28 Ekim 2010 Perşembe

28. 28 ekim

hayatımın en absürd 28 ekimini yaşıyorum sanırım. dileğim, geri kalan altı saatte anormal bir şeyin olmaması ve bugünü kayıpsız atlatmak. yarın, bedeviliğime kaldığım yerden devam edebilirim ama bugünlük yeter. gerekirse erkenden bile uyurum.

sabah çalan zil ve gelen mahkeme tebligatı, günümün diğer günlerden biraz daha hızlı olacağını söyledi. sakinliği kaybetmeden kararı okudum, dört ay hapis cezası kısmında biraz duraklayıp devam ettim. ben itiraz etmeden, ceza üç aya indi. ikinci sayfada, bir sürü gereksiz cümle arasında cezamın elli gün kahvehanelere gitmemekle kesinleştirildiğini ve mahkeme tebligatı olan beş liranın tarafımdan ödeneceğini okuyup dışarı çıktım. tebligat ödemek konusunda başka bir galaksideki canlı (eğer varsa) ne biliyorsa, ben de onun kadar biliyordum. postaneye gittim ve oradaki memurların ölü olduğuna kanaat getirdim, onlar gibi olmak istemezdim. postaneden ödenmiyormuş, öğleden sonra kapanacak resmi dairelerin tedirginliğinde hükümet konağına gittim. girişteki polis şaşırtıcı derece iyi birisiydi (sorduğum soruya cevap verdi sadece), beni yönlendirdi. hükümet konağının ikinci katına çıktım ve devlet memuru olmadığıma ya da devletle sürekli iş yapan herhangi birisi olmadığıma sevindim. hepsi perişan gözüküyordu ve tek istedikleri emeklilik olsa gerekti. hükümet konağının eski koridorlarında biraz dolaştım, raptiyelenmiş deri kapılar gördüm (sanırım içeride önemli adamlar vardı ya da fantezi bağımlısı sado-mazolar yaşıyordu). içgüdülerim beni koridorun sonuna götürdü, durumu izah ettim. anlamadı, anladığı şeyin benim anlattığım şeyle alakası olmadığını anlatmak bile canımdan can aldı. başka birisine sordum, o biraz anladı gibi. tebligatı okudu, ters çevirip baktı, gözlerini kıstı ve beni vergi dairesine gitmem konusunda bilgilendirdi. vergi dairesi hükümet konağında değil başka bir binadaydı, vakit geçiyordu ve pazartesiye kadar kimseyi bulamayacaktım. hava hafiften atıştırmaya başlamıştı, şaşırtıcı derecede iyi gizlenmiş geniş iç cepli liverpool montumun içindeydi tüm evraklar, dört ay hapis yerine elli gün kahvehaneden men iyi bir haberdi. vergi dairesine gittim, buradakiler postanedekilerden yaklaşık on dört sene önce ölmüştü. ben bu kadar cansız adamı daha önce mezarlıkta bile görmedim. ona derdimi anlattım, "meeehhh" dedi. başka birisini işaret etti, ona da derdimi anlattım, beni şefine yönlendirdi. şefleri biraz daha akıllıydı, en azından tebligatta yazanları anlayabildi ve benim mal müdürlüğüne gidip hasan'ı bulmam gerektiğini söyledi. vakit iyice daralmıştı, neyse ki mal müdürlüğü aynı kattaydı. mal müdürlüğüne girip bir kez daha durumu anlattım, gençten bir çocuktu ve bu sabah tıraş olmamıştı. kocaman ve boş odasını ben gelmeden yarım saat önce evraklar istila etmiş gibi duruyordu. durumu anladı, bilgisayardan bir şeyler girdi ve elime iki nüsha tutuşturup "şef bunları görecek" dedi. kızılderili kabilesindeydim sanki ve şefi görmem gerekiyordu. kafasında tüy ve ağzında pipolu şef beklerken, kırışık gömlekli buruşuk kravatlı birisi çıktı, imzaladı ve vezneye gitmem gerektiğini söyledi. vezneye gittim, paramı yatırdım, makbuzumu aldım ve mal müdürlüğünden mal gibi çıktım. 

bürokrasi zincirinden ve yavaşlıktan beynim uğuldamasına rağmen, yine de bu serüveni istanbul'da yaşamadığım için mutluydum. heralde ses getirecek bir rehin alma işlemi olurdu ve akşam haberlere çıkardım. işlerimi halletmiş olmanın (tam emin olmamakla birlikte) ferahlığıyla kendimi dışarı atmamın birinci dakikasında deli bir yağmur başladı. film setinde gibiydim ve tüm suyu benim üzerime odaklamışlardı sanki. berbere sığındım, orhan her zamanki gibi ses getiren kıyafetler giymişti. sivri burun kundura, yaralı kot ve kahrolası pembe bir gömlek. çırakları da moda dergisinden fırlamış ya da moda dergisinden son hızla fırlatılmış gibiydi. hepsi ayrı bir akımın temsilcisiydi fakat ben kafamı orhan'a emanet ettim. 

"iyice kısalt" dedim, saçlarımı istesem bile tutamayayım. orhan, dediklerimi onayladı ve her zamanki gibi kendi kafasına göre kesti. her zamanki gibi yine bir şey diyemedim, başka bir berbere gitsem de sonuç değişmeyecekti en azından orhan, tarantino filmlerden bir sahne gibiydi. beni her zaman güldürmeyi bilirdi. çıraklarını yok etme planları, tüm zamanlar içinde karşılaştığım en vahşi senaryolar olurdu. berberden çıktığımda birkaç dakika sonra sel olacağına emindim, yağmur tamamen saçmalamaya başlamıştı. koşarak eve geldim, banyoya girdim ve kafamı yıkadım. elektrikler kesikti, içgüdülerim en az üç saat boyunca da gelmeyeceğini söylüyordu. oturma odasına geçtim, büyük ve rahat bir eşofman, bir fincan kahve ve gayet iyi başlayan ahmet ümit-kavim ile berbat başlayan günü hafiften düzelttim.

elektrik epey geç geldi, hemen gitmeyeceğine emin olduktan sonra da geldim bilgisayarın karşısına kuruldum. yazmak beni her zaman rahatlatıyor, en azından bir yerlere not alıp geleceğe yönelik çalışmalar yapıyorum. 



27 Ekim 2010 Çarşamba

şemsiye

gökliman
adrasan
fethiye

arc





deniz kenarı





alfred

alfred, biz sadece piknik yaparken ortaya çıkan asil bir hayvandır, eti sever ama yılışmaz, açgözlülük yapmaz. insanları taciz etmeden belli mesafeyi korur, doğru zamanı hisseder ve biraz yaklaşıp kemiğini aldıktan sonra geri açılır. alfred gereksiz yere havlamaz, gerektiği zamanlarda da havlamayı pek tercih etmez. tüyleri güneşte parlar, temiz ve bakımlıdır, asil ve soğukkanlıdır. gereksiz yere panik yapmaz, koşmak yerine yürümeyi tercih eder. alfred bekler, neyi beklediğini çoğu zaman kendisi bile bilmeden bekler. gözlerinin içi güler alfred'in, hafif etli tavuk kemiğinden hoşlanır fakat bu kemiğin kuma atılmasından pek hoşlanmaz. elimde tuttuğum kemiği son derece profesyonel bir hamleyle alır, temastan hoşlanmaz. çatlayana kadar yemez, rejimini bir pikniğe satmaz. biraz beslendikten sonra aynı yavaşlıkta geri gider; sırnaşmaz. karizmatiktir, başka köpeklerin seviyesine dahi inmez. alfred, ingiltere kraliçesi tarafından şövalye ilan edilmek istenmesine bile heyecan göstermemiş harikulade bir köpektir. biz sadece piknik yaparken gelir ve ete iştirak edip geri döner. 







26 Ekim 2010 Salı

televizyon kandırmacası

biraz önce bilgisayarın başında biraz fazla kaldığımı düşünüp televizyonun karşısına geçtim. reklam kuşağı, ambalaj paketi gibi televizyonu sarıp sarmalamıştı. herhangi bir dizinin arasındaydı sanırım bizimkiler, asıl program başlayıncaya kadar bir yarışma programı açmışlardı. bir tabak üzüm alıp televizyon seyretmeye başladım. deste deste paraların ortada durduğu bir yarışmaydı, anlamaya çalışmadım; anlamaya çalışmadan anlayabileceğim kadar gerizekalı bir format olduğuna emindim ve yanılmadım. antipati konusunda birbiriyle yarışabilecek kalibrede bir çift vardı ve geçtiğimiz haftalarda epey ses getirmiş emir kusturica hakkında pek fikirleri yoktu. gazete okumuyorsun, haber izlemiyorsun, internete girmiyorsun da hiç mi kulağına çalınmadı be koçmar? altın portakal ve kusturica olayına dair hiçbir şey duymadan, başka bir gezegenden salak bir yarışma için mi indin sadece? bihaber olup da televizyona mı başvurdun bir de, yoksa bunlar danışıklı dövüş mü? var mı bir katakulli?

televizyonun karşısında beş dakika durmak yetti, üzümü bitirmeden ekranını kapattığım bilgisayara geri döndüm. kullanıcı odaklı internet sonsuzken, televizyon kısırdöngü içinde her sezon kabız formatlarla yerinde sayıyordu. diziler ve yarışmalar, haberler ve aynı suratlar. televizyon ne veriyorsa onu kayıtsız şartsız kabul etmek zorundaydın, yüzlerce kanal arasından seçim yapmaya çalışmak da doğru dürüst bir şeyler seyredemeden akşamı bitirmene neden oluyordu. bir yandan timsahlar dolaşıyordu nil'in kenarında, bir yandan avrupadan goller, ağlatan diziler, ali rıza'nın iç sesi, diş macunları, sızdırmayan pedler, mutlu çocuklar, yavşak müteahhitler, aynı senaryolar, bankalar, kredi kartı kullanıp mutlu olan parlak dişler, hayaller derken yine bir şey anlamadan gece geliyordu. timsahlar, bir günü daha başarıyla bitirmenin gururuyla nat geo kameramanlarına göz kırpıyordu belki.

bilgisayarımı açtım, biraz sözlüğe biraz da blog'a baktım; nereye yazmak istediğimi belirledim. ne yazmam gerektiği de tamamen benim inisiyatifimdeydi. reklam yoktu, gerizekalı çiftler de gürültü yapmıyordu; diş macunu ve diş hekimlerinin önerisi de cehenneme giden dar yoldayken askerlik üzerine düşündüm biraz fakat yazı yazmak televizyon üzerine oldu. 


nasıl da güzeldin street fighter!

dedemden aldığım harçlıkla sokak aralarındaki atari salonlarına adımımı attığım an büyülenirdim, girintili çıkıntılı jetonlar hazinem olurdu. hangi oyunu oynasam diye makinelerin önünde dolaşır fakat hemen oyuna girmezdim. elimde sımsıkı tuttuğum jetonların değerini bilirdim, onlar benim vadeli mevduatımdı ve biraz beklemem gerekirdi. insert coin yazısına bakardım, araba yarışlarının demosunu daha önce binlerce kez izlememe rağmen yeniden izlerdim. dükkanın sahibi "jetonu olmayanlar dışarı çıksın" diye bağırarak dolaştığında da içim rahat ederdi, kapitalim vardı. mülkiyetin tadını çıkarırdım çocuk aklımla. 

benim karşıma girecek güçlü çocukların olmadığına emin olduktan sonra da "insert coin" emrine fazla itiraz etmeden jetonu iteklerdim yuvasından içeri. en büyük tedirginliğim "ya jetonumu yutarsa" olurdu, o yüzden tüm gücümle iterdim jetonu. dönüp dolaşıp, onlarca oyuna bakıp da hep street fighter'ın önünde dururdum. her şeyiyle muazzam bir oyundu, kahramanlarının hepsi karizmatikti ve benim bilmediğim öyküleri vardı. ingilizce bir şeyler yazardı fakat tek kelimesinden anlamazdım. jetonu attıktan sonra da heyecan başlardı. adamım ryu olurdu, severdim bu tekvandocuyu. sonra da dünya haritasında ülke ülke gezen uçak ve kimlerin geleceği. ilk sekiz adama dair anlatacaklarım küçük bir defteri doldururdu, street fighter ekseninde devam eden çocukluğuma olan anılarım ben yazdıkça aklıma gelmeye başlardı. 

en kolay zangief'i yenerdim, sürekli dikey zıplama ve tekme ile çaresiz bırakırdım bu sovyet güreşçiyi. bir yakaladı mı gücün yarısını alırdı, zalımdı. sürekli seken chun-li'ye ne yazık ki hoyratça oryuken çekerdim. yere düşmezdi kızcağız, arka fonun bir köşesinde tavuk çırpınırdı. babasının intikamını almak için kavgaya girmiş çok güzel bir kızdı chun-li fakat benim de dedemden aldığım harçlık azdı, merhamet etmek beni bitirirdi. eğer blanka başlarda geldiyse geçmesi kolay olurdu da son adamsa, gerçekten illet olurdu başıma. dayak manyağı ederdi naçiz bedenimi, elektrik verip kanımı emerdi. top olup yüzüme çarpardı, ters çelme takardı; arsız gibi oradan oraya zıplayıp jetonumun birisini götürürdü. guile da sinsiydi, üzerine gelmemi bekler sonra da kesme atardı. çocuk aklım strateji kurmaktan azade; ellerim ter içinde kalarak çırpınırdım. sumocu e. honda da dengesizdi, ne zaman döveceği, ne zaman dayak yiyeceği belli olmazdı fakat uzaktan yere paralel uçarak gelirken kafasında oryu patlatmanın keyfi de başka bir şeyde yoktu hani. elleri hızlıydı, çokça sevimsiz bir amcaydı. 10*10'luk seramiklerden döşeli bir banyosu, küveti ve duvarda japonya bayrağıyla kutsal fuji dağı yer alırdı. tüm her şey o kadar canlı ki hafızamda; oyuncuların mekanlarını gözlerimin önüne tüm parlaklığıyla getirebiliyorum. dövmesi en güzel adam yine de dhalsım'dı, yanına gitmeye gerek kalmazdı. bacağı kolu uzanırdı ve durduğum yerden döverdim bu süslü rahibi. filler haykırırdı, dhalsım'ın yanına gider bir de öyle döverdim. kemiklerini kırardım resmen, budizmden soğutur rabbine yaklaştırırdım. buda fire der ateş fırlatırdı, aduketlerimle karşılık verirdim fakat hiçbir zaman aduket yanlısı olmadım. gerçek hayatta olmayan şeylere paye vermedim, sağlamından bir high kick, sonsuz combolu sevimsiz herhangi bir oyundan daha zevkliydi. hele  adamın iman tahtasına denk getirmeşsem, üstelik bir de ertesinde bayılmışsa. üçlü oryu ile bitirmek güzeldi, jetonun parasını çıkarırdım dört adam geçsem. ryu'nun amerikalı ikiz kardeşi ken'i ise sarı ve küt saçlarından ötürü sevmezdim. hoyratça kullanırdı aduketi, oryukeni. son adam olursa adamın canından can alırdı ama yine de blanka'dan korktuğum kadar korkmadım ken'den. ilk sekizi tek jetonla geçemezdim zaten, son adam eğer zangief değilse mutlaka başıma bela olurdu. küçük joystick elimden kayardı, tuşlar basmazdı. aduket o kadar kolay çıkmazdı, oryukenin zamanlaması da o stres altında her zaman yerinde olmazdı. üçüncü roundun son anında çevirmişsem oyunu ellerimi şortuma siler ve diğer adama hazırlanırdım. sonraki dörtlüden (balrog, vega, sagat ve m.bison) hiç hoşlanmadım, onlar elit piçler gibi geliyordu sanırım. ortalıkta fazla dolaşmazlardı, balrog'u yenmesi tekme atamadığı için nispeten kolaydı, tele tırmanan vega da çok sorun olmazdı da sagat gelince tadım kaçardı. oyunu bir kez daha bitiremeyeceğimi anlardım. uzundu, iyi sıçrıyordu ve korkutucuydu sagat. çocuk aklımın en büyük korkusuydu, jetonlardan mütevellit hazinemin en büyük tehlikesiydi. tek gözü kapalıydı ve tüm servetimi benden çalan bir korsandı. şansım yaver giderse, jetonum da bol olursa, sagat da o gün iyilik yapmak isterse geçebilirdim. m. bison'a gelmek kolay değildi, o zamanlar tüm günlerini atari salonunda geçiren çocuklardan başka da gelen olmazdı bu bekçi tipli sinsi adama. kalbim azami hızda çarparken ellerim terden joysticki tutamazdı. rastgele basardım tuşlara, olur da sağlamından bir tekme bison'un böğrünü deler diye. elektrikle döne döne gelir bazen de bulunduğu yerden sıçrayıp alnıma demir ökçeli çizmesiyle basardı m. bison. chun-li'nin babasını öldüren oydu, kim bilir daha ne kötülükler yapmıştı herkese. blanka'nın böyle biri olmasında şüphesiz onun payı da vardı. 

genellikle oyunu bitiremezdim, son jetonumu m. bison çekip alırdı cebimden. hiç sonunu görmediğim adamlar vardı fakat ryu gün batışına doğru yürürdü. alttan tek kelimesini bile anlamadığım yazılar geçerdi, cebimde metelik olmadan eve giderken kimsenin bakmadığına emin olmazsam kendi eksenim etrafında oryuken çekerdim. aduketi değil oryukeni, ken'i değil ryu'yu severdim. tüm makinelerin önünde durur da jetonumu street fighter makinesinden içeri iterdim. 



25 Ekim 2010 Pazartesi

fishermen






1420. pazartesiden notlar


ortalama yedi günde bir pazartesi yaşayan ve bundan zerre keyif almayan birisi olarak durum değerlendirmesi yapmak benim de hakkım. peki bu neyin durumu olur? hayat, evren ve her şeyin durumu tabii ki, küçük ölçekli işler için zihinsel mesai yapamam. masrafını kurtarmaz.

şans oyunlarından yana dibe vurduğum ve daha onuncu dakikadan yatan kuponlarımla iddaaya lanet ettiğim iki gündü, psv'ye 10-0 yenilen feyenoord'a şans vermek dışında yapabileceğim tüm berbat seçimleri yaptım. banko maçlar daha onuncu dakikadan iptal oldu, sinirlendiğimle kaldım. liverpool, blackburn'u ölesiye boğarak ve sağlı sollu kroşelerle diz çöktürerek 2-1'lik hayati bir galibiyet aldı. carragher, sağ bek oynamasına rağmen yine kale çizgisine inip kendi kalesine gol attı. şaşırtıcı derecede bir istikrar var carra'da, bazen hat-trick yapacak diye korkuyorum. takım armasına bedevi silüeti eklense çok değil, bu kadar şanssız bir takım daha görmedim; binlerce atak yapıp sadece iki gol atmak yine iyi de; geçen sekiz haftanın hesabını kim ödeyecek? doksanıncı dakikada reina'nın kendi kalesine attığı gol ile 1-1 biten arsenal maçı peki? berbatov'un durduk yere üç gol atması, birisi yaşlı rövaşatası olmak üzere? kötü başlayan lig, yeni bir ivmeyle toparlanabilir. üç haftalık bir seri, liverpool'u rahatlıkla ilk sekize sokar ki gerisini stevie g halleder zaten.

cumartesi evdeydim, iki kırmızı bir gold ile gündüz bira keyfi yapıyordum evde kimse olmamasının şerefine. biramın son yudumunda kardeşim geldi ve "devam" dedi. altılı bir paket daha yaptırdık altın yaldızlı. kutuları iyi kamufle edip, kimseye çaktırmadan çöpe attık. haftada bir olan evde içme hakkımızı, başka bir güne taşıdık. bu gün, pazar oldu; çıralı'da tuttuğumuz bir poşet balığın yanına ikişer gold alıp enfes deniz balığını, patates kızartması ile taçlandırdık.

pazar günü, şirketinin kardeşime verdiği yeni arabayla çıralı'ya gitmekle başladı. hazır top sahası da varken, tek eksiğimiz futbol topuydu. bir öncekini çalıların arasında unutmuştuk, ayakkabılarımız bile varken topsuz olmazdı. klasik tasarımlı topu da alıp öyle geçtik volkanik kumsala. deniz, en iyi beş çıralı denizi listeme bir numaradan girdi. su inanılmayacak derecede berraktı; sahilden, denizin içindeki balıklar bile sayılabiliyordu. tavuğu oltaya takıp salladık denize, bir dakika sonra babam ilk balığı yakaladı. bu kahrolası bir balon balığıydı ve onu aşağılamak zorunda kaldım. bir sonraki balık da yine aynı türden gelince, balık hevesim kaçtı; kendimi geçen hafta will ve sevgilimle gittiğim siyah taşlı gizemli geçişe fırlattım. biraz kaya tırmanışı, biraz da yükseklerden denize atlamanın o heyecanlı birkaç saniyesi. güzel bir gündü, hava sıcaktı. kayanın tepesinde 14 ağustos 2008 tarihli hürriyet buldum, gezi eki de vardı ve oturdum bir çırpıda okudum. bizimkilerin yanına geri döndüğümde, yenilebilir balıklar bir poşetin içinde istiflenmişti. kısmetimiz açılmıştı ve akşama balık yiyecektik. bir olta da kendime aldım, daha denize değer değmez kurşun bir tane sarıkanat yakaladım. mızrakla balık tutsam daha uzun sürerdi sanırım, balığı çekerken ki o anlatılmaz keyif yüzümü güldürdü. kısa sürede dört tane sarıkanat çektim, çok büyük değildi fakat tavada şık dururdu. annem, tavuk küpleri kesiyor, babam oltaya takıyor; kardeşim ve ben de olta sorumlusu olarak balık tutuyorduk. düşük bütçeli bir aile şirketiydik, yüzümüz gülüyordu. çekirdek aile kavramını iyi dolduruyorduk. herkes genç gözüküyordu ve bu bir yanılsama değildi. genç anne-baba olmanın bir getirisiydi. balık tutma işini babama devredip futbol sahasına geçtik, kale arkasındaki sık çalılar topun sonsuza gitmesine engel oluyordu. beşer penaltı çekiştik, kardeşin sol ayağı dün itibariyle benim sol ayağımdan daha iyi olunca, perişan olan ben oldum. kan ter içinde kalmıştık, birkaç bira hiç fena gelmezdi fakat güneş batmak üzere olduğundan eve dönmek gerekiyordu. babam yıllar sonra ilk defa fener- gassaray maçı izlemeyeceğini söylüyordu.

"bu balığın yanına bira ne güzel olur" dedi kardeş, bu hafta evde içmediğimizi sandıklarından teklifi kabul ettiler. altılı külçe gold ile eve girdik, yorgun ama mutluyduk. balıklar tavada kızarırken, birer bira açıp babamın ilk motosikletinden konuştuk. kendi tuttuğumuz balıkların lezzeti, bir sonraki hafta tam teşekküllü gitmek için bize cesaret verdi. bir pazar günü daha bitti, yeni bir hafta daha kimseyi umursamadan başladı.



23 Ekim 2010 Cumartesi

küçük bir tuborg öyküsü

evde kimsenin olmamasını fırsat bilen genç adam, üstünü değiştirip dışarı çıkmaya ve birkaç birayla dönmeye karar verdi. fakat, dışarıda giyebileceği tüm ayakkabılar çamaşır makinesinde henüz yıkandığından gözleri başka bir çift ayakkabı aradı. kimin olduğunu bilmediği kunduralara baktı. bu bir çift kara günahı eşofmanın altına giymek lanet, elem ve bahtsızlık getirecekti fakat zamanı azalıyordu. kumaş pantolon giymeyi düşündü, onun üzerine de gömlek giyerse tam olurdu; bira almaya gidip düğüne katılan ilk insan olabilirdi, o yüzden arka balkona baktı. halı saha ayakkabıları oradaydı ve dışarı çıkmak için hazır gibi gözüküyorlardı. evin anahtarını unutmadan kendisini dışarıya attı, hızlı adımlarla bankaya yürüyüp bilyoner hesabına cüzzi bir miktar yatırdı. hedefi, hafta sonu oyalanacak bir uğraş bulmaktı. belki, akıllı hamlelerle kaderi olmuş parasızlığı kırabilirdi. belki de kıramazdı, kimselerin olmadığı küçük ilçesinde sadece kahvehaneler doluydu. geçen yüzyıldan beri okey oynayan ve bundan hiç sıkılmayanlar vardı. evine geri dönerken bira almaktan vazgeçti, tuborg satan yegane market uzaktaydı ve canı yürümek istemedi. bahis yapması gereken maçları da kaçırabilirdi o zaman, chelsea farklı galibiyete koşarken belki genç adama da birkaç kuruş kazandırabilirdi. uykusuz ve kola almaya karar verdi, evine yakın herhangi bir markete girdi.

oradaydılar, tuborg dolabının içinde askeri düzenle dizilmişlerdi. kırmızılar, fıçı şişeler, kutu goldlar... iştah verici gözüküyorlardı, "bizi bir anda silemezsin genco" dercesine göz kırptılar genç adama. marketin dışındaki dolaptan aldığı kolayı geri koyup, bira dolabına gitti bu seferde. üç kırmızı fena değildi fakat akşam kardeşiyle devam etmesi gerekebileceğinden, iki kırmızı bir gold alıp hesabı ödedi. birkaç şans oyunu, biraz bira ve hoşgeldin parasızlık. hoşgeldin, güzel dudaklı kaderim. eve yürüdü, anne babasının eve dönmemiş olmasını diledi. araba görünürde yoktu, gülümsedi. gün boyu tek mimiği bu olmuştu, asansörün katta olmasına da ister istemez sevindi. altıncı katta inip anahtarı cebinden çıkardı. halı saha ayakkabılarını çıkardı, biraların ikisini buzluğa koydu, birisini yanında getirdi. dört buçuk maçlarına ivedisinden üç maçlık bir kupon yaptı, alman ligine güven olmazdı fakat belki bugün bir şeyler değişirdi. biranın yarısına vardığında, üç maçın ikisinde oynadığı takımlar daha onuncu dakikadan geriye düşmüştü. 

gülümseyerek "orospu çocukları" dedi. bugün de olmayacaktı, belki tüm şansı sayısal lotoda tutacak ve hayatının geri kalanında, "ne yapacağım bu kadar parayı" sorusuyla yaşayacaktı. buzluğa doğru gitmek için yerinden kalkarken, yazdığı yazıyı bloguna yolladı, seviyordu burayı.



danser encore

mekan : her zamanki. bilgisayarımın karşısı, kahvemin çaprazı.

nüfus  : sadece ben varım. kardeşim işinde gücünde, bizimkiler de bir arkadaşlarının çocuğunu ek kontenjanla kazandığı okuluna yerleştirmeye gitti. akşama ancak gelirler.

ruhi durum : danser encore dinleyene kadar her şey normaldi, şimdi başkayım. iyi ya da kötü değil.

plan : bir saat içinde içmeye başlayıp dört saat sonra normale dönmek.

para : var allah'ıma bin şükür. iddia oynayıp sayısal bile doldurabilirim. dörtlü tuborg da gizeldir. 

ne okuyorsun bu aralar : otostopçu'dan rastgele sayfalar, puslu kıtalar atlası (yine yeniden), national geo'nun elli farklı rota adlı eki.

izlediğin bir şey var mı : yok, ara sıra lost'a beşinci sezondan devam etmeyi ve spartacus'e başlamayı düşünüyorum. savaş filmi de izlemek istesem de interneti olan bilgisayarda bir şey izlemek çok zor, dikkatim dağılıyor. artık twitteri, blogu, sözlüğü, maili olan yoğun bir insanım, sosyal paylaşım aptalıyım (bana sakın sistem eleştirisi yapma, kırarım elini)

hangi ülke  : türkiye. dünyanın en güzel coğrafyası, hemi de mitolojik tarih soslu. biraz da iskoçya sanırım, öğleden sonra eski bir pubda bira içip maç izlemek alışkanlığım olsun isterdim.

hangi takım : ah liverpool, can liverpool. seni bu duruma düşürenin elleri gerrard'ın füzeleriyle kırılsın. sermaye sahipleri, futbolu yatırımdan başka bir şey sanmayan puştların yakasını öbür tarafta bill shankly bırakmasın.

hangi ayakkabı : sadece adidas, süperstar. kundurayla yolum kesişmesin.

amacımızdan saptık mı : bir amacımız yoktu zaten, öylesineydi.




22 Ekim 2010 Cuma

astrolojik dumura uğratıcı

zaytung'a girip burçlara baktım ve yengeç'te şu yazıyordu:

"Gireceğiniz bir iş mülakatında daha "Kendinizi nasıl tanımlarsınız" sorusuna, "Adam gibi adamım" cevabını vermeniz üzerine yine olumlu veya olumsuz bir dönüş için gergin bekleyişiniz sürecek"

"adam gibi birayım" desem alırlar mıydı acaba, en azından gold olarak dolaplarda çalışırdım. ulan, bunlar hep entry olacak şeyler de yazarsam 2000 olacağından, kallavi bir entry olsun istiyorum başlığı "ara" olan. güzelsin zaytung, cicisin.

oradan iyi vurur







have you ever seen the rain?

bazı şarkılar vardır ki, dinlediğim mekanla ölümsüzleşir; bazı mekanlar vardır ki, henüz dinlemediğim şarkıları aramam için güç verir ve bazı anlar vardır ki, her şey doğru zamanda doğru yerde olduğundan, hayatımınn geri kalanında benim için mihenk taşı olur. metallica fade to black'e haziranın sonunda, inönü stadında elli bin kişinin karşısında başladığında gözlerimin dolması; aylar önce yağmurun altında nöbet tutarken mırıldanan askerin bir rüyasından ötürüydü. ne zaman fade to black dinlesem aklıma kamuflaj gelir, botlarıma bakarak yürüdüğüm yağmurlu ve karanlık diyarbakır akşamıyla boynumdan içeri süzülen ışıklar gelir. bu yüzden mekan-zaman-insan üçgenimin tam ağırlık merkezinde olan şarkıları ayrı severim, ayı bir özen gösteririm.

have you ever seen the rain de bu payeyi pazartesi öğleden sonra kazandı. önceden de çok sevdiğim bir şarkıydı ama beyaz taşların üzerinde, yağmurun altında, sevgilimin yanında ve milattan 2010 yıl sonra dinlemek, her bir notanın tadına ayrı varmak da her şeyi yerine oturttu. telefonumda kayıtlıydı ve sesin ne kadar kaliteli çıktığının hiçbir önemi yoktu. creedence clearwater revival şarkılarındaki ruhu, en kötü müzik sistemi bile yok edemiyor. cızırtılı bir radyodan yarım yamalak dinlesen bile aldığın keyifte en ufak bir kesinti olmuyor. sanki on yıllar önce amerika'dasın da üstü açık bir arabayla başka eyalete giderken radyodan çalıyor şarkı. denver taraflarında bastıran yağmur gözünün önüne gelirken, crr ile jack kerouac arasında ortak bir payda olduğunu hissediyorsun.

sahilde uzandık, telefonumu göğsüme koydum. şarkı devam ettikçe yağmur hızlandı; damlalar üzerimize gönderilen sudan güdümlü füzeler gibiydi, görüyordum. deniz koyulaşmış ve üzerinde hafiften kabarcıklar oluşmuştu. ortalıkta kimseler yoktu, ne kadar ıslandığımız da pek umrumda değildi. iki buçuk dakika süren bu şarkıyı, ömrümün geri kalanında ruhumda taşımak için benliğime kaydediyordum. zor zamanlarda işime yarayacaktı, bir tıkla çıralı sahiline ulaşacak ve sonbaharda yağmurun altında, başka insanların mesaide vakit kaybettiği o güzel pazartesi öğleden sonrasını hatırlayacaktım.


cennet batıda

costa-gavras'ın bu son filmini, iki ay önce ankara kızılırmak sinemasında izlemiştim; film gün geçtikçe içimde demlendi ve bu aralar sık sık aklıma gelir oldu. zaten bu kişisel alanımda, her şeye burnumu sokmak isterken film eleştirisi yapmamak olmazdı. ama önce, mekandan bahsetmem lazım gelir; çünkü şunu belirtmekten ara sıra da olsa keyif duyarım ki ben mimarım. mimar olmak için başka bir üniversiteyi bırakıp yeniden öss'ye ve istanbul gibi cadı kazanına girdim.

kızılırmak sineması eski bir sinema, bir apartmanın bodrum katını işgal etmiş gibi. merdiven boyunca ilerleyen film afişleri kronolojik değil ama hepsi de birbirinden güzel seçilmiş. basamaklar yıpranmış, mekan köhne. son model sinemaların dijital kapıları yok, tüm salonlar ortak bir alana açılıyor ve bu alana küçük bir büfe hizmet veriyor. büfeci ve yer gösterici aynı adam ya da ikiz kardeşler çalışıyor. almodovar'ın hable con ella'sının afişi hemen merdiven bitişinde kendisine yer edinmiş ki söz konusu filmi bundan yaklaşık sekiz sene önce, çok soğuk bir günde yine ankara bahçelievler'de bir sinemada izlemiştim. afişler zaman yolculuğu bakımından epey faydalı, isabetli.

kızılırmak sineması'nın yaklaşık otuz sene öncesinde kalmış salonları ve yine aynı yaştaki hafif rutubetli kokusu, perdede oynayan filmin de en az otuz yaşında olduğunu düşünmemi sağladı. film zamansız başladı, hangi yıllarda geçtiğini öğrenmek yarım saat sonra 2010 model bir setra ile nasip oldu. kimliksiz elias, üzerine giydikleriyle kimliğini kazandı. bir insanın başka insanı değerlendirme kriteri, giydiğiyle ya da kullandığı arabayla şekillendi. yabani elias batıya ulaşmaya çalıştıkça ben de ona oturduğum yerden yardımcı olmak istedim, o polislerden kaçarken polisleri oyalamayı düşündüm. memleketinde bir şey bulamayıp yollara düşen bu talihsiz adam, içindeki umudu her an korurken; tüm dünya, elias'ın cebinde parası ve statüsü olmadığı için ona karşı durdu. sınırlar zor geçildi, mültecilerin cansız bedenleri bir sabah sahile vururken; başkaları sadece paraları olduğu için tatil köyünde keyiflerine baktı. sadece para sahibi olmanın nelere imkan verdiğini, parasız olmanın da modern dünyada en büyük günah olduğunu gösterdi yabani elias, kimseyle konuşamadı. 

son umudu paris'ti, gittiği gün yağmur altında kaldı. kolluk kuvvetleri güçlüleri, güçsüzlerden korurken; cennetin batıda olmadığını söyledi bize. cennet, bu dünyada parası olanaydı. coupe bir bmw, lüks tatil köyleri, uçak biletleri, pahalı ceketler, güzel yemekleri satın alan tek bir şey vardı, o da paraydı ve ne yazık ki elias'ta yoktu. insan olmanın önemi, cebindeki parayla katmerlenirken; sabah erken saatlerde, şişmiş mülteci bedenleri tatil köyünün sahiline vuruyordu.


filmden çıktık, ağustosun son günlerinde ankara serindi. tunalı'ya yürümek için güzel bir gündü fakat elias'ın dramı içimize oturmuştu. aylar geçtikten sonra film içimde demlendi, büyüdü ve yerleşti. bir mültecinin bedeni daha bu sabah, akdeniz'de bir yerde kıyıya vurdu.





the lotr ve ülke gündemi

eğer günün birinde tek yapmak istediğim şeyin yazarlık olduğuna karar verirsem, sabahların çok uzun olduğu bir coğrafyaya yerleşip yastığımın altında not defteriyle uyuyayacağım. rüyalar ve rüyaların gerçekle birbirine girdiği o yarı şuursuz hal, bu aralar beni mutlu eden birkaç şeyden biri. rüyalarım o kadar gerçekçi ve aynı zamanda büyüleyici oluyor ki, asıl hayatımın gözlerimi kapattığım anda başladığını; şimdiki hayatımın ise silikleşmiş bir replika olduğunu düşünüyorum. her şey o kadar berraklaşıyor ki, sabahın turuncu ışıklarında; bin sene baksam bile göremeyeceğim bağlantıları saniyesinde kurabiliyorum. sarı yorganımın altında uzanıp gözlerim kapalı düşlerken, ülkenin şu durumunun daha önce bir kitapta zaten yazılmış olduğunu fark ediyorum. 

bu kitap, the lord of the rings'ti ve söz konusu sahne de moria madenleri'nde geçiyordu. hani gandalf'ın balrog'a "geçemezsin" diye bağırdığı o meşhur sekans. köprü yıkılıyor, herkes balrog'un sonsuza kadar düştüğünü zannederken, iblis son anda kırbacını şaklatarak gandalf'ı da kendisiyle birlikte düşürüyordu. iblisin bittiğini zannederken, son darbe herkesi perişan ediyordu.

balrog'un kırbacının, ülkeyi kasıp kavuran yobazın iktidarıyla hiçbir farkı yok. bitirmeye çok yaklaşmışken, ülke yarım asır önceden aydınlanma çağına girip  köy enstitüleri hamlesiyle de feraha kavuşacakken, yobazlık karanlığa gömülmek üzereyken aniden gelen "darbe" ülkeyi de karanlığa sürüklemeye başladı. haberler her geçen gün daha da kötüye gidiyor, gandalf nasıl balrog'la birlikte irtifa kaybettiyse karanlıkta; türkiye de son hız düşüyor yobazla birlikte. balrog karanlığı ve yerin dibini severdi, yobaz da hemen hemen aynı şeylerden hoşlanıyor. her geçen gün, karanlık her tarafı kaplıyor. her gün bir yeri daha ele geçiriyor, kadrolaşıp sistemleşiyor. 

peki düşmeye başlayan gandalf'tan sonra yüzük kardeşliği olarak bize kalan yola iyi niyetle devam etmek mi dersin? yoksa umut günbegün azalacak mı? aragorn gibi erdemli bir kolcu var mı bizi kollayacak, yoksa frodo bile şu milyonlarca insandan daha mı cesurdu?

bunu zaman gösterecek, toprağın bol olsun j.r.r. tolkien!


21 Ekim 2010 Perşembe

in rainbows and stars




dört element haftası - cumartesi

- günün tamamını yazmak çok uzun sürüyor, yeniden bile okuyamıyorum doktor?

- yeniden okuman için değil, uzak bir gelecekte geçmişi hatırlamak için yazıyorsun zaten genç adam. bunu da gerçekleştirebileceğin en doğru mecra burası, sözlüğü insanların genelini ilgilendiren konular için kullanırsan iyi olur.
- evet haklısın da cumartesi günü ne yapmıştım, nereden başlayayım?
- phaselis'ten başla ama önce kapıya bak.
- yok bakmayacağım, bugün kapıya bakmak istemiyorum.


en son ölesiye bir korku yaşadığım phaselis'e araçla dönüp gündüz normal seyreden her şeyin gecenin karanlığıyla nasıl bir hale bürünebileceğine tanık olarak güne başladım. panik yapacak bir şey yoktu, fakat o hışırtı hala aklımın bir köşesinde. hemen çaprazımızda bir şeyler bizi takip ediyordu, yol zifiriydi. kara bir köpeğin, dişlerini gösterip bize hırlaması bile hışırtının yanında bir hiçti. bulutların epey alçaldığı, bununla birikte güneşin de ara sıra çıktığı serin bir gündü. likya maratonu için kurulan finiş çizgisinden geçip phaselis'in üç limanını ve antik kenti dolaştık. sabah yağan yağmur, taşların üzerindeki mevsimlik tozu almıştı ve ortalığa bir canlılık katmıştı. turist kalabalığı yoktu, olanlar da sakince dolaşıyordu. çok yaşlı turistler, sanki ilk gençliklerini geçirdikleri phaselis'e geri dönmüştü. dağdan yuvarlanıp denize düştükten sonra hayatını kaybetmiş bir ağacın yanına giderken dalga içinde kalmam, günün geri kalanında çok sevdiğim süperstarlarım yerine will'in sandaletleriyle idare etmeme neden oldu. ağaç güzeldi, geometrikti; uğruna ıslanmaya değecek nadide ölü şeylerden birisiydi.


phaselis'te küçük bir geziden sonra, çıralı yol kavşağında beni bekleyen sevgiliyi almak için geri döndük. hedefimiz, volkanik kayalardan oluşmuş dar bir boğazın kenarında bira içmekti ve bulutların arasından çıkan güneş, bölgesel aydınlatmalarla ağaçları ön plana çıkartıyordu. gün güzel olacak gibiydi, ama bu kadar olacağını bilemezdim.

çıralı'da ne yazık ki tuborg bulamayınca, tuborg çantamıza altı tane efes sıkıştırdık. bazen tuborg'un hiçbir surette bulunmadığı özel anlar oluyor ve ne yapsak da ulaşamıyoruz. dağıtım ağı efsanevi gerçekten, bu aralar kutu fıçı da göremiyorum. ne yaptıklarını bir anlayabilsem her şey daha kolay olacak. efesleri yüklenip, çıralının çöl atmosferinden geçtik. solda uzanan kayalar bizi pek kimsenin bilmediği, bilenlerin de her zaman gelemediği muhteşem bir geçide götürecekti. bu geçidi keşfettiğimden beri sevdiklerimle burada içmeyi çok istiyordum. arazi şartlarına çok uyumlu olmayan sevgili kayaların üzerinde sekmekte pek başarılı olamasa da, bir şekilde vardık. kayalar koyu griydi, hava ve şartlar güzeldi. havluları serip içmeye başladık. kuzey-güney aksında devam eden akdeniz, önümüzden usulca geçiyordu. camel yine rajaz söylüyordu, hayat bir bize güzeldi. biraların bitmesi ve yağmurun başlaması aynı ana denk gelince, yerimizden kalktık. birası bitince keyfi kaçan willy, her zaman yaptığı gibi bira bulmaya gitti. ben de, şu anda ankara soğuğunda hayatta kalmaya çalışan sevgiliyle yağmurda denize girdim. olması gerektiğinden daha soğuktu, o yüzden fazla kalmadan geri çıktık. ileride güneş açmıştı ve gökkuşağı hemen tepemizdeydi. bir ayağı denize saplanırken, turunculaşan güneş ortama masal havası veriyordu. çıplak ayakla ve fotoğraf makinemle oradan oraya koşup kendimi anı ölümsüzleştirmeye adadım, ellerimizde biralarla sağa sola seken üç kişiydik ve doğru zamandaydık. güneş batıncaya kadar ne kadar optik illuzyon varsa sırayla gerçekleşti, ruhumuzu olimpos tanrılarına emanet edip olimpos'a bayrams'a geçtik. çıralıdan olimposa yürümenin bir kilometre, arabayla gitmenin ise yirmiden fazla olmasını seviyorum, araçsızlık özlemimi pekiştiriyor.



dağdan kasabaya inip kümeslere girişen aç kurtlar gibi daldık yemeğe, hepsi birbirinden güzeldi. ortada ateş yanmaya başlamıştı fakat biralarımızı sahilde içmek istedik. olimpos'ta da soğuk tuborg bulamayınca efes'e devam ettik. bloga "tuborger" diyen birisi için ciddi bir handikap ama bir daha olmasın. tuborg kendi dolabıyla ve dağıtım ağıyla gelsin de besleme gibi meşrubat dolaplarında dolaşmasın. ufukta sürekli çakan şimşeklerin aydınlattığı bulutlar, tepede samanyolu galaksisi. kayaların dibine çöküp geniş ekran şimşek izledik, bulutsu pamuklar uzağa yığılmıştı ve kağıttan aydınlatmalar gibi gözüküyordu her elektrik atladığında. tepede ise her şey sakindi, yıldızlar milyar yıllık uykularına devam ediyordu. birer sigara güzel geldi, dışarıda olmak her zaman iyiydi de cumartesi günü zirve yapmıştı. gökkuşakları, şimşekler, yıldızlar, rüzgar ve ateş. dört elementin en güzel sunumları bizim için hazırlanmış gibiydi. pansiyona dönüp bu sefer ateşin etrafına dizildik, ailenin diğer oğlu da sevgilisiyle ateşin başındaydı. kardeşim de gelmişti aynı yere ve bira içiyordu. biraları alıp bir ateşin başında konuşlandık, insanın hayatta değer verdiği kaç insan vardır ki? büyük bir kısmı, benim için ateşin başındaydı ve bir şeyler konuşuyorduk. biralar bitiyor, biralar geliyor; ateşe bakıyorken yüzlerimiz de hafiften yanıyordu. cumartesi gecesi bir pansiyonun portakal ağaçlarıyla kaplı bahçesinde kütüklerin üzerinde son buluyorken, hayattan aldığım keyfi damağımda hissediyordum.

iskele

phaselis 

adrasan

bir gün yeter

moral bozmak, umutsuzluğa kapılıp yaşama sevincinden olmak, tekrar lanet etmeye başlamak için bir günün bile fazla olduğu güzel bir ülke burası. biraz haber izledim, biraz sol frame takip ettim, biraz altyazı okuyup diyanet'in binlerce imam alacağını öğrendim, ilkokula türbanla girmeye çalışan kız konusu gelince de korunaklı alanım bloguma geri döndüm. aklımda, ne geçen haftaki gezim kaldı ne de dört element haftasının geri kalan güzel günleri; televizyonda biraz siyasetçi görmek, yarım saat haberler yetti. yalancı gündemle, aynı konularla, temcit pilavlarıyla, istismarla, yandaşçılıkla, kayırmayla ve kendi gibi olmayana yaşama şansı vermeyen şahane demokrasimizle aklını kaybetmiş ortalama bir vatandaşa dönüştüm hemen. "ne olacak bu ülkenin hali" kafamın bir köşesine medya çivisiyle çakıldı, "ne olacak benim halim" de promosyon gibi geldi tabii. bir yandan milliyetçi spor spikeri eşliğinde bursaspor-man u maçı izlemek, bir yandan siyasi partiler, diğer yandan türk telekomun rekor karla yılın üçüncü çeyreğini kapatması, türbanlı çocuklar, erman toroğlu, polis, asker derken bir baktım ki okyanusları içine sığdıracak bedenim küçülmüş de nefes almakta zorlanıyorum. dünyanın en güzel coğrafyasında, binlerce yıllık medeniyetlerin toprağında aldığım keyif, biraz ülke gerçekleri izlemekle bertaraf oluyor ve umudu olmayan herhangi bir gence dönüşmek bir günümü bile almıyor. tersten peri masalı, balkabağına dönüşüyorum.

20 Ekim 2010 Çarşamba

kaleköy



dört element haftası - cuma

- perşembeden aklımda kalanlar bunlar doktor, birçoğunu unutmuşum bile. ne yapmam gerekiyor?
- bir şey yapmana gerek yok, zaten perşembe değil cumaydı önemli olan. cumaya konsantre ol ve odanın duvarında sabah karşılaştığınız dev örümcekten bahsederek başla.


günışığının doldurduğu beyaz bir odada uyanıp yavaştan çantaları toplamaya başlamak, sırt çantasının ardındaki duvarda dev bir örümceğin bize günaydın demesiyle epey hızlandı. yüzüklerin efendisinden fırlamış sanki pezevenk, uzaktan gözlerini bile görebiliyorduk. bacağındaki kıllar saçımdan uzundu ve yavaş hareketlerle bizi tedirgin ediyordu. öldürmeye çalışıp da ilk seferde başaramamak, bizim ölümümüze giden patikayı açacağından hayvana saygı duyduk, onu övdük ve fotoğrafını çekip odadan kaçarcasına uzaklaştık. biz uyurken gelip de yanağımızdan öpmediği için teşekkür ettik. iki eşcinselin tatil anıları gibi oluyor böyle olunca ama tamamen ayrı yataklardaydık, zaten bir gün sonra da sevgilimin yanına gidecektim.




kahvaltımız demoydu, masadan aç kalktık. irfan amca yarım domatesi pay etmişti bize, zeytin de 1/10 ölçekliydi fakat manzara ve hava güzel olduğundan keyfimiz kaçmadı. kaştan çıkıp kuzeye ilerlemeli; üçağız, kaleköy ve coğrafik açıdan diploma projesi inceliğinde hazırlanmış başka koyları görmeliydik. bizi yanıltan ve bir saatten fazlamıza mal olan şey tam olarak bayındır yazan bir tabela oldu. ara yola ve cehennemin öteki ucuna gittik, adres sorduğumuz ilk kişi sağır ve dilsizdi, ikincisinden de biz bir şey anlamadık. uzun ve toprak bir yoldu, bizi hiçliğin sonundaki koya indirdi. hiçliğin sonundaki koyda bile her tarafa çöp atıldığını görmek beni şaşırtmadı, çünkü çöp atmak ata sporumuzdu, olmazsa olmazımızdı. içtiği suyun şişesini geri götürmekten aciz bir sürü gerizekalıya beddua edip geri döndük. evlerinde insanların, ahırlarında hayvanların olmadığı tuhaf bir köyün ortasında durup insanların nereye gitmiş olabileceğini merak ettik. sanki, biz gelmeden bir saat önce öncü birlikler "kaçın geliyorlar" diyor ve insanlar bizi görmek istemediklerinden olsa gerek sığınaklara saklanıyorlardı. perşembe öğretmenevi, cuma günü de bu ıssız köy. 




tekrar ana yola çıkmak bir saatimizi aldı, güneş tepedeydi ve otuz kilometre sonra üçağız'a varacaktık. üçağız yolu sakindi, ortalıkta bağımsız atlardan başka kimse yoktu. turistler evlerine, öğrenciler sıralarına, çalışanlar da işlerine dönmüştü. üçağız'a varmamızla, bizi tekne turuna çıkarmaya ant içmiş adamları karşılamamız bir oldu. adeta saldırı altındaydık, küçük tekne sahipleri etrafımızda dönüyor ve dalgalı denizde rodeo fırsatından bahsediyorlardı. büyük ve çirkin tekne sahipleri ise astronomik fiyatlardan bahsediyordu. esnaf kabusu yine başlamıştı, nereye gitsek birileri geliyor ve bize fiyat söylüyordu. öyle sıkıcıydı ki pazarlık teşebbüsünde bile bulunmadık. küçük teknesiyle bizi gezintiye çıkarmaya çalışan yaşlı amca (kendisine musallat adını verdim), turdan umudunu kesince sekiz dönüm arsayı atmış milyara, arsadan umudunu kesince de uygun fiyata gözleme satmaya çalıştı. cinnet geçiriyor gibiydi. koşarak uzaklaştık, bu koşu bizi uzaktaki kaleye götürdü. nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, sadece bir kale sanmıştık. o kale, kaleköy'ün (eski adıyla simena) kalesi imiş, yüzümüzü rüzgarla yıkayınca anladık.




sadece denizden ulaşımı olan ender yerlerden birisi kaleköy, yayan gelmek istiyorsan patikalardan biraz yürümen gerekiyor. küçük bir limanı ve bozulmamış bir dokusu var, tepedeki kalenin eteklerinde konuşlanmış birbirinden güzel taş evler denize kadar inerken, araçsızlığın ne kadar huzur verici olduğunu anlıyorsun. korna sesi, fren, siren yok. rüzgar var aralıksız esen, perspektifler var bir bankta oturup da yüzyıllarca bekleyebileceğin. 


yanımızda getirdiğimiz biraları, kalenin eteklerindeki bir yamaçta, eski bir ahşap bankın üzerinde bitirdik. sırtımızı duvara yüzümüzü güneşe verdik, geldiğimize değmişti. yüksek basamaklardan aşağıya inmek ve denize ulaşmak, ulaşmak yetmiyormuş gibi denizle hemzemin bir iskeledeki ahşap masada, beyaz sandalyelerin üzerinde çok soğuk birer bira daha içmek başımıza gelen en güzel şeylerden biriydi. likya rüzgarları denizi dalgalandırıyor ve o dalgalar da iskeleyi süpürüyordu. denizin içindeki lahit, taştan bir tekne gibi duruyordu. güneşe doğru hafiften yürüdük, azrail epeydir gelmemiş gibiydi belki de böyle bir yer olduğundan onun da haberi yoktu. denizin üzerine çok yüksekten bırakılmış gibi duran kayalardan sekerek, kayaköy'e bir de denizden baktık. başımızın dönmesi biralardan değildi.




hava hafiften kararırken de arabaya doğru giden patikaya düştük yeniden. zifiri karanlık yaklaşıyordu ve yolumuzun üzerinde bizim ev vardı. demre çayağzı ve hemen solunda kalan andriake'ye tepeden baktık, bulutlar bir yere yetişiyormuşçasına çok hızlı hareket ediyordu. menüde humus ve balık varken, ev bizi bekliyordu. laptopu televizyona bağlarsak dev ekranda pes keyfi de mümkündü.




yorucu ve keyifli geçen günün ardından eve ulaştık, iki onluk atacak zamanımız kalmıştı ve eşitlik bozulmadı. fotoğrafları bilgisayara yükledik, şarjları yenileyip ertesi sabah çıralı tarafına gitmek üzere karşılıklı çekyatlara yerleştik. cuma bitmişti ve kaleköy aklımda sonsuza kadar kalacaktı.

dört element haftası - perşembe

- bütün bunları unutmaktan korkuyorum doktor,
- o zaman şu koltuktan kalk ve bilgisayarını açıp her şeyi yaz evlat, unutmadan her şeyi. fotoğraflar sana yön gösterecektir, bağlantılar ise zihninde mevcut.
- nereden başlayayım peki?
- perşembe öğlen kaş otobüsü beklerken çöktüğün kaldırımdan başla ve bırak aksın.

perşembe öğlen sırt çantam ve fotoğraf makinemle evden çıktım, evin yüz metre ilerisindeki yolun kenarına çöküp yaklaşık kırk dakika kaş otobüsü bekledim. gelecek gibi değildi, ekim rüzgarları yaprakları sallarken moleskine büyüsü yapmaya karar verdim. ne zaman bir sayfa yazmaya kalksam otobüs geliyordu ve yazım yarım kalıyordu. bu sefer de öyle oldu ve beş dakika sonra kaş'a giden yoldaydım. planlar karışıktı, sadece bira içeceğimizden emindim. 




öğleden sonra yağmurlu kaş'a varıp sahile indim, limanı çaprazdan gören bir mekandı ve willy her zamanki gibi ben gelmeden içmeye başlamıştı. ona neden efes içtiğini sordum, cevab veremedi. laptopunu açmıştı ve amatör fotoğrafçıları çektiğim fotoğrafa bakıp gülüyordu. yarım ada tarafına sürdük, kocaman evler ıssızdı ve ortalıkta pek kimse yoktu. kaş öğretmenevi, biraz önce zombilerin saldırısına uğramış gibiydi. kahve makinesi dışarıdaydı, havuzun üzerinde birkaç sarı yaprak vardı. bilgisayarı bile içeri alacak zamanları kalmamıştı demek ki, nerede olduklarını bilmediğimizden bahçesinde biraz dolaştık. kimselerin yaşamadığına kanaat getirince, yarımada'nın yıllar önceden fotoğrafını çektiğim bir koyuna yanımızda genpadan aldığımız ve tuborg çantasında muhafaza ettiğimiz goldlarla indik. kayalar sivriydi ve yağmur inceden başlamıştı. turkuaza boyanmış eski bir planet motor, zeytin ağaçlarının arasında dinleniyordu. rengi güzeldi ve kendisine yakışıyordu; eskilerin o yumuşak geçişli estetiğinin iki tekerlekli asil bir kanıtıydı ve iyi poz veriyordu.






yüzümüzü meis'e ve küçük adalara dönüp buz gibi biralardan yudum aldıkça hayat olduğundan daha güzel bir hale geldi. üstüne bir de rajaz dinleyince devre tamamlandı ve oturduğumuz yerden ışık yaymaya başladık. koyu bulutlar geceyi erken getirdi, kendimizi limana bakan başka bir köşede bulduk. dalgıçlar fenerbalıkları gibi ilerliyordu önümüzden, pansiyonda pes 2011 oynamamız gerektiğinden nevaleyi yüklenip yarımada üstündeki meis manzaralı ve geceliği adambaşı 25 kağıt olan iki katlı, büyük bahçeli hamarat pansiyona geçtik. odada mini buzdolabı bile vardı, üzerine laptopu kurup başladık oynamaya. deve gibi içtiğimizden top hakimiyeti zor oldu ve willy gerçekten iyiydi, iki onluk (galibiyetin üç, beraberliğin bir puan olduğu ve ona ulaşanın kazandığı bir sistem) kaybedip yatağa yığıldım. goldlar manga düzeninde dizilmişti ve perşembe günü çok içerek, gülerek ve pes oynayarak bir pansiyonda son bulmuştu.