana kadar. orman ne güzel, ah ne güzel.

iş güç, özel sektörden gelme olduğum için pek zor değil sadece iş arkadaşlarıma katlanmakta bazen güçlük çekiyorum. insan faktörü her zaman beni zorlamıştır ama yine de insan görmeden geçen antalya’daki ofis günlerimi tek bir gün bile aramıyorum. lanet olsun. beş ay otelde, yedi ay zemin katta bir evde. giyotin pencereler, deri mağazaları, lüks yatak odaları, lobideki tavana bakan kedi ve otelin daimi sahibi şehabettin abi.

günler geçiyor, uzun zamandan sonra ilk defa hafta sonu evde olduğumdan yazı yazma imkanı da yarattım, bir sonraki ne zaman gelir bilemem. twitter da iyice tembelleştirmiş, bu kadar paragraftan bir senelik tweet çıkardı ama uzun yazmayı da göz ardı edecek değilim. bunlar benim belleğim, senin de can sıkıntından geldiğin mola yerin. o yüzden kimse kimseyi kandırmasın.

iyi başladın 2013, aynı şekilde devam et.