29 Ağustos 2011 Pazartesi

a day at the end of the august

madem ki martın sonunda bu konsepte başlayıp yeminli müşavirler gibi devam ettirdim, bundan sonra da bu geleneği kollamam ve zamanı gelince oğluma devretmem gerekiyor. belki yeni ve köklü bir beyliğin temeli benim şu anda gösterdiğim iradeye bağlıdır. o zaman sakınma elini klavyeden genç dumrul, her bir tuşun ses getirsin yankısında kanyonların. saçların savrulsun akdenizin rüzgarında, bir balık sürüsünün peşindeyken gör özgürlüğün yerçekimsiz ortamını.

ev, yaz mevsiminin kaçınılmaz sonucu olarak kalabalık fakat en sevdiğim teyzem ve kuzenlerim olduğu için bunu pek dert etmiyorum. panpa da dert etmiyor, geniş ve havadar kafesi hemen arkamda ve kendi dünyası için anlamlı sesler çıkartıyor. hepinize selamı var ama sadece ciku'yu seviyor ve ona inanıyor. headbang yaparcasına salladığı kafası ile yine zirvede, görünce yüzümün göldüğü başka fosforlu canlı olmamıştı şimdiye dek.

geçtiğimiz ayı kısaca özetlemem gerekirse, diğer aylara nazaran daha fazla gezdim. motoru alıp buna benzin koymak bizi her hafta kaputaş'a, bir hafta sonu da göcek'e dek götürüp bıraktı. izlerini uzun zaman taşıyacağım yollardan geçtik ve bunun üzerine düşünme fırsatı buldum. kutsal ay nedeniyle evde, hayatta kalma endişesiyle de motorun üzerinde içmedim. çalışırken içmek de şimdilerde mümkün olmadığından, haziran ya da temmuza oranla ağzıma içki sürmediğimi iddia edebilirim birkaç deste kırmızı tuborg hayaletinin bana verdiği yetkiye dayanarak. belki bu akşam belki de yarın üç gold ile fişeği ateşlerim, içmeyince körkütük sarhoş gibi davranırım bilirsin. nedense gezi planı falan yapmadım, önceden en az bir kere izmir'e gitme planı yapardım, bu sene böyle bir istek gelmedi. willy şerefsizini özledim fakat onun da izmir'le bir bağlantısı kalmadı. dostlarımdan günbegün biraz uzaklaşıyorum ve bu hoşuma gitmiyor. hayatın bizi getirdiği konumları canlı canlı izliyorum. onur ile akşama kadar basket oynayıp iki litre fanta almak için dini bütün bir çocuktan borç aldığımız fakat bunu geri ödemediğimiz yılların üzerinden bir çocuk ömrü geçti neredeyse. zaman mı yok, başka şehirler mi uzak tam bilemiyorum. çalışmak dışında neredeyse hiçbir şey için yeterince zaman yok. 

sabah erken kalkmak zorunda olmadığım için sabahın yedisinden ayaktayım, maç özeti izleyip yüzlerce kanalın arasında şuursuz somonlar gibi sekiyorum. panpa ile yırtıcı hayvan belgeseli izliyor ve onların gerçek birer budala olduğunu düşünüyoruz. benim üzerime dönen konuşmaların büyük bir kısmı evlenip yuva kurmam üzerine olduğu için pek ortalıkta dolaşmıyorum. belki günün birinde aşık olabileceğim ve bu başarıyı sonraki senelerde de gösterebileceğim biri çıkar karşıma, o zaman sakince oturur ve geçmişte nereye ne yazmışsam siler, internetteki kimliklerimi tek çırpıda yok ettikten sonra da yeni bir hayata başlarım. tek bir kelimenin bile gözünün yaşına bakmam bilirsin ama bunlar hep kısmet işi. emmett brown bile aşık oluyorsa, günün birinde ben de bu mertebeye erişirim. 

hava hafiften bulutlu ve sıcak değil, açık pencerelerden giren rüzgar bayram temizliğine girişen annemin elindeki elektrik süpürgesi haykırışlarına karıştıktan sonra kulağıma geliyor. panpa hemen arkamda saçmalayıp ıslık çalıyor ki çok tatlı bir hayvan lan bu, keşke çalışırken omzumda dursa. o zaman ne iş hayatı kalırdı ne de can sıkıntısı.

akşama kabilemizi ulupınar'a balık yemeye götüreceğim, gelenektir. para kazanıyorsan bunun bir kısmıyla yemek ısmarlar, mekandaki en küçük çocuğun kafasını ateşe verdikten sonra ailesinin masasına yollarsın. biraz vahşi bir kabileyiz ama hangimiz yeterince medeniyiz ki? 


26 Ağustos 2011 Cuma

strangers in the day

tanrı'nın sorduğu "neden tuborg" sorusunun ve benim bunu cevaplamak için blog açmamın üzerinden tam bir sene geçmiş, her ayın sonunda yaptığım genel durum değerlendirmesini bunda da yapacak değilim paniğe kapılma. ankete iştirak et yeter, bir senedir neredeyse her gün yazıyorum ve yüz kişi bile katılmamış ya lan ankete? kendim çalıp kendim oynamayı ve kapımın önünde kırmızı tuborg bulmayı severim bilirsin fakat sağlıklı bir sonuç için yüz tane oy almak istiyorum. 

blogun birinci yıldönümünü hasta olmama rağmen içtiğim altı kırmızının hala devam eden ve her saat biraz daha azalan etkisi ile elimden geldiğince kutlamaya çalışacağım. insan gibi içmediğim bir gecenin ertesinde eve bir şekilde ulaşmak ve yatağımda çapraz uyandıktan sonra işe gelmeyi de aradan çıkarmak dikkate değer bir başarı. uyanır uyanmaz patates bile kızarttım güzel kafayla, onu da şike skandalıyla çalkalanmaktan kusma evresine gelmiş televizyonun karşısında yedim, kandaki alkol oranı seyrelsin diye de bir litre ice tea şeftali içtim.

evden çıktım, ortalık gerçekten göz kamaştırıcı derecede aydınlıktı ve gözlerimi açmakta zorlanıyordum. hemen sol tarafımda birisi yürüyordu. birbirimize iyice yaklaşmıştık ve biraz sonra sırtına bıçak yedikten sonra brütüs'e hayıflanacak sezar tedirginliğinde, ürkek bir leopar gibi sessiz adımlar atıyordum. sol omzumun ardındaki sonunda seslendi, döndüm ve baktım. daha önce görmediğim birisiydi ve aynı apartmadan çıkmıştık. heralde yüksek sesle müzik dinlediğim ve evden genellikle boş bira kutularıyla ayrıldığım için bana beddua edecekti. bekara ev yok medeniyetinin gereklerini hatırlatacaktı. sabah güneşinde parlayan açık renkli gözlerine baktım ve ismini tahmin etmeye çalışmama rağmen bulamadım. 

"kapının önüne biraları bırakan bendim, özür dilerim" dedi. yerine oturan taşlar ve sıkıcı hayatlarını balkonda sürdüren atletli emekliler adına sonunda bir belirsizlik daha son bulmuştu. hem kapıma kırmızı tuborg koyup hem de özür diliyordu, bambaşkaydı. aynı apartmanda oturduğumuzu ve evin kısmi fotoğraflarını koyduktan sonra, yaklaşık altı aydır yazılarını takip ettiği adamın ben olduğumu fark ettiğini söyledi. bir gece önceden çok içtiğim için aklımın bana oynadığı bir oyun gibiydi fakat gerçek olduğunu, beraber ofise doğru yürürken anladım. kafamdan uydurduğum kişilerin bir ismi mutlaka olurdu ve onun ismini bilmiyordum. adını sordum, söyledi. özür dilemesine gerek olmadığını, bunun özel bir jest olduğunu söyledim. bir antalya sabahının parlak asfaltları üzerinde konuşarak ilerledik. itü'de şehir ve bölge planlama okuyormuş, daha birinci sınıfa geçmiş. bir siyah poşetin içinde hemen doğum günümde bulduğum altı kırmızının ardından, blogun doğum gününde de altı kırmızı içmiş ve işe giderken de jestin sahibiyle karşılaşmıştım.

tanıştığıma memnun olduğumu söyleyip ofise girdim, hayat bazen gerçeklik çizgisinden sapıyor ve alternatifler sunuyordu. yazmak işaretleri ortaya çıkarıyor ve bazen kapımın önüne bırakılmış şık bir hediye paketine neden oluyordu. her şey tuhaftı ve handan da bunun farkındaydı.


25 Ağustos 2011 Perşembe

choose your side


bugünkü toplantıya dair çizdiğim iki alternatif. bana verilen sadece 65 metre civarı bir uzunluk ve tahmini yükseklikti. birisinin modern, diğerinin klasik çizgiler taşıması istendi. bir şeyler yapıp patrona teslim ettim, sence toplantıdan hangisi sağ çıkacak tuborger? ankete katıl, öpücük kazan. o değil de yarın blogun birinci yıl dönümü fakat böyle şarlatanlıklardan tiksindiğim için paniğe kapılmayıp sadece içeceğim. çok uzakta atlar kişneyecek.


anket sonuçlandı:


verilen 80 oydan ( en az 100 kişi verir demiştim, sikko bir blogger olduk panpa) 58'ini üstteki, 9'unu alttaki, 6'sını hiçbiri ve geri kalanını da her ikisi aldı. benim de oyum üsttekineydi, düzenin içinde karmaşanın güzelliğini görür gibi olmuştum onda. alttaki ise her zaman her yerde karşımıza çıkan basit replikalardan öteye gidemiyordu. neyse, belasını versin. 9 günlük tatil yalan ve dolanla bitti. bir sonraki tatile kadar buradayım.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

destiny & daisy

hasta olmam sebebiyle erkenden yatınca ne biutiful'u bitirebildim ne de gece yarısını görebildim. tonlarca rüzgarın intikamı yavaş ve sağlam oluyor, kırgınlığın çelik putrelleri vücudumun her yerine saplanırken biraz iyi olmaya çalışıyorum. geçen hafta aldığım fakat bahsedilecek en az iki paragrafı olmasına rağmen henüz bahsetmediğim kırık boyunlu, mavi pervaneli ve zaman ayarlı kadersiz vantilatörüm sik ko'yu bile açamıyorum hastalığım biraz daha dallanıp budaklanmasın diye. erken yatınca haliyle erkenden kalkıyor ve başucumda duran herhangi bir kitabın herhangi bir sayfasından devam ediyorum. ikea'dan vaktiyle aldığım ve birkaç ay önce köşesini kırdığım lambanın ışığında kelimeler de bir başka parlıyor, günün anlamsız ısrarları henüz başlamadığından okuduklarımı derinlemesine anlıyor ve üzerine düşünebiliyorum. akşamları üzerine düşünebildiğim tek şey ne yemek yapmam gerektiği oluyor.

bu sabah ise 28 mart 2010'da, askerdeyken yazdığım bir yazıyı okudum. hayal ettiklerimin, bu hafta sonu yaptıklarımla birebir örtüştüğünü fark edince kaderin, benden bağımsız bir tanrının benim için yazdıklarından ziyade; benim kendim için yazdıklarımdan fazlası olmadığını, bu vesileyle de kendi kendimin tanrısı olduğumu yattığım yerden keşfettim. bir kanyonda ilerledikten sonra binlerce yıllık antik kentlere çıkmak, göller ve dağlar derken resmen geleceği görmüşüm bir kışlanın iki saatlik nöbetinde. bu yazdığımı tesadüfen okumasam başıma gelenlerin anlık kararlar ile şekillendiğini öne sürerdim fakat 1.5 sene öncesinden kelimesi kelimesine yazmışım ne varsa. saklıkent kanyonu'nda ilerledikten hemen sonra tlos'a çıkmak ve aynı günün sabahında gölde yansıyan dağ. demek ki kader var ve benim önceden yazdığım şeylerin satır arasında saklı. o yüzden yazarken iyiye meyletmek ve umudu korumak, hayal kurup bunların bir gün gerçekleşeceğini bilmek çok önemli, bir bakarsın la sagrada familia'nın önünde fotoğraf makinesi ile dikilir ve bitmeyen kulelere bakarken, mimarlık birinci sınıftaki ödevimi hatırlarım. gaudi'nin dehası önünde saygıyla eğilirken bütün bu olanları önceden gördüğümü ve belki de modern zaman kahinlerinden birisi olduğumu düşünürüm.

beni daha iyi yapsın diye içmekte bulunduğum papatya çayının hemen arkasında, birkaç gündür gelen ilhamın bana verdiği yetkiye ve patronun yaptığım alternatifleri çok beğenmesinin verdiği motivasyona dayanarak söylüyorum ki; eğer tanrı olsaydım ilk önce yere çöp atanların, tükürenlerin ve başkasını rahatsız edenlerin cezasını hemen oracıkta verir hesap gününü falan beklemezdim. doğum kontrolü standart paket içinde gelirdi, iki taneden sonra otomatik kesici devreye girerdi. insanlığı yönetmiyor, motor sürüyoruz sanki anasını satayım. ilkokulda ders olmazdı, çocuklar gün boyu her türlü oyunu oynasın diye düzenlemeler yapardım. karne baskısı ve takdir edilme arzusuyla manyaklaşan çocuklar rahat bir nefes alırdı, zaten onca sene matematik gördükten sonra tek yaptığım, market alışverişini kasaya gitmeden önce kafamdan toplamaya çalışmaktan fazlası değil. dost yoğurdun türevini alsam ne almasam ne.

bu vesileyle tüm islam aleminin yaklaşan ramazan bayramını kutlarım, biz de din yancısı gibiyiz. oruç yok, namaz yok, tatilinden faydalanıyoruz. 





23 Ağustos 2011 Salı

i focus on the pain

aylar boyu dayak yedikten sonra bir kenara atılmış gibi hissediyorum. sızlamayan tek bir yerim yok; boynumun tutukluğu sırtımla birleşti, şakağımdan ense köküme kadar bir ağrı ekspresi çalışıyor. burnumun akıp sesimin buğulanması da cabası, dizlerimin de dermanı yok. saatler boyunca rüzgar yemenin ödülü, altın kaplama windsurf kupası olmayacaktı tabii ki, bu olacakları biliyordum. ılık bir duştan sonra vantilatörün karşısında durmak, klimalı ofisten güneşin kavurduğu sokaklara çıkmak bana bir şeyler katmalıydı ki şu an zirvesindeyim. bademciklerim olsaydı, onlar da bu festivale gururla şişerek katılırdı.

geçen cuma çizdiğim iki alternatif de olumlu karşılanınca, bu haftaya pek bir şeyim kalmadı. birisini geliştirmem ve detaylandırmam gerekiyor sadece, ona da bu belirsiz yazıdan sonra başlarım. geçmişte yaptığım onca saçma iş pratikliğimi arttırmış, bir öğleden sonrası konsantrasyonunda birçok şeyi bitirebiliyorum. cumartesi izin almaya yüzüm olsun diye geçen cuma içine şeytan girmiş t cetveli gibi sürekli çizdim, onlar benim çizdiklerime bir cumartesi sabahında bakıp beyin fırtınasına tutulurlarken, ben buz gibi suyun içinde yarı belime kadar batmış ve fotoğraf makineme evladım gibi sarılmıştım bir şey olmasın diye. ışığın kayaların arasında sıkışıp bir yere kaçamaması gibi doğaüstü durumlar, doğanın tam içinde oluyor. insanlıkdışı her şeyi insanlığın yapması gibi. kayınçosunu ikiye bölen bir kaplan duymadım şimdiye kadar, eltisine ninja yıldızı atan da bizim aramızdan çıkıyor.

bütün bu belirsiz ve hızlı geçen günlerde, önüme net rakamlar da gelmiyor değil hani. örnek veriyorum: dokuz. alev nefesli ejderhalarında dokuz nazgul efendisi, dini bayramın patron tarafından kutsanmış dokuz tatil günü... cuma çıkıp bir sonraki pazartesi kavruk bilgeler ve bedensiz keşişler gibi geri döneceğim dev bir ekspedisyona birkaç gün kaldı. dokuz o kadar büyük geliyor ki, bunu planlamaya çalışmanın bile beyhude olduğunu görüyorum. planlar hep iki günlük kaçamaklar üzerine temellenince, dokuzun hakkından ancak "böl ve yönet" taktiğiyle gelirim. 9 = 4 x 2 +1. her ne yaparsam yapayım, tatilin son gününde yardırmak istemiyorum. bir hamağın mültecisi gibi uzanıp bir şeyler okumak, pazartesi günü et çuvalı gibi koltuğa yığılmamı engelleyecektir.

yazı konusunda ise etraflıca düşünmek yerine, daktiloya dev bir rulo takıp aralıksız yazmak ve jack kerouac'ın izinden yürümek daha cazip geliyor. öncem ve sonram yok, bir sonraki paragrafın ne olacağını ben de en az senin kadar bilmiyorum. bu şekilde anlık özgürlükler mümkün olabiliyor, diğer türlü acaba böyle yazsam yanlış anlaşılır mıyım derken ana fikirden uzaklaşıyorum. 1400 sene önceki olayları dün yaşanmış gibi birbirine anlatan adamlara saygı duymadığım için, nefret söylemi parantezine bile alındığımı gördüm. insanımızın büyük çoğunluğunu sevmediğimi söylersem de çarmıhım "süper hızlı gönderi" ile kapıma gelir sanırım. ilk taşı günahsız olanınız atsın madem, ben başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya çalışan her görüşten, yere tüküren her insandan, içtiği suyun şişesini etrafa savuran her davardan ve örf-adet diye insanları mengeneye sıkıştıran her ideolojiden nefret etmeye devam edeceğim.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

ride under the moon & dawn

yaklaşık bin kilometrelik uzun bir yolculuktan sonra ofise dönüp karanlık gündemin bir kenarına tutunmak pek hoş olmasa da yoldan aklımda kalanlar bana bir süre daha yetecektir. sahte insanların hayatlarımızın tam orta yerine medya aracılığıyla kurulduğu ve gitmek bilmediği, insanların etnisite üzerinden dolduruşa getirildiği ve öteki taraf vaadiyle kandırıldığı şu yılların benim için hiçbir önemi yok. şehirler kendi üzerine çökse bile motosikletimiz yeterince hızlı, toz bulutundan zamanında kurtulabiliriz. yayla yoluna çıkar, sabahın altısındaki keskin soğukta sedir ağaçlarının yanında ilk molamızı veririz. karları erimiş dağın durgun baraj gölündeki yansıması ve kimselerin olmadığı yollar bizi kendimize getirecektir. haberler, ölümler, siyasetçiler, yalancılar ve sonsuz bir veri akışı yok. sadece yükselen güneş ve kısalan gölgeler, yolumuzun üzerine çıkan koyun sürüleri ve yılan gibi kıvrılan yollar var.  yeni gelen bir mail ve saat de cehennemin dibinde, güzel bir ağaç altında ya da ayçiçeği tarlalarının önünde durup evden hazırladığımız sandviçleri yemenin, önümüzde uzanan yolun ve bize katacaklarının bilinemezliğinin hissiyatını medeniyetin tek bir zerresi bile vermiyor. diğer insanlarla aramızda kasklarımız var. diğer insanların hastalıklı düşünceleri ve evhamları artık kayıp, neye inandıkları ve inandıkları değer üzerinden başkasına kurdukları baskılar da deniz kenarındaki viraja 140 ile girerken hafiften yatan motorun üzerinde aklıma gelenler değildi. benzinimiz bitince depoyu bir kez daha doldurduk, karnımız acıkınca da yol üzerinde bir yere parkedip karnımızı doyurduk.



cumartesi sabah antalya'da başlayan yol, bizi sabahları buz gibi olan elmalı üzerinden yamaca kurulmuş kalkan'a, oradan kumların ülkesi patara ve  paraşüt dolu hava sahası ile fethiye'ye, bir dağın zirvesine; bundan yaklaşık 4000 sene önce kurulmuş görkemli kent tlos'un kayaya oyulmuş lahitlerine ve hala ayakta duran kemerlerine, usulca akan bir suyun yer yer belimize kadar yükseldiği saklıkent kanyonu'na, çadırlı emeklilerin yerleşik hayata geçtiği katrancı koyu'na ve çok zenginlerin teknelerini çektiği göcek'e götürdü. bir gördüğümüz insanı bir daha görmedik, aynı yoldan geçmedik. bazen  durdum ve dört bin sene öncesine baktım, bazen dört bin sene öncesi tüm ihtişamıyla önümde durdu ve ona hürmet ettim. ölümsüzlük taşta saklıydı, bende değil. en iyi ihtimalle elli sene sonra olmayacaktım, gençlik nasıl bir insanın ömründe geçiciyse; hayat da zamanın kadim tarihinde öyleydi. bir süre yaşadıktan sonra geçip gidiyorduk işte, belki bir başka bedene belki de çok koyu bir karanlığa. varken yok oluyorduk.

yola çıktığımzda henüz ortalıkta gözükmeyen güneşi, fethiye'de dağların ardından batırdık. üzerinde patlamalar var mıydı 300mm lensim ile tam göremedim, belki de 400mm almam gerekecek seneye. tüm gün at sürmüş iki yorgun şövalye gibi sonunda bir otele yerleştik. temiz çarşaflar ve ılık bir duş. fethiye'de gece hayatı, daha önce olduğu gibiydi. her turiste yavşayan ve bende tiksinti uyandıran adamlar, birbirinin aynısı ingilizler ve otuz sene öncesinin müzikleri. kimsenin yeniliğe ihtiyacı yoktu, birisi hunharca düğün yapıyordu sadece. moral bozan org müziği eşliğinde tuhaf hareketler serisine düğün denen topraklarda yaşıyorduk ve kalabalık çığırından çıkmış gibiydi. nedense tüm geleneklerimiz ve insanımızın gördüğü her kayaya isim yazma ısrarı beni çileden çıkartıyordu. saklıkent kanyonu'nun derinliklerinde bile adam bembeyaz kayanın üzerine kırmızı boyayla adını ve sevgilisinin adını yazmıştı. bir kayadan yuvarlan sezai, yapmaya son çalıştığın şey akan kanınla ismini yazmak olsun. medeni bir insan olana kadar yeniden doğ, sakallı bebek gibi dolaş ovalarda, çöpünü sağa sola bırakmamayı keşfedene dek yeniden yuvarlan yamaçlardan.








pazar sabahı uzun bir kahvaltıdan sonra tekrar yola çıktık, gece bastırmadan eve dönmemiz gerektiğinden marmaris'e gitmenin iyi bir fikir olmadığını düşündük. paramız resmen suyunu çekmiş ve dünya'nın en pahalı benzinini vatandaşına sunan yüce devletimiz tarafından cebimizden zorla alınmıştı. göcek marina'nın etrafını dolaşan toprak yol bizi küçük bir koya ve bu koyda küçük ceylan dinleyip kağıt oynayan dört tane davarın yanına götürdü. tüm şiddetiyle uluyup acı çeken bir ses ve sevmediğim insanlar. fazla kalmadık, öğlen sıcağını çimlerin üzerinde uzanıp biraz müzik dinleyerek geçirdik. moleskine'e notlar aldım, geçen sene antakya'da, bir önceki sene istanbul'da yapı statiği finalindeymişim. şimdi de muğla'daydım işte. yanımızda kasklarımız ve rotamız vardı.


geri dönüş yolunda geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi kaputaş'a indik. beyaz taşlardan seken ışık ve merdivenlerin ardından dünyanın en güzel mavisi. bir önceki gün arsenal'i 2-0 yenen liverpool'umun mutluluğunda, liverpool havlumu kumların üzerine serdim. hava oldukça sıcaktı fakat motorda bunun farkına varmamıştık. denizle kavuştuğum ve tüm hafızamı sıfırladığım eşsiz an. önüm arkam sağım solum türkuaz bir sarhoşluk gibiydi, yaşadığımı hissediyordum. burada kalmalı ve zamanı gelince de böyle bir yerde ölmeliydim. 21. yy medeniyeti vahşilikten öte değildi artık; fabrikalar, hisseler, tedarik zincirleri, insan kaynakları, raporlar, projeler ve anlaşmalar. kaynağım denizin dibindeydi ve tüm doğayla iyi anlaşabiliyordum. birisine rapor vermek ve alternatif üretmek zorunda değildim.








güneş alçalmaya başlayınca geri dönmenin çanları da hafiften çalmaya başladı. yanımızda getirdiğimiz suyla kafamızı yıkadık, üzerimizi giyindik, kaskları takıp bir kez daha yola koyulduk. bir süredir aklımı zehirleyen ve beni yazmaktan alıkoyan her şey gitmişti, pırıl pırıl olmuştum. insan ilişkilerinden dolayı içimde katılaşan monokrom levha parçalanmış ve altından bembeyaz bir tabaka çıkmıştı. bomboştu, sırt çantamda mutluluğun mimarisi ve aklımda tabula rasa ile yeni bir ruh halimin ilk dakikalarındaydım ve son hız eve dönüyorduk.


çok uzun bir yolun ardından eve bir kez daha döndük. babam, uzun zamandır hayalini kurduğu c max'ı almak için birkaç saat önce yola çıkmış, annem ise benim dört saatte yarısını ancak hazırlayabileceğim bir sofrayı balkona kurmuştu. balkondayken hafiften bir rüzgar çıktı, gözlerimi kapatınca sanki hala motorda olduğumu düşündüm. bir sonraki güzergaha kadar bir ara vermeli ve şehre geri dönüp benzin parası kazanmalıydım.


günlerin gölgesinde ve ayın ışığında geçen birkaç günden sonra insanların arasına geri döndüm, onlardan biri değildim ve bir süre insan taklidi yaptıktan sonra geri gidecektim.



12 Ağustos 2011 Cuma

monochrome

sabah ilk işim, benden balkabağına benzeyen bir yatak isteyen ve bunun karşılığında bana para kazandıracak kadına bu işi yapmayacağımı söylemek oldu. iş yoğunluğunu falan bahane ettim, oysa tek sebep nefret ettiğim şeylere bir dakika daha vermemekti. balkabağı görünümlü yatak he mi? prenses gibi yetiştirin çocuklarınızı, simli duvar kağıtları ve ince planlanmış ışıkların altında egoları şişmeye başlasın. parasının da canı cehenneme, daha fazla parasında değil her şeyin daha azındayım. dolunayın getirisidir belki bu, belli başlı ne varsa hepsinden nefret ediyorum. yüreğim şişiyor, sağ gözüm seğiriyor. bilgisayara bakmaktan, ekrandan, telefon sesi ve kapı zilinden; cümlelerden, köpek havlamalarından, gevezeliklerden, vitrinlerden, adımın ardına bey getirilmesinden, iş arkadaşımın ara sıra bilgisayarımı süzmesinden ve daha literatüre girmemiş bir sürü kavramdan... yıkmak, yok etmek ve havaya uçurmak istiyorum.

kaleiçi'ne bakan bir terasta, bankın birisinde oturuyorduk. falezlerin üzerinden ay yükseliyor, arkamızdaki kafede kaybedenler kulübü oynuyordu. iki kişinin bana fazla geldiğini söyledim, beş para etmez herifin tekiydim. değişmiyor ve bir süre sonra ilişkiye ya da sevmeye dair ne varsa ona olan hevesimi yitirdiğimi soğuk cümlelerle anlatmaya çalışıyordum. başka birisini daha sevmeye çalışırsam da, günün birinde yine aynı şeyin bir kez daha başıma geleceğini biliyordum. senelerdir lanetli bir döngü, ilk baştaki heyecan ve karnımdaki hoşluk zamanla renklerini yitiriyor ve monokrom bir levhaya dönüşüyor. artık sevmediğimi fark ediyorum. artık bitsin istiyorum. artık, benim yüzümden birilerinin gözleri dolmasın istiyorum. film, bizim konuşmalarımız boyunca devam etti. tek başımalığıma geri dönmek istediğimde, mfö de filmin sonunda yalnızlık ömür boyu diyordu. her şey örtüşüyordu, bir filmin gölgesinde çekilen başka bir filmin başrol oyuncusu gibiydim sanki. her şeyin birbirine geçtiği ve gerçeğin hangi katmanda olduğunun bilinmediği bir paul auster romanında, ağır bir paragrafın dibindeydim. dönüştüğüm insandan hoşlanmıyordum, ondan nefret ederken de dünya'nın geri kalanı haliyle sevimli gelmiyordu. problemin ne olduğunu da anlamıyordum aslında, neydi derdim ve korkum? 

eve gelirken markete uğramak ve üç kırmızı almak istedim, kapalıydı. eve girdim, sabah kapattığıma emin olduğum halde öğlen gelince açık bulduğum pencereler bu aralar tüylerimi ürpertiyordu. kendime ve hafızama güvenmediğimden, öğlen bir kez daha pencereleri kapattıktan sonra bunun fotoğrafını çekmiştim. eğer eve girdiğimde yine pencereleri açık bulursam aklımın iplerini salacak, eğer fotoğrafta da bunların açık olduğunu görürsem hastaneye yatacaktım. deliliği davet eden ben değildim fakat benimle yaşamakta ısrarcı gözüküyordu. anahtarı tedirginlikle çevirdim, pencerelere baktım ve kapalılardı. tamam normaldim. iyiydim. ice tea limondan büyük bir bardak koydum, bilgisayarımı açtım. hava yine sıcaktı, hiçbir şey yapmak istemeyip monochrome dinledikten sonra soğuk suyun altında bekledim. saçımdaki jöle şakaklarımdan aktı, mentollü şampuan kafamın üzerinde hava delikleri açtı. liverpool havluma sarınıp duştan çıktım, kendimi bir süreliğine iyi hissetmeye başlamıştım. kafamdan iki haneli sayıları çarptım, aklım da yerinde gibiydi. yatağımda uzanırken mutluluğun mimarisini okudum; okuduğumu anladım.

sabah kalkıp ofise geldim ve balkabağından dönüştürülmüş bir yatakla uğraşmayacağımı yazıp yolladım.




reds in time


kadavrayı formaldehite yatırır gibi, ruhumu kırmızı tuborg'a yatırmak ve dinlenmek için pit stopa girdiğimde, kasanın önünde elinde 5 kırmızı ile görmek isteyeceğim son insanı gördüm. oturmuş, memleketi kurtarmak üzerine nutuk atıyor ve kafa sikiyordu. 40'lı yaşlarının ortasındaydı; saçlarına ak düşmüş ve top sakalını ise hala kesmemişti. noktasız cümleler kuruyor, ülkeyi onun eline verdikleri takdirde neler yapacağını nefes almadan anlatıyordu. gümüş rengi saçları dökülmemişti, susmayı denese yeni richard gere bile olabilirdi belki ama o sürekli hükümetten şikayet ediyor, din bezirganlığı ile sömürülen halklardan bahsediyordu. iyi niyetli bir tavırdı belki ama işe yaramasının mümkünatı yoktu. cebinden çıkan paraların, 20 yaşında bir türbanlının cipine benzin parası olduğunu o da benim kadar biliyordu; zoruna gidiyordu bütün bu tuhaflık. 

elinde biralar ile ne kenara çekiliyor ne de hesabı ödeyip gidiyordu. canımı sıkmaya başlamıştı, mangalda kül bırakmayan herhangi bir adam gibiydi; sabırla bekledim. anlattığı hiçbir şey farklı değildi, kıraathane köşelerinde memleketi kurtaran amatör siyasetçi gibiydi. elinde kırmızı varsa evine git iç, sonra müziğini dinle! sana mı kaldı din bezirganlarının fakirleştirip ekmeğe muhtaç ettiği halkı kurtarmak? hafiften sinirlenmeye başlayıp hesabı ödemek için rica ettim. kucağımda 5 kırmızı vardı, içmediğim takdirde tüm gece ne yapacağımı bilmiyordum. bilmediğim zaman bilmek için içerim; bildiğim zaman bilgiyi kutsamak için. içmek için her zaman güzel sebeplerim vardır, karavanaya içmem. hesabımı ödedim, marketten çıkarken kır saçlı adam arkamdan seslendi "her gün içme, bir gün gelir 20 sene sonraki halinle aynı markette karşılaşırsın" diye.

başkasını dinlemem, nasihatten tiksinirim. "tamam içmem" deyip evime geldim. damağımdan içeriye süzüldükçe yakıtım, hücrelerime hayat geldi; tüm gün boyunca sersem gibi ekrana bakmamın acısını çıkardım.



11 Ağustos 2011 Perşembe

düş


henüz otuzuna bile varmamış genç bir kadın, geniş kenarlı hasır şapkasını yüzüne çekip dalgaların sesini dinlerken, minicik ayaklı küçük kızının babasıyla kumdan kale yaparken attığı çığlıkları duyup her zamanki gibi belli belirsiz gülümsedi. beyaz köpüklü dalga son hızla kaleye yaklaşırken, kıvırcık saçlı güzel kız çocuğu bağırarak dalgaları durdurmaya çalışır ve kalenin bir kısmı sulara karışırken babasına küsmüş gibi bakardı. güneşten rengi açılmış saçları ve koyu yeşil gözleriyle annesini andırıyordu, hasır şapkanın altında gündüz düşleri gören annesini. 

evliliğe dair çekinceleri, mutsuz olma endişesi ve bir aile kuracak olmanın ağır sorumluluğu, doğru insanı bulmasıyla bertaraf olmuştu. başarısız denilebilecek ilişkilerinden sonra karşı tarafla birlikte kendisine olan güveni de kaybolmaya yüz tutmuşken, artık umursamaz olmaya karar verip günlerin geçişine heyecansız gözlerle bakarken, birden kendisine sevgiyle bakan bir çift göz bulmuştu. adam, ona çaktırmadan bakmaya çalışsa da başaramıyor ve hafif şaşkın tavırlarla çaktırmadan baktığını zannediyordu. ege'de bir kasabaydı, taş evlerin renkli pencereleri ve yolların üzerini gökkuşağı gibi örten parıltılı çiçeklerden başka bir şey yoktu. mutluluğun başkenti gibiydi akşamları günbatışının en güzel göründüğü kasaba. kafasını toplamak için geldiği yer, ona büyülenmiş gibi bakan bir çift göz hediye etmişti. adamın hafif sakar tavırları ve ona baktığı zaman utanıp hemen kafasını öne eğmesi kadının keyfini yerine getiriyordu. konuşmadan ya da bakışmadan iyi anlaşıyorlar, her akşamüstü aynı yere gelip batan güneşe bakıyorlardı. güneş, iki güzel insanı biraz daha görmek istercesine batmak istemiyor, çamlarla kaplı bir tepenin üzerinde bekliyordu. kızıla boyuyordu denizleri, tekneleri ve kendisine bakan yüzleri.

bir hafta sonra birbirlerinin isimlerini öğrenmişler ama konuşmayı becerememişlerdi. komik suskunluklar oluyor, gülmemek için kendilerini tuttukları dudaklarından belli oluyordu. güneş her gün biraz daha geç batarken, adam kadına dönüp evlenme teklif etmeyi dünyadaki her şeyden çok istedi. aklından geçen en mantıklı teklif "evlensek, çocuğumuz olsa da kumdan kaleler yapsa ya" gibi dünya sahnesinde daha önce pek görülmemiş bir teklif olduğundan sustu. evliliğe ya da aile kurumuna geçen haftaya kadar inanmıyor, yalnızlığını keskinleştirmeye çalışıyordu. başka bir şehirde yaşıyor, hafta sonları ise günbatımıyla hayata tutunmak için arabasına atlayıp bu sahil kasabasına geliyordu. kimseye bakmadan, kimseyle konuşmadan, insan paydasından alabildiğine uzaklaşarak kendisini rüzgarlara bırakıyor ve sakinleşiyordu. şehirde yaşadığı stresli hayat çoğu zaman başını ağrıtıyor, ısrarla korna çalan insanların arabaların ön camını indirmek ve hiçbir şey olmamış gibi devam etmek istiyordu. işi şehirdeydi, hayatı ise hafta sonunda buluyordu.

o hafta sonu da şehirden kaçarcasına uzaklaşmış ve ayağını gaz pedalından çekmeden, sardunya saksıları mavi boyalı pencerelerinin önüne dizilmiş pansiyonuna ulaşmıştı. kendisi bile fazla geliyordu ara sıra, akşamüstünü beklemek yerine beyaz çarşafların üzerinde uyuyakaldı. huzurlu bir rüyaydı, tedirgin bakan bir çift güzel gözden başka bir şey hatırlamıyordu. büyülenmiş gibi gözlere bakmış ve rüyadayken bile rüyanın bitmesini istememişti. aşağıda bir camın kırılması ile yatağından sıçrayarak uyanmış ve sonsuza kadar kaybettiğini sandığı zümrüt gözlerin yasını tutmuştu. üstünü değişip beyaz ferforje sandalyelerin yanına gitmek için aşağı indi. 

genç kadın dalgınca denize bakarken dirseği bardağa çarpmış ve bardağın tuzla buz olmasını heyecansız gözlerle izlemişti. belki tutabilirdi ama uğraşacak gücü yoktu, sadece denize bakmak ve gecenin içine ilerlemek istiyordu. yorgun ruhu her nefeste biraz daha gençleşiyor ve kendisini iyi hissetmesini sağlıyordu. ne iyi etmiş de gelmişti bu pansiyona; fazla kimse yoktu, olanlar da konuşmuyordu. büyük bir sinirle gelen ve bavullarını odaya taşıyan insanlar bile daha o günün akşamında sakinleşiyor ve gülümsüyordu. 

kendisine bakan gözlerin farkına vardığında sakinleşmiş ve güneş kadar kırmızı bir şaraptan yudumlar almaya da başlamıştı. güneş ışığının camdan kırıldıktan sonra ahşap masa üzerinde oluşturduğu desenlerini inceliyordu. kafasını kaldırıp kendisine bakan gözlerin sahibine baktı. hisleri çok kuvvetliydi, adam birden kendisine dikilen bir çift zümrüt gözü görünce ne yapacağını bilemedi, bu gözler rüyasında gördüklerinin aynısıydı. unutmasının mümkünatı yoktu. kalbinin attığını yıllar sonra duydu, elleri soğudu ve sakarlık tanrısı gibi ne yapacağını bilemedi. kadının bir saniye bile sürmeyen bakışı insanlığın serüveninden bile uzun, evrenin oluşumdan bile karmaşıktı. kafa dinlemeye gelmişken, kafası uğuldamaya başlamıştı. nabzını kontrol edip bir şişe şarap söyledi. tanrıların içkisi, yıllar sonra bir tanrıça tarafından tekrar kutsanmışken, o da herhangi bir ölümlü gibi bu lezzeti tatmalıydı. birkaç saliselik bakışlar için bu dünyaya geldiğini düşünüp mutlu oldu. kalbinin atan bir şey olduğunu henüz öğrenmişti ve daha önce aşık olduğunu sanmıyordu.

hasır şapkasının altından birbirlerini ilk gördükleri anı düşünüp geleceğe gitti: kızının üniversiteden mezun olduğu güne. mimarlık fakültesinin top sakallı dekanı, kızının adını söyleyip onu kürsüye davet ettiğinde, kadın da eşiyle birlikte avuçları patlayıncaya kadar alkışlıyordu. lisedeyken "okumak istemiyorum artık" diye camı çerçeveyi indiren, hazırlık kitaplarını pencereden aşağıya atıp okuluna gitmeyi reddeden kız zamanla sakinleşmiş ve istediği bölümü severek bitirmişti. juri zamanları sabahlayıp yeşil gözlerinden uyku akarken bile şikayet etmemiş, mimar olan babasının yardım tekliflerini ciddiye bile almamıştı. kendisi başarmıştı ve şimdi oditoryumda kalabalığa konuşma yapıyordu. deniz kenarında yıkılan kalesine bağıran kız, yıkılmayacak binalar yapmak için okumuş gibiydi. dalga gelirken çığlıklarıyla ortalığı yıkan lepiska saç, kelimeleri seçerek konuşuyordu. gözlerinin kenarında hafif ve güzel kırışıklıklar oluşmaya başlamış kadın, birden üzerine gelen bir kova su ile yattığı şezlongtan fırladı. küçük kızı, kovasına doldurduğu suyu babasının talimatı üzerine kadının üzerine boşaltmıştı ve çığlık atarak denize doğru koşuyordu.

şezlongta oturup ailesine baktı. kumdan kalelerinin etrafında sürekli bir şeyler yapan iki insan, hayatını hiç olmadığı kadar güzelleştirmişti. ertesi sene aynı pansiyonda tekrar karşılaştığı adam, geçen seneki sakarlığını biraz yenmiş gibiydi. en azından elleri sonradan takılmış gibi acemice hareket etmiyor ve mantıklı cümleler kurabiliyordu. aynı şehirde yaşamaları ve nevizade'yi sevmeleri tuhaf bir tesadüftü. bir akşamüstü, adam kaldırımın kenarına atılmış ufak masaların birisinde bira içip sıkkın gözlerle etrafa bakarken, kadın da hemen önünden yürüyüp geçmiş olabilirdi. bir terasta yan yana masalarda başka insanlarla içmiş ve başka bir şeyin özlemiyle yükselen dolunaya da bakmış olmaları imkan dahilindeydi. 

birbirlerine ve suskunluklarına alışmışlardı. başkalarının mutsuzluk verdiği bir dünyada dolaşmak yerine kendi dünyalarını kurmak için ilk adımı attılar. evlilik teklifi "evlensek, çocuğumuz olsa da kumdan kaleler yapsa ya" gibi tuhaf ama komik bir teklif olduğundan, kadın fazla düşünmeden evet dedi. kızıl güneş biraz daha havada asılı kalıp yavaşça inerken çok geç olmadan birbirlerini bulmuşlardı, hem de hiçbir zaman ayrılmayacak şekilde.

kadın, şezlongtan kalkıp çok sıcak olmayan kumların üzerinde yürüdü. kızını kucağına aldı, tüm gün güneşin altında oynamaktan yanakları pembeleşmişti. kızının gözlerinde kendini gördü, hiç bu kadar mutlu hissetmemişti kendisini, eşi ikisinin üzerine de bir kova su boşaltıp denize koşarken bile güldü; iki tane çocuğa annelik yapıyor gibi oluyordu çoğu zaman. ileriki yıllarda, oditoryumda ciddi ciddi konuşacak kızı pamuk şekerinden farksızdı, sürekli bir şeyler anlatıyordu. kocaman bir öpücük aldı kızının yanağından.

gece olduğunda, yıldızlardan dikilmiş örtülerini üzerlerine çekip her zamanki gibi kayan yıldızlardan dilek tuttular. tüm gün kumlarda yuvarlanan küçük yengeçleri yatağında mışıl mışıl uyuyordu. hiç mutlu olamayacağını düşünen iki insan, ege'nin yıldız ışığıyla aydınlanan bir terasında, hafif bir esintinin kucağında uzanıyor ve aşklarına şahit olan samanyolu galaksisini selamlıyordu. sonsuz bir döngünün parçasıydılar, kırılması imkansız bir zincirinin küçük, mutlu ve sakin dişlisiydiler. 

bir yıldız kaydı, kadın bir dilek daha tuttu. adam uzanıp küçük bir öpücük hediye etti eşine, onsuz olamayacağını biliyordu. uyuyakaldılar yıldızların altında, ikisi de o gece aynı düşü gördü.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

lovers in a cage

panpa ve ciku'nun zamansız aşkları dolu dizgin devam ediyor. çift salıncaklı (bu insan ölçeğinde çift yatak odasına tekabül ediyor) geniş kafeslerinde birbirlerini seviyor, bazen de yemliklere inip şık bir akşam yemeği yiyorlar. panpa, ciku'nun gözünün kenarını öpüyor bazen. onsuz büyük bir kısmının eksik kalacağını biliyor. gagalarının arasında kalan küçük boşlukta asılı kalan dev bir aşktan bahsediyorum, ikisinin kaç gram çektiği umrumda değil. panpa, fotoğraflarda da görüldüğü üzere bulut gibi çökmüş sevgilisinin atmosferine. fosforlu don juan işte, kendimden yana pek bir umudum yokken; gerçek aşk diye bunların fotoğrafına bakıyorum. fotoğraflarını çekiyor, aklımda onlara senaryo bile yazıyorum. dediğim gibi: sonsuz aşk muhabbet kuşlar arasında olur, pırlantayla saçma sapan taşlarla hiç olmaz.

panorazer






8 Ağustos 2011 Pazartesi

in the days of fazer

babamın arabayı sattığından eve giderken haberim yoktu, babam ve annemin de kardeşimin motor aldığından haberi yoktu. el değiştiren birkaç araç vardı ve kimse tam olarak ne olup bittiğini bilmiyordu. oysa bu kadar tuhaf bir aile değildik, bazen bir okey masasının etrafında dondurmasına okey bile oynar, pazar sabahları da film izlerdik. daha büyük bir araba almak için eldeki fusion'u satan babam ve ayağımızı kessin yeter minimalizmini doyasıya yaşayan annem, bir motosiklet fikrini uzun süredir akıllarına getirmediklerinden olsa gerek; kardeşimin elindeki yamaha amblemli anahtara bir anlam veremediler. motoru pazartesi almış ve onların karşısına çıkmak için cumartesiyi beklemiştik. anahtara baktılar, sonra da evin karşısında duran 600cc'lik canavara baktılar ve doğal olarak inanmadılar. annem "kimin bu?", babam da "olmaz, sakın" dedi. gerçeklerle yüzleştirme masası olarak başarılı olamadık. annem, "kiminse geri ver" dedi, bir süre geçtikten sonra yavaştan inanmaya başladılar. biz, asıl tepkiyi ve havada üçlü döner tekmeyi annemden beklerken; ana yüreği "aman dikkatli sürün, hayırlı olsun" dedi. babam ise ancak iki saat sonra normale döndü. hayaller ertelenerek yaşanamazdı, bir sonraki gün gelmeyebilirdi. emekliliğini bekleyen insanların, emeklilik geldiğinde ellerini kaldıramayacak hale geldiklerini yaşadığım siteden görüyordum. 


pazar öğlene doğru yola çıktık, belli bir rotamız yoktu. kaş'ta, yarımada tarafında geçen kış willy ile gelip yağmurun altında birkaç bira içtiğim koy güzel bir alternatif olabilirdi. finike demre arasındaki şahane koyların yanından hızla geçtik, hava çok sıcak olmasına rağmen rüzgar bunu hissettirmiyordu. kaskın önünü açıp rüzgara ve önümde uzanan yola baktım. işte tüm hafta boyunca beklediğim manzara buydu, virajlara girerken hafiften yatmak ve birkaç saniye içinde sollama işini tamamlamak. buz gibi ice tea molası verdikten sonra yola devam ettik, dört silindirli canavar çığrından çıkmış bir at gibiydi ve dört nala koşuyordu. kaş merkeze kısa sürede vardık, kafamızı çeşmenin altına sokup çiçeklerin gölgesinde biraz dolaştık. kasımın boş sokakları yerini kalabalığa bırakmıştı fakat yine de ortalık rahatsızlık vermiyordu. insandan insana fark var; bazen bir tanesini boğmak için planlar yaparken, bazen bir plaj dolusu insanı kucaklamak istiyorsun.

yarımada tarafına, bundan tam üç sene önce evden kaçıp kendimi güneşin alnında yürümeye vurduğum rotayı takip ettik. üç sene önce ileride sağda güverte diye bir yer vardı, semerkand okuyup bira içtiğim ve bir biraya dört lira verdiğim o güzel gün; akşam resmen güneş çarpmıştı ve maymuna dönmüştüm. güverte yine oradaydı fakat artık bira içmiyorduk. motosiklet, beklentileri fazlasıyla karşılıyordu. o paraya kendimize mazot alacağımıza, fazer'a alıyorduk. o da bizi istediğimiz yere taşıyordu.

güverte'nin ardından, ilk soldan aşağıya indik. yol bozuktu, zeytin ağaçlarının altına motoru park edip kaskları top case'e koyduk. maske-şnorkel ve deniz şortları yeterdi. küçük koy ve büyük sualtı dünyası, daha önce gördüklerimizden fazlaydı. her ebatta ve çeşitte balık vardı fakat en ilginci trompet balığıydı. gerçekten saçma bir hayvandı ve biz de ona göre, saçma insanlardık. tüplü dalış yapanları yukarıdan izledik, onlar dipte otururken behzat ç. ve ekibinin onların yanına gelip "siz ne yapıyorsunuz la burada?" diyeceğini düşünüp sualtında gülümsedim. mesaisi dalış yapmak olan adamlar vardı, hangi gün olduğu umurlarında değildi. ben ve kardeşim ise sadece pazar günü çalışmıyorduk, bir güne ne kadar şey sığarsa artık. 

yarımada tarafındaki koyu etraflıca inceledikten sonra kaş'a geri döndük, migros'tan alacağımız mezeler ile yol üstünde şahane bir piknik yapabilirdik. bir masada oturup sipariş vermek hiç cazip gelmedi; bir garsonun önden yeşillikleri getirmesi ve ne içeceğimizi sorması. artık dışarıda olmalıydık, bunu derinleştirmeli ve temellendirmeliydik. üzerimizde arabanın da olsa tavanı olmamalıydı; bir ağaç gölgesiyle ve daha azıyla yetinmeliydik.

ilk iş olarak ice tea şeftaliyi, marketten çıkana kadar kalsın diye dondurma dolabına gömdük. o sırada mezeleri ve ekmeği aldık, yedi dakika sonra yürek hoplatan soğuk bir ice tea ile kaputaş'a doğru yola çıkmıştık bile. mavi mağara'ya varmadan, rüzgardan yamulmuş ve yaprakları yerlere ulaşmış bir defne ağacının altına havlumuzu serdik. douglas adams'ın dediği gibi, plaj havlusu her şeye yetiyordu. bizi kurutmuş, sivri kayalarda otururken bir tarafımızı kesmemizi engellemiş ve şimdi de sofra bezi olmuştu. uzakta meis adası ve yelkenliler, parlak bir güneş ve masmavi deniz. hayat tam olarak bu olmasa da buna benzer bir şey olsa gerekti. önümüzde yol, altımızda motor. şık ve özgür bir yemekten birkaç dakika sonra kaputaş plajı'na vardık. kasklar tekrar çantaya, sırt çantasıyla merdivenlere. güzel kızların sarı kumların üzerinde mücevher gibi parladığı ve dalgaların bir an olsun dinmediği dünyanın en güzel renkleri hemen karşımızdaydı işte. plaj havlumuzu bir kez daha açıp dalgalara koştuk, su nisanda olduğu kadar olmasa da soğuktu. uzun köpükler boyunca sürüklendik, buranın mavisi başka bir yerdekine benzemiyordu. insanın içinde yüzesi değil, içesi geliyordu. sapsarı kumlar, bembeyaz köpükler ve tuhaf bir mavi. güneş batmaya yakın, kaputaş'ın merdivenlerinden çıkıp eve doğru yola çıktık. gün batmadan evde olmamız gerekiyordu. ve yolumuz epey vardı. 

hemen ardımızda batan kızıl güneş dikiz aynasından yansıyordu, sık sık kafamı çevirip bu büyüleyici manzaraya bakıyordum. karşıdan karşıya geçen keçiler, daha yeşil otların peşinden koşarken; biz de kimsesiz koyları çepeçevre saran yolların üzerinden geçiyorduk. 

uzunları yaktığımızı zanneden gerizekalı şoför, bizim arkamıza geçip intikam için uzunları yaktı ve bizi tekrar geçti. yanlış anlama özürlüsü bu sorunluyla ilk ışıklarda yan yana geldik. yeşilin yanmasıyla öne atılan fazer, beyaz passat'ı sikip bırakırken de şahane bir şey oldu. ilk şahlanmada motorun önü hafiften havaya kalktı ve sonra geri indi. metal bir ejderha gibiydi ve 100 km'ye birkaç saniye içinde ulaşıyordu.

eve vardığımızda kulağımız hala uğulduyordu, mükemmel bir gün geride kalmış ve önümüzde uzanan günlerin habercisi olmuştu. artık yoldaydık.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

old man's saturday

"bu akşam şarap içmeli ve birkaç sayfa daha yazmalıyım" diye düşünürken ihtiyar, elindeki karışmış misinalara hafiften gülen gözlerle baktı. sabah erken saatlerde çıktığı av yine kısmetli geçmiş, birkaç kovayı ağzına kadar gümüş pullu balıklarla doldurmuştu. güneşin altında geçen günler gözlerini kısarak çalışmasına neden olduğu için; gözlerinin kenarında teninden daha açık çizgiler vardı. saçları oldukça beyazlamış, uzamış ve sakallarına karışmıştı. çok eski zamanlardan kalma bir şarkı dudaklarının arasından ıslık niyetine çıkıyor ve rüzgara karışıyordu. doğayı reddederek geçirdiği günahkar yıllardan sonra; doğanın bir parçasına dönmüştü yaşlı adam. rüzgarla konuşur, dalgaları dinler olmuştu. denize tepeden bakan bir yamaçta, her şeyini kendi yaptığı taş bir evin verandasına uzanan zeytin dallarının çevreden getirdiği dedikoduları gözlerini kapatarak dinler ve zeytin ağaçlarının arasındaki husumete bir türlü anlam veremezdi. sorun çıkarmak sadece insanlara değil tüm kainata özgü bir şeydi sanki; hayatın kodlarında vardı.

kodlarını, saatini, takvimini, elektriği, vahşi medeniyeti ve beşeri ilişkilerini şehirde bırakıp, sırra kadem basmasının üzerinden ne kadar geçtiğini bilmiyordu ama epey olmuştu. zamanı sadece mevsimlere bölüp, güneşi ve yıldızları izlediğinden; o an modern dünyanın insanlarının hangi günde sıkıştığını bilmiyordu. ama onlarca mevsim geride kalmıştı. giderken eylüldü; okullara tıkılmaya çalışan servisler dolusu öğrenciler camlara yapışmış, trafikte arabalar üst üste çıkmış ve insanlar çıldırmıştı. 2000'lerin başında cumartesi çalışmaya duyduğu öfke aklına geldi, genç ve sinirliydi. çalışmanın sağlığa zararlı olduğunu iddia etmesine rağmen, boş zamanlarında da çalışırken yaptıklarından farklı bir şeyler yapmıyordu. hep bilgisayardaydı, hep bir şeylere çatık kaşlarla bakıyor ve mouse'u sevgilisinin elini tutar gibi tutuyordu.

mies adlı teknesi sahile doğru yanaşırken, güneş de iyice yükselmeye başlamıştı. denizin dibinde kendisi gibi zamanı bölmeyip olduğu gibi tadını çıkaran balıklardan yansıyan ışıkları gözleriyle içti. derin bir nefes daha aldı. eski zamanlarda sadece bıkkın nefesler verirken, şimdi sadece derin nefesler ile ciğerini ödüllendiriyordu. belli belirsiz gülümseyip uzun süredir yazmakta olduğu kitabına birkaç sayfa daha ekleyecek olmanın huzurunu duydu. ölene kadar yazacağı ve son sayfalarının her şartta eksik kalacağı tuğla gibi bir kitap olacaktı. okuyan kişi, kendi hayatına göre tamamlayacaktı. kalbi ağzına kadar dolacak da ağlayamayacaktı belki ya da gülümseyerek penceresini açıp yıldızlara bakacaktı. hayat gibi sonsuz olacaktı hem ilk hem de son kitabı.

teknesini sahile çekip çapasını ilerideki ölü ağacın gövdesine taktı. güneş ışığı bu sefer de beyaz taşlardan yansıyor, kumları ısıtıyordu. ellerinde kovalarla, evine çıkan yamacın başına geldi. sayıları da unuttuğundan, kim bilir kaçıncı kez çıktığını bilmeden çıplak ayaklarla tırmanmaya başladı. yağlı ve hantal vücudu ölmüş, vernikli tik ağacı kadar parlak ve sağlam bir vücut gelmişti yerine. koyu kahverengiydi ve tüm dağlara çıkacak kadar sağlamdı.

kısa sürede yaptığı evi, zaman içinde doğayla bir bütün olmuş ve sanki orada değilmiş gibi bir kimlik yaratmıştı kendine. içinden büyük bir zeytin ağacı geçen, duvarlarını sarmaşıkların kapladığı, ahşapların eskiyip kahverenginin binbir tonuna büründüğü, çatıdaki kiremitlerin hepsinin ayrı renk olduğu evi, taş kadar sağlam ağaç kadar hayat dolu görünüyordu. kendi başına yapıp, kendi başına bitirdiği ilk ve son projeydi. evini seviyordu. hafiften sallanan koltuğunda oturup tatlı esintiye ruhunu verdiği zamanlar, hayatı sonuna kadar hissediyor ve mahzeninden çıkardığı yıllanmış şarabın tadına varıyordu. yıllar, kendisini ve şaraplarını olgunlaştırırken bunun farkında olup tadını çıkarabiliyor olduğuna sevindi. sevinmeyi ve yetinmeyi öğrenmiş; kavgadan, tartışmaktan ve hırstan tamamen uzaklaşmıştı.

gençken hep istediği ve hayal ettiği gibi, büyük bir ahşap yazı masasının çekmecesinde sıra sıra dolmakalemler, mürekkepler ve dokulu kağıtlar vardı. verandada yazarken kağıtlar uçmasın diye deniz kıyısından topladığı ağır deniz kabukları koyar, bazen de içindeki rüzgarı dinlerken uyuyakalırdı. ölüme yaklaşıyor olmayı kabullendiğinden, arkadaşını beklermiş gibi bekliyordu siyah atlıyı. bir çift laf eder, öyle giderdi belki. kitabını çekmeceye koyup birilerinin onu bulana kadar güvende olmasını sağlayacak zamanı da isterdi azrailden. sakince anlatırsa, tanrıyı bile ikna edeceğine inanmışken beyninin en derinlerinden, yıllar önceden, unuttuğu zamanlardan bir ses yavaşça sesini yükseltti.

telefon çalıyordu...

gözlerini hafif araladı ve bıkkın bedeninin morgu olan ofisini gördü tekrar. telefona sanki daha önce görmemiş gibi tuhaf gözlerle bakıp kablosunu çekti çıkardı. bilgisayar ekranını o çok tanıdık gelen duygularla milyonuncu kez izledi; saate, takvime, çizelgeye, işlemcinin ısısına, ram kullanımına, harddiskinde ne kadar boş yer kaldığına, hangi yılda olduğuna bakıp rakamlarla ağzına kadar dolu olduğu hayatın içinde, patronunun kıpırdayan dudaklarına odaklandı.

"akşama bitecek değil mi, pazartesine kalmasın" diye bir şeyler geveliyordu. çizimlerini dün bitirdiği projesi, patronunun gece yarısı aklına gelen şahane fikirleri nedeniyle iptal olmuş ve yeniden doğmuştu. onları bitirmesi gerekirken, uykusu açılsın diye mutfağa doğru bir fincan kahve yapmaya gitti.


5 Ağustos 2011 Cuma

8 6 9

çimlerin arasında dikiliyor ve elindeki bardağa bakıp sürekli 8 6 9 diye bağırıyordu. kırklı yaşlarındaki adamın deliliğin sınırlarından içeriye ne zaman adım attığını bilemeden yanından geçtim. çimler uzamıştı, hava çok sıcaktı ve adamın biri tüm deliliği ile güneşin altında rakamları tekrarlıyordu. onu yoldan çıkaran, biz normal ölümlülerin, her gün aynı şey yapmaya programlanmışların arasından alan neydi peki? neyin rakamlarıydı bu ardı sıra tekrarladığı? 

birkaç metre ilerledikten sonra onu unuttum, asmanın altında koyu bir muhabbete girmiş, 1400 sene öncesinden günümüze gelmeyi başaramamış adamların kesik cümlelerinin arasından geçtim. nasıl bu kadar emin olabiliyorlardı her şeyden? asma altında iftarı bekliyorlar ve yüreklerini biraz daha kutsalla doldurmak için doğru konulardan bahsediyorlardı. benim ise aklımı esir alan pek bir şey yoktu o sırada, sadece eve salata yapmaya ve bulaşık yıkamaya gidiyordum. kıvırcık marulu ve bir türlü vazgeçemediğim zeytinyağlı-mayonezli sosu çok sevmiştim. bulaşıkları yıkarken hangi şarkıların hangi sırayla çalacağını bile bildiğim öylesine bir öğlendi. ofiste taşeronlardan kaynaklı gergin bir hava vardı ve iş hayatının insanları sevimsizleştirdiğine her geçen gün biraz daha inanıyordum.

iki sene önce gittiğim üzüm bağlarını, çardakta içtiğim şarabı ve manastır duvarları arasındaki ilahi anı istiyordum yeniden. güneşten parlayan asma yapraklarının ve bereketli toprakların etrafımı çevrelediği bir homeros destanında yuvalanmak, tüm içimi kemiren şeylerden arındırabilirdi. uzakta zeytin ağaçları vardı, hemen ardında da mavi bir deniz. ahşap masanın üzerinde yarısı şarapla dolu bir kadeh ve ışık. gözleri son kez kapatmadan tanrıya yalvaranların istediği türden ilahi bir ışık.

mısırların çeşni kattığı başarılı bir salatanın ve artık bıktığım bulaşığın ardından ofise geri dönerken, onu tekrar gördüm. rakamları tekrarlıyor ve deliliğin sınırtanımazlığında, çok sıcak bir günde çimlerin arasında dikiliyordu. 



4 Ağustos 2011 Perşembe

not to drink

eğer ofisten çıkıp direk eve gelseydim, yolumun üzerindeki market beni dev bir mıknatıs gibi çekecekti. yeteri sayıda birayla marketten çıktıktan sonra eve varacak, biri hariç diğerlerini buzluğa tıkacaktım. kırmızı tuborg'un, o "her şey daha güzel olacak" hissiyatı birkaç dev yudumdan sonra beynimi ele geçirecek ve sıkkın canımı gevşetecektim. fakat her canım sıkıldığında içmek ve bu içki dalga boylarının gün geçtikçe kısalması hoş değildi, o yüzden vurdum kendimi alışveriş merkezine. avm'ler beni yıpratır, saçlarımdan sürükler ve ellerime basardı. uğultuları ve reyonları beni bira kutusunu kaldıramayacak denli yorardı. içmemem lazımdı bu akşam. diğer akşamlarla arama bir mesafe koymalıydım. 

zevkime göre tişört var mı diye baktım, yine hemen hepsinde istanbul grafikleri vardı ve aklıma bile getirmediğim bir şehri üzerimde taşımak gereksizdi. levi's'in önceden ne kadar şahane tişörtleri olurdu üzerinde hiçbir şey yazmayan, sadece kolunda kırmızı bir etiketin belli belirsiz göründüğü. adidas'ın original serisi de, daha fazla orijinalite için logoyu büyütmüş ve bebek kafası gibi mutlak bir iriliğe ulaşmıştı. bir markanın panosu olmak istemiyordum, bir sloganın ya da bir kentin de. arayışlarım azalarak bitti, yavaştan yorulmaya başlamıştım. biraz daha oyalanmalı ve eve hemen dönmemeliydim. öğlen arası çalıkuşu vardı trt'de, aydan şener ne de güzeldi. babamın tamamen kopyası olan kenan kalav, ali şen ve eşref kolçak ile ne zaman çekildiğini bilmediğim bu diziyi pilav yerken izlemiş ve bitmeden de ofise geri dönmemiştim. kitabını okuyalı o kadar zaman olmuştu ki, okuyup okumadığımdan bile emin olamadım. belki türkçe kitaplarında geçen bir pasajını sınıfa yüksek sesle okumuşumdur. nasıl severdim o türkçe kitaplarını, kitaplardan alıntıları. okuduğumu anlar ve cevap verirdim.

d&r'a girip kitaplara baktım, biraya vereceğim parayla kitap alırsam irademle daha fazla tekme tokat dövüşmeme gerek kalmayacaktı fakat çalıkuşu'nu kütüphaneden ödünç alabilir, kitap bütçemi ise başka kitaplarda, yazarlarda kullanabilirdim. dünya'nın dönüş hızını değiştirmeyecek tamamen önemsiz ve sinsi planlarımla rafların arasında dolaştım; kitapçılarda saatlerce oyalanmayı o kadar severdim ki istanbul'da okuduğum yıllarda, öğrenci yurduna hemen dönmemek için kabalcı'da sürterdim. neredeyse kitap bitirecek gibi olurdum. hem akşam trafiği azalır o sürede, hem de yıllar sonra yazmaya başlarım diye veri toplardım. bugün paragraflarım birbirinden bağımsız ve doru atlar misali kırlarda koşturuyorsa, bu her çeşit kitaptan okuduğum kısa parçalardan dolayı; benim bir günahım yok. her şey istanbul trafiğinin suçu.

gözlerim raflarda dolaşır ve bacaklarım yorgunluk belirtileri gösterirken, iki kelime dikkatimi çekti: mutluluğun mimarisi. alain de botton'u daha önce duymuş fakat bir konferansını dinlemek dışında kendisiyle haşır neşir olmamıştım. mutluluğun peşinde mutsuz olan bir mimardım ve kitabın bana diyecek bir şeyleri var gibiydi. beş kırmızı tuborg parasına eş değerdi. ya kitabı alacak ya da eve giderken, lanet olsun diyerek markete girecektim. seçimlerim basittir, 21. yüzyılda nasıl oldu da yaşayabildiğime şaşırıyorum çoğu zaman bayım. kitabı aldım, inanmıyorsan 106. sayfadan bir cümle yazayım:

"çamaşır deterjanı ya da bir bardak çay nasıl çocukluk anılarımızın birden beynimizde canlanmasına yol açıyorsa, bir binanın çizgileri de bütün bir kültüre gönderme yapabilir."

ben ne zaman böyle cümleler kuracağım? başı ve sonu olan, yargı içeren fikirlerimi bir kağıt üzerinde göreceğim? sinirlenmemek elde değil, gününün en büyük etkinliği içmemek için avm'ye gidip kitap alan bir insandan fazla bir şey beklememek gerek madam bovary, benim yapabileceğimin en iyisi bu. alain de botton gibi düşünerek kelleşmiş değilim; bilakis gür saçlarım genlerden kaynaklanmakta. düşünsem bile dökülmez.

kitapçıdan sonra migros'a gittim. ketçabım, pirincim, ton balığım ve mısırım bitmişti. alkol reyonuna uğramadığım sürece sorun olmazdı, alıp ve çıkacaktım. yaklaşma evlat o parlak şişelere, onlara vereceğin parayı biraz önce kitaba yatırdın. yarın uyanınca bitecek bir macera yerine, hayatın boyunca izlerini taşıyacağın harikulade bir kitap aldın. hadi oğlum, işe şortla giden arsızım; disiplin altına bir türlü giremeyen cüsselim. gitme o reyona, et ve balığa bak, salata sosları ve vantilatörler...

hayır, hayır, hayır. bilinmeyen bir güç beni tuborg dolabının önüne götürüp bıraktı. yüzümdeki gülümseme dolabın temiz camından sekip tüm markete yayıldı. işte mutlu bir 28, çalışıp parasını kazanıyor. borcu yok, kredi kartında limiti var, yemek yapabiliyor, sakin ve suskun. geleceği görebiliyor, geçmişi hatırlıyor ve anı yaşamak isterken ne zaman gözünü açsa kendini bira dolabının karşısında görüyor.

elim tam uzanırken durdum, her şey boşa gidecekti; avm'nin reyonlarını, uğuldayan müziklerini boşa çekmiş olacaktım. daha önce karşılaşmadığım yabancı yüzlerin bozduğu moralimi ise bir hiç uğruna yerle yeksan edecektim. her şey içmemek içindi ve ben olmam gereken son noktadaydım. kısa bir öfkeyle gerisin geri döndüm, kasalara yöneldim, migros club kartımı onlar sormadan verdim. hesabı ödeyip iki elim dolu vurdum kendimi tekrardan yola. yorgundum, evin oradaki marketin önünden geçmemek için de yolumu uzatacaktım.

eve vardım, dolaba aldıklarımı yerleştirdim. portakal suyunu kafama diktim, sonrasında da yarım litre suyu bir dikişte bitirdim. neredeyse kusacaktım, birada bu olmuyordu bak. dikkatimi dağıtmak için soğuk bir duş aldım, o sırada procol harum'dan fires dinleyip "vay canına" dedim. havluyu belime sarıp üzerimdeki suların buharlaşmasını beklerken de içmemek üzerine bir yazı yazmak istedim, on sene sonra geriye dönüp baktığımda nelerle uğraştığımı görüp de bir bira daha açmak için.

"eğer ofisten" diye başladım, kendime geldiğimde saat neredeyse dokuz olmuştu.


diamonds and rust

dünkü sayıklamaların üzerinden bir tam gün geçti ve geldiğim nokta, insanı olgun sakallıya çeviren eşsiz bir tecrübe zirvesi değil. dün ve yarın neysem, bugün de oyum. son bir senedir zekamın ve tecrübemin üzerine bir şey koyamıyor, viyana üniversitesi'nin bahar döneminde yayınladığı rapora göre de geriye gidiyorum. iki sene önce daha bir cevval, daha bir leoparmışım sanki. 

şimdi sakin sularda rüzgarın hafiften doldurduğu yelkenlimle sürükleniyorum. uzakta üç küçük ada ve teknemi takip eden birkaç albatros var. kanatları muazzam, bir süredir sadece süzülüyorlar. tekne yolculuğumun ilk yılını geride bırakalı çok oldu, hedefim dünya'nın etrafında bir tam tur atıp başladığım noktaya geri dönmek ya da kuzeyin fiyortlarında sessiz geceler boyunca gökyüzünde ortaya çıkan ışıkları izlemek değil. bir amaca odaklanmaktan her zaman kaçındım, bir hamakta yavaşça sallanıp öğleden sonra uyuklamak ve gündüz düşleri görmek varken; ya dersim ya da işim oldu uzun seneler boyunca. öğleden sonra iflas eden beynim, kendimi toparlayacak gibi olurken de ya zil çaldı ya da mesai bitti. uyuşmuş bir zihnin gündelik yaşantısı beni bıktırdığında uzun seneler de geride kalmıştı.

öğleden önce tempolu çalışıp dört alternatifli projeyi pafta düzenine getirdim, kolon aplikasyon planını ve para harcamaya gelen müşterilerin hangi rotayı takip etmesi gerektiğini işledim. onlara bir an bile katlanmayacakken, gezecekleri yerleri düşünüyorum. kürk giyen insanları amazon ormanlarına, üzerlerine kan sürülmüş halde bırakmak isterken; onların rahatını planlarken  dudağımın kenarına küçük bir tebessüm düşüyor mathilda; silah ile rastgele ateş ettiğin sahneleri özlüyorum. sigara içişini, saçlarını ve içindeki nefreti, intikamı. 

lacivertin en koyusundan geçiyorum şu an, güvertenin altında belli ki binlerce metrelik bir derinlik var. rüzgar hafiften hızlandı, albatroslar ise daha yükseğe çıktı. rüzgarın teknenin ekipmanları arasından geçerken çaldığı ıslıkları dinlemeyi seviyorum. ellerim tuzlu su ve halatlardan dolayı çatlamıştı fakat bir haftadır iyiye gidiyor. acıya dayanmak için yeterince acı çekmiş olmak lazım, o günleri bekliyorum. neye benzediğimi unuttum, aynaları da insanların arasında bıraktım. çok durgun bir gecede, denizin üzerinde yansıyan yıldızları görüp de ağladığımdan beri, eski kimliğimi tamamen terk ettim. bir adım ya da soyadım yok, vergi numaram, borçlarım ve ay sonum da. takvimler geride kaldı fakat kimin umrunda ki. güneş her gün doğuyor, yıldızlar her gece üzerimde. bazı geceler içmeden sarhoş oluyorum, bedenimin yükseldiğini ve tekneye tepeden baktığımı görüyorum. sanki ölmüşüm de, ruhum son kez etrafımda dolaşıp öyle ayrılacakmış gibi. ölüm nereden gelirse gelsin, belki de geçen haftaki kasırgadan sonra zaten öldüm. kendimi direğe bağlamak belki işe yaramıştır, belki de hayır. 

bir saat sonra mesai bitecek. geçen hafta başlamış olmam gereken dışarıdan işe elim bir türlü gitmeyip adamlardan istediğim süre de yarın bitecek olunca, bu gece kola içip aynı eski günlerde olduğu gibi sefil olmam şart oldu. işin ucunda para olması bir şeyi değiştirmiyor görüyorsun, bana dünya'yı da bağışlayacak olsalar motivasyonumu kolay kolay sağlayamıyorum. tek kuruş kazanmadığım yazma serüvenine ise ara vermiyorum; tekneler, yıldızlar, mitolojiler, gündelik hayatın sıradanlığı, yemek tarifleri, karşılaşmalar derken; günlerim ve gecelerim düş kurmakla geçiyor. düş, paradan daha önemliyken; kirayı ise kelimelerimle değil ofisten aldığım parayla ödüyorum. o parayla yemek yapıyor, faturaları ödüyor, kitap alıyor ve en önemlisi içiyorum. fakat yarın son gün, belki freelance çalışmak benim özgürlüğüme açılan kapı olacak, o işi bitirmeliyim. yarın sabah yanan bir mide ile geldiğimde, masallar diyarından çıkmış gibi gözüken saçmasapan yatakların 3d halleri de bitmiş olmalı. olacak da. yine de eve giderken dört bira almak, yaratıcılığı mı tetikler yoksa hücreleri mi sersemletir? bilmemek ne tuhaf, öptüğüm kızlar geliyor aklıma.

yaşlı adamın teknesi batan güneşe doğru ilerlerken; genç adam da içinde yükselen sıkıntıyı kelimelerden yaptığı piston ile aşağıya itti. eve giderken bira almalı ve işleri bitirmeliydi. elli sene sonra yaşamayacağı bir hayatta, daha fazla daralmamayı diledi. o sırada yaşlı adamın teknesinin hemen üzerinde bir yıldız kaydı.





3 Ağustos 2011 Çarşamba

wild world

winamp, bu akşam diğer günlere nazaran daha iyi çalıyor. canımın sıkkın olduğunu anladığı zaman hep doğru bir liste hazırlar. çivi gibi çakar onlarca yıl önce bestelenmişleri.

işte, elim bir kaza ile aramızdan ayrılan cat stevens ve efsanevi şarkısı wild world. nasıl da bam diye indiriyor tekmeyi adamın suratına, hemen burnunun üzerine. ancak kafasını son hızla duvara ya da yere geçirenlerin anlayabileceği buruk bir acı yüzümün arkasına yayılıyor. kampüsten alıp internet kafelerde dinlediğim, sürekli yanımda dolaştırdığım 60-70 karışık mp3 cd'mi hatırlıyorum. 80-90'lar ile birlikte son kırk yılı yanımda taşıyor ve her şarkıyı büyük bir titizlikle dinliyordum. çoğu yeni duyduğum şarkılardı, değerlerini sonradan anlayacaktım. cat stevens 60-70 cd'sinden seslenirken, mr. big de 80-90'dan devam ediyordu. ne tuhaf günlerdi, ne kadar boşlukta salınıyor ve ne yapacağımı kestiremiyordum. müzik aklımı alıyordu, wild world'un neredeyse her notasında acı çekiyordum. tekrar başa sar ve şurada dur, şarkı son hızla gelsin ağzını burnunu dağıtsın:

"i'll always remember you like a child, girl ". zamansız bir cümle, her zaman her yerde kıskıvrak yakalayabilir. bir internet kafede, anlamadığım derslerin hemen ardında, postalların hemen üzerinde, izmir'in bostanlı'sında, edebiyatın bahçesinde, bir evin duvara bakan yarısahasında. neyse ki artık sol anahtarının altında kalma tehlikesi geçirdiğim günler geride kaldı, duyarsızlığımı geliştirdim. vurdumduymazlık konusunda siyah kuşak sahibiyim. hiçbir şey yapmadan durabiliyorum saatlerce, açık tablarımdan bilgiler güncelleniyor sürekli. yüzümdeki beyaz ışık tanrısal değil, likit kristalden geliyor. bir şeyler yazıyor ama yazının nereye gideceğini çoğu zaman bilmiyorum. bir sürü yarım yamalak ve üst üste binmiş düşüncenin arasında, geçmişin izleriyle, geleceğin bilinmezliğiyle, şimdinin sıkıntısıyla yaşayıp gidiyorum işte. 

"don't be a bad girl" kısmında can çekiştiğimi bilirim, neyse ki hepsi geride kaldı. yetişkinliğin mermer salonlarında öylesine dolaşıyorum, iki arada bir derede.


kaçak koymaz, ben koyarım

bir önceki yazının bilmem kaçıncı paragrafında geçen bir bahsin klibini adamlar halihazırda çekip internete yüklemiş, otomatik alice'e bir teşekkür etmek lazım. bu berbat yaz akşamında süper oldu, serum gibi geldi.