23 Ağustos 2011 Salı

i focus on the pain

aylar boyu dayak yedikten sonra bir kenara atılmış gibi hissediyorum. sızlamayan tek bir yerim yok; boynumun tutukluğu sırtımla birleşti, şakağımdan ense köküme kadar bir ağrı ekspresi çalışıyor. burnumun akıp sesimin buğulanması da cabası, dizlerimin de dermanı yok. saatler boyunca rüzgar yemenin ödülü, altın kaplama windsurf kupası olmayacaktı tabii ki, bu olacakları biliyordum. ılık bir duştan sonra vantilatörün karşısında durmak, klimalı ofisten güneşin kavurduğu sokaklara çıkmak bana bir şeyler katmalıydı ki şu an zirvesindeyim. bademciklerim olsaydı, onlar da bu festivale gururla şişerek katılırdı.

geçen cuma çizdiğim iki alternatif de olumlu karşılanınca, bu haftaya pek bir şeyim kalmadı. birisini geliştirmem ve detaylandırmam gerekiyor sadece, ona da bu belirsiz yazıdan sonra başlarım. geçmişte yaptığım onca saçma iş pratikliğimi arttırmış, bir öğleden sonrası konsantrasyonunda birçok şeyi bitirebiliyorum. cumartesi izin almaya yüzüm olsun diye geçen cuma içine şeytan girmiş t cetveli gibi sürekli çizdim, onlar benim çizdiklerime bir cumartesi sabahında bakıp beyin fırtınasına tutulurlarken, ben buz gibi suyun içinde yarı belime kadar batmış ve fotoğraf makineme evladım gibi sarılmıştım bir şey olmasın diye. ışığın kayaların arasında sıkışıp bir yere kaçamaması gibi doğaüstü durumlar, doğanın tam içinde oluyor. insanlıkdışı her şeyi insanlığın yapması gibi. kayınçosunu ikiye bölen bir kaplan duymadım şimdiye kadar, eltisine ninja yıldızı atan da bizim aramızdan çıkıyor.

bütün bu belirsiz ve hızlı geçen günlerde, önüme net rakamlar da gelmiyor değil hani. örnek veriyorum: dokuz. alev nefesli ejderhalarında dokuz nazgul efendisi, dini bayramın patron tarafından kutsanmış dokuz tatil günü... cuma çıkıp bir sonraki pazartesi kavruk bilgeler ve bedensiz keşişler gibi geri döneceğim dev bir ekspedisyona birkaç gün kaldı. dokuz o kadar büyük geliyor ki, bunu planlamaya çalışmanın bile beyhude olduğunu görüyorum. planlar hep iki günlük kaçamaklar üzerine temellenince, dokuzun hakkından ancak "böl ve yönet" taktiğiyle gelirim. 9 = 4 x 2 +1. her ne yaparsam yapayım, tatilin son gününde yardırmak istemiyorum. bir hamağın mültecisi gibi uzanıp bir şeyler okumak, pazartesi günü et çuvalı gibi koltuğa yığılmamı engelleyecektir.

yazı konusunda ise etraflıca düşünmek yerine, daktiloya dev bir rulo takıp aralıksız yazmak ve jack kerouac'ın izinden yürümek daha cazip geliyor. öncem ve sonram yok, bir sonraki paragrafın ne olacağını ben de en az senin kadar bilmiyorum. bu şekilde anlık özgürlükler mümkün olabiliyor, diğer türlü acaba böyle yazsam yanlış anlaşılır mıyım derken ana fikirden uzaklaşıyorum. 1400 sene önceki olayları dün yaşanmış gibi birbirine anlatan adamlara saygı duymadığım için, nefret söylemi parantezine bile alındığımı gördüm. insanımızın büyük çoğunluğunu sevmediğimi söylersem de çarmıhım "süper hızlı gönderi" ile kapıma gelir sanırım. ilk taşı günahsız olanınız atsın madem, ben başkasının özgürlüğünü kısıtlamaya çalışan her görüşten, yere tüküren her insandan, içtiği suyun şişesini etrafa savuran her davardan ve örf-adet diye insanları mengeneye sıkıştıran her ideolojiden nefret etmeye devam edeceğim.

Hiç yorum yok: