28 Ekim 2010 Perşembe

28. 28 ekim

hayatımın en absürd 28 ekimini yaşıyorum sanırım. dileğim, geri kalan altı saatte anormal bir şeyin olmaması ve bugünü kayıpsız atlatmak. yarın, bedeviliğime kaldığım yerden devam edebilirim ama bugünlük yeter. gerekirse erkenden bile uyurum.

sabah çalan zil ve gelen mahkeme tebligatı, günümün diğer günlerden biraz daha hızlı olacağını söyledi. sakinliği kaybetmeden kararı okudum, dört ay hapis cezası kısmında biraz duraklayıp devam ettim. ben itiraz etmeden, ceza üç aya indi. ikinci sayfada, bir sürü gereksiz cümle arasında cezamın elli gün kahvehanelere gitmemekle kesinleştirildiğini ve mahkeme tebligatı olan beş liranın tarafımdan ödeneceğini okuyup dışarı çıktım. tebligat ödemek konusunda başka bir galaksideki canlı (eğer varsa) ne biliyorsa, ben de onun kadar biliyordum. postaneye gittim ve oradaki memurların ölü olduğuna kanaat getirdim, onlar gibi olmak istemezdim. postaneden ödenmiyormuş, öğleden sonra kapanacak resmi dairelerin tedirginliğinde hükümet konağına gittim. girişteki polis şaşırtıcı derece iyi birisiydi (sorduğum soruya cevap verdi sadece), beni yönlendirdi. hükümet konağının ikinci katına çıktım ve devlet memuru olmadığıma ya da devletle sürekli iş yapan herhangi birisi olmadığıma sevindim. hepsi perişan gözüküyordu ve tek istedikleri emeklilik olsa gerekti. hükümet konağının eski koridorlarında biraz dolaştım, raptiyelenmiş deri kapılar gördüm (sanırım içeride önemli adamlar vardı ya da fantezi bağımlısı sado-mazolar yaşıyordu). içgüdülerim beni koridorun sonuna götürdü, durumu izah ettim. anlamadı, anladığı şeyin benim anlattığım şeyle alakası olmadığını anlatmak bile canımdan can aldı. başka birisine sordum, o biraz anladı gibi. tebligatı okudu, ters çevirip baktı, gözlerini kıstı ve beni vergi dairesine gitmem konusunda bilgilendirdi. vergi dairesi hükümet konağında değil başka bir binadaydı, vakit geçiyordu ve pazartesiye kadar kimseyi bulamayacaktım. hava hafiften atıştırmaya başlamıştı, şaşırtıcı derecede iyi gizlenmiş geniş iç cepli liverpool montumun içindeydi tüm evraklar, dört ay hapis yerine elli gün kahvehaneden men iyi bir haberdi. vergi dairesine gittim, buradakiler postanedekilerden yaklaşık on dört sene önce ölmüştü. ben bu kadar cansız adamı daha önce mezarlıkta bile görmedim. ona derdimi anlattım, "meeehhh" dedi. başka birisini işaret etti, ona da derdimi anlattım, beni şefine yönlendirdi. şefleri biraz daha akıllıydı, en azından tebligatta yazanları anlayabildi ve benim mal müdürlüğüne gidip hasan'ı bulmam gerektiğini söyledi. vakit iyice daralmıştı, neyse ki mal müdürlüğü aynı kattaydı. mal müdürlüğüne girip bir kez daha durumu anlattım, gençten bir çocuktu ve bu sabah tıraş olmamıştı. kocaman ve boş odasını ben gelmeden yarım saat önce evraklar istila etmiş gibi duruyordu. durumu anladı, bilgisayardan bir şeyler girdi ve elime iki nüsha tutuşturup "şef bunları görecek" dedi. kızılderili kabilesindeydim sanki ve şefi görmem gerekiyordu. kafasında tüy ve ağzında pipolu şef beklerken, kırışık gömlekli buruşuk kravatlı birisi çıktı, imzaladı ve vezneye gitmem gerektiğini söyledi. vezneye gittim, paramı yatırdım, makbuzumu aldım ve mal müdürlüğünden mal gibi çıktım. 

bürokrasi zincirinden ve yavaşlıktan beynim uğuldamasına rağmen, yine de bu serüveni istanbul'da yaşamadığım için mutluydum. heralde ses getirecek bir rehin alma işlemi olurdu ve akşam haberlere çıkardım. işlerimi halletmiş olmanın (tam emin olmamakla birlikte) ferahlığıyla kendimi dışarı atmamın birinci dakikasında deli bir yağmur başladı. film setinde gibiydim ve tüm suyu benim üzerime odaklamışlardı sanki. berbere sığındım, orhan her zamanki gibi ses getiren kıyafetler giymişti. sivri burun kundura, yaralı kot ve kahrolası pembe bir gömlek. çırakları da moda dergisinden fırlamış ya da moda dergisinden son hızla fırlatılmış gibiydi. hepsi ayrı bir akımın temsilcisiydi fakat ben kafamı orhan'a emanet ettim. 

"iyice kısalt" dedim, saçlarımı istesem bile tutamayayım. orhan, dediklerimi onayladı ve her zamanki gibi kendi kafasına göre kesti. her zamanki gibi yine bir şey diyemedim, başka bir berbere gitsem de sonuç değişmeyecekti en azından orhan, tarantino filmlerden bir sahne gibiydi. beni her zaman güldürmeyi bilirdi. çıraklarını yok etme planları, tüm zamanlar içinde karşılaştığım en vahşi senaryolar olurdu. berberden çıktığımda birkaç dakika sonra sel olacağına emindim, yağmur tamamen saçmalamaya başlamıştı. koşarak eve geldim, banyoya girdim ve kafamı yıkadım. elektrikler kesikti, içgüdülerim en az üç saat boyunca da gelmeyeceğini söylüyordu. oturma odasına geçtim, büyük ve rahat bir eşofman, bir fincan kahve ve gayet iyi başlayan ahmet ümit-kavim ile berbat başlayan günü hafiften düzelttim.

elektrik epey geç geldi, hemen gitmeyeceğine emin olduktan sonra da geldim bilgisayarın karşısına kuruldum. yazmak beni her zaman rahatlatıyor, en azından bir yerlere not alıp geleceğe yönelik çalışmalar yapıyorum. 



Hiç yorum yok: