30 Haziran 2011 Perşembe

a day at the end of the june

seslerin arasında çaresizce bekliyorum. bilgisayar fanı sabit, beş dakika önce patronun telefonu susmak bilmedi, iki dakika önce kapı çaldı, bir dakika önce her kim geldiyse onun telefonu ötmeye başladı, otuz saniye önce iş arkadaşım metretülün ne olduğunu sordu, on saniye önce yavru bir kuş son bir haftadır olduğu gibi tek tondan ötmeye başladı ve şimdi klavyenin takırtıları arasında bu durumu yazmaya çalışıyorum. boş kafamın içinde yankılanan sesler canımı sıkıyor. odama doğru gelen ayak seslerinden, uzaktan geçen gemilerin yelkenine dolan rüzgara kadar her şeyi duyuyorum. kuşlar ara vermiyor, market kasasındaki biplemeler de. bir tek elektrikli bisikletlerin sesini duyamıyorum. 

yaklaşır bir haftadır bir dizinin içinde yaşıyordum. chicago'da altı çocuklu ve ayyaş bir babanın yaşadığı evi mesken bellemiştim. fiona'yı seviyor, frank ile içiyor ve parçalanmış olmasına rağmen hala bir arada duran bir ailenin etrafında geçen olayları, kendi hayatımdan tek bir şeyi bile umursamayarak büyük bir iştahla izliyordum. dün gece ilk ve tek sezonu bitirdim ve kendime döndüm. dün neredeyse hiç konuşmamışım onu fark ettim. akşama kadar sıkkın bir suskunlukla bekledikten sonra eve dönmüştüm. bir bölüm daha izlemiş, sonra bu yetmez deyip bir tanesine daha başlamıştım. bir gün önceden kalan pilavı mikrodalgada ısıtıp üzerine marketten aldığım ve hiç fena olmayan yaprak döner katmanlarını dizdikten ve bunu da yoğurtla kapattıktan sonra, emprovize döner ustası gibi masa başına çökmüştüm. işim değil, hayatım masa başı artık. muhtemelen öldükten sonra da masa başı bir şeyler ayarlayacağım. 

yine de bir sonraki güne yetiştirmem gereken ödevim olmadığı ve işten çıkar çıkmaz bir yerde çalıştığımı unuttuğum için durum o kadar kötü değil. sabah erken kalkar çalışırım gibi tuhaf bir yalanı kendime söylemeyeli epey oldu. akşamları zihinsel aktivitelerim sıfıra yaklaşsa da, gece yarısını uyumadan geçirmişsem eğer bir şeyler yazma isteğiyle dolup taşıyorum. gece ve sessizlik bana ilham veriyor, bir yerlerden ayak sesleri ve telefon zilleri gelmediğinden düşüncelerimin bana neler fısıldadığını daha iyi duyabiliyorum.

semt pazarının kurulduğu perşembede ve ayın son günündeyim. kendime lens alabilirim diye düşünürken, çamaşır makinesi alma gerekliliği ortaya çıktı. ben değil, annem çıkarttı bunu. tek programlı ve tek kişiye uygun makineler mi ne varmış, mutlaka alınması gerekiyormuş. 600 devir, 300 mm'lik bir lensten çok daha önemliymiş. bu yazı da pas geçerim böyle olursa, bir sonraki ay öğrenim kredim var. ne bileyim, bazen uğraşmaktan sıkılıyorum. mücadele gücüm, başkasının istediği seviyelere bir türlü çıkmıyor; sabahları biraz daha uyumak, sonra biraz daha uyumak istiyorum. ikinci uyku bana maceralı rüyalar veriyor fakat haftada bir gün, o da şanslı günümdeysem uyuyabiliyorum.

belki lanet edip alırım lensi, bu aralar pek de iş olmadığından temmuzun ortasında 3-4 günlük izin de koparırım. kapadokya'ya geri dönmenin vakti gelmiş de geçiyordu zaten. kızılçukur'da sarhoşluk, peri bacalarının gölgesinde fotoğraf çekmek. ıhlara vadisi, ortahisar ve belki de bir kez daha balon turu. geçen sefer fotoğraf makinem yoktu, bir sepet dolusu japon turist ile sabahın erken saatlerinde gördüğüm her şeyi neredeyse unuttum. hiç o kadar yükseğe çıkmamıştım daha önce, neydi adamın adı lars mıydı? balonumuzun adı ise cloud 9'du. sarı, mavi ve kırmızı renkleri vardı. yeryüzüne geri indiğimizde şampanya ikram etmişlerdi. ilk içkimi o zaman içmiş bile olabilirim. zinedine zidane daha dünya kupası finalinde iki gol atmamıştı, önümde binalar yıkılmamıştı.

haziranın son gününe geldim işte; ay başında onur, ay sonunda willy geldi. onur ile berabere kaldık fakat willy resmen yerden yere çarptı. 5 tane onluk aldı, elimden bir şey gelmedi. şimdiye kadar oynadığım en güçlü rakipti ve liverpool, tüm ciğeri sahada bıraktığı halde başaramadı. başka takıma da ben inanmadım.

temmuz da geçsin aynı hızla, ağustosta ligler başlayınca işler biraz daha kolaylaşıyor. doksan dakikalara sığdırıyorum hayatı, kupon yapıp tek maçtan yatıyorum, maç özeti, en iyi goller, puan durumları derken de kendimi unutuyorum. bana acı veren, kendimi hatırlamak oluyor ara sıra. hayatımı bir iş uğruna heder ettiğimi ve başka bir yol kalmadığını itiraf etmesem de biliyorum, derinlerimde hissediyorum. eşyasızlık özlemiyle tutuştuğum günler epey geride kalmış ki, devirli çamaşır makinelerine bakıyorum. hazır almışken de tıraş makinesi alacağım. haftada bir saçlarımı üç numaraya vurmak ve bir daha nefret ettiğim berber koltuklarına oturmamak düşüncesindeyim. ne iş yapıyorsun, memleket nere falan diye sorarlarken bir el soluk borumu tıkıyor.

sesler, bitmiyor. yazı esnasında, iş arkadaşım fıkra bile anlattı. çok az kısmını duyabildim, duyduklarımı ise bir anlam oluşturacak şekilde yan yana dizemedim. sadece yüzümde boş bir tebessüm ile onu dinledim. dün ve önceki gün olduğu gibi. lütfen sus ve geri kalan yıllarda bana internette bulduğun komik olmayan fıkraları anlatma diyemedim. 

en son neye güldüm peki? evsizleri dövüştürüp kazanana bir miktar para veren adam vardı shameless'ta, fikir acımasız olduğu için hoşuma gitti. komik şeylere gülmüyorum, tahayyül edilemeyecek kadar acımasız şeyler daha fazla dikkatimi çekiyor. evsizleri dövüştürmek ne kadar merhametsiz ve ne kadar komik. ne yaptın bana shameless, içimde bir yudum da olsa insanlık vardı. şimdi tek beklentim, akşam olunca eve giderken bira almak ve içip içip film izlemek. 

transformers'ın ilk iki filmini izleyip üçüncüyü sinemada kutlayacaktım fakat çok kötü olduğuna dair yorumlar okudum. aynı yorumları ilk iki film için de okuduğumdan şimdiye kadar transformers izlememiştim fakat birkaç adam süper deyince ve bu adamlardan biri, bana shameless'ı getiren willy olunca izlemem gerektiğini düşündüm. bakalım, dövüşen robot ilk filmde iyiyse üçüncüye giderim. içip içip öyle giderim. 

yazı bittiğinde eve gider ve yemek yerim diye düşündüğümden bilerek uzun ve her zamanki gibi anlamsız yazdım. yazı biterken öğlen yemeği de yaklaştı. hazır kurulmuş semt pazarından salata malzemesi almak ve bunu balık kroketlerle mideye indirmek için güzel bir gün. patates de kızartırım ki hem. elimden her iş gelir, kız olsaydım şimdiye çoktan evlenirdim. 

belasını versin bu cırcır böceğinin. keşke bir de cuma olsaydı, yarın öğlen demeden tatile girseydik.


fatal

kaymaklı yoğurt ve cebimde tutması imkansız bir şans topu kuponu  ile eve gelirken her ayın son gününde yazmayı alışkanlık haline getirdiğim "a day at the end of the artık hangi aysa" üzerine düşünüyordum. hazirandan aklımda kalan, iki dost ve bir ayrılıktı. onur ve willy beni görmeye değil de bira içmeye gelmiş gibi ellerinde biralarla winterfell'i şereflendirmiş ve yeterince içip pes oynadıktan sonra da geri dönmüşlerdi. ilişki ise beni yine, yeni, yeniden aynı insana çevirmiş ve ayrılığa giden yolun önüne bırakmıştı. yolun gerisini daha önce defalarca yürüdüğümden, bir bitiş daha beni şaşırtmadı. iki kişi neden fazla geliyordu, onu bilmiyordum.

tuborg satan marketin önünden geçerken, kapıya sırtını yaslamış kovboy çizmeli iradem sert bir ıslık çaldı. kafamı kaldırdığım an onunla göz göze gelecek ve kaymaklı yoğurdun yanında hatırı sayılır miktarda birayla eve girecektim. son paramı biraya yatırmak istemedim, 28 yaşında bir adamın cebinde 3-5 kuruş da olsa para olmalıydı. hem belki yarın maaş alamazdım, evdeki yiyecek stoğum beni uzun süre idare ederdi fakat belki canım lokum çekerdi? belki de bir tepsi kadayıf yaptırmak için ölümcül bir istek duyardım. 28 yaşında bir adamın cebinde bir tepsi kadayıfı peşin alacak para her zaman olmalıydı, o yüzden kafamı kaldırmadım. ayakkabılarımın ucuna bakarak yürümeye devam ettim.

"bu bölükte üç ay, iki hafta, dört gündür vukuat yaşanmamıştır."

yine ayakkabılarımın ucuna bakarak yürüyorum. kapalı bir alan, 30*30'luk beyaz seramiklere çarpan beyaz floresanın altında nöbetteyim. bir duvardan diğerine iki saat boyunca yürüyor ve ara sıra duvardaki vukuat tablosuna bakıyorum. üç ay, iki hafta ve dört gün önce askerin birisi askeri araçla bir sivilin ölümüne sebep olmuş. o zamandan beri bölükte işler yolunda, rekoru her gün biraz daha geliştiriyoruz el birliğiyle. üç ay, iki hafta ve dört gün önce nerede olduğumu düşünüyorum. artık çok uzakta kalan bir sahilin gün batımında, kıyıya vuran bir lastiğin kenarında kafam güzelken uzanıyor muyum kumların üzerinde? askere gelmeden önce yaptıklarım aklımın köşesinde dolaşıyor, her şeyi kaydetmek ve ezberlemek işime yarıyor. seramiklerin ölçüsü, oradan okuldaki projelerim, mimarlığı kazandığımı öğrendiğim o güzel yaz günü, rock bar'da geçen gecelerin sarhoşluğu, öncesinde izmir, okulun kütüphanesinin camına başımı dayayıp okuduğum kitaplar, başka günler, başka anlar, başka şarkılar. nöbet bitmeye yaklaşırken gözlerim açık daldığım rüyadan uyanıyorum. 

gözlerimi açtığımda kendimi başka bir evde buluyorum, yalnız başımayım. bir dizi izlerken uyuyakalmışım, kendime geldiğimde "bu işyerinde 93 gündür kaza olmamıştır" yazısını okuyorum. bir yerden tanıdık ama nereden? uykuyla uyanıklık arasında yerimden kalkıyor ve kahve yapmak için mutfağa gidiyorum. her şey kontrolüm altında; üç kaşık kahve, üç küp şeker, kaynar su ve kaşık. sırası çok önemli değil. kahveyi alıp odama geri dönüyorum. vakit gece yarısı ve a day at the end of the june için doğru günün ilk dakikaları çoktan geçmiş.




29 Haziran 2011 Çarşamba

fotorandom #3

blogu yeni takip etmeye başlayanlar, lan bu fotorandom'un 1'i ve 2'si de mi vardı diye kendilerine sorabilir ve cevabı ancak blogun derinlerinde bulabilirler. evet bunun bir öncesi vardı, kalıcı bir seri gibi düşünmüş fakat fotoğraflarımın olduğu bilgisayarımdan uzun bir süre ayrı kaldığımdan beş ay gibi bir süre #3'e başlayamamıştım. kurallarını unuttum, 10.000 şarkılık bir listenin gösterdiği sayı hangi fotoğrafa denk geliyorsa, avafind adlı aziz programla o fotoğrafı bulup çıkarıyor ve varsa bir hikayesini anlatıyordum sanırım. şarkıları değerlendirip, bunun üzerinden puan aldığım bir oyun daha vardı ama bu o değildi. alzheimer.blogspot alınmamışsa alayım bari. neyse oyuna kaldığımız yerden devam edelim.



1086. elton john - candle in the wind : 


19 kasım 2009'da çekmişim bunu. askere gitmeme sayılı günler kala evden çıkıp uzun sahilde yürüyüşler yapardım. o gün ise uzakta ışıkları görünen marinada kırmızı tuborg bulamayıp efes extra içmiş ve fotoğraftaki lastikle karşılaşana kadar saatlerce yürümüştüm. iamx- i'm terrified iyi gitmişti. deniz kenarına saplanmış bir lastiği uzun pozlama ile makineme kaydetmiş, hava yeterince karardıktan sonra da eve dönmüştüm. kimsenin bir şey dediği yoktu, birkaç hafta sonra askere gidecektim. teslim olacaktım.







1515. camel - starlight ride : 

19 eylül 2005, izmir balçova'daki teleferikle tepeye çıkıp carlsberg ve sigara içtikten sonra, aziz dost willy ile dolunay sponsorluğunda bir maceraya daha atılmışız. mimarlıkta üçüncü sınıfa geçtiğim ve antalya'da yaz boyu staj yaptığım günler. izmir ayaklarımızın altında, daha dslr'ler yok. a510 canon makineyle çekmişiz bu gece fotoğrafını. daha geçen hafta, teleferiğin üç senedir bakımda olduğunu söylemişti. bir tamir etsinler de bir kere daha gidelim eos'larla.







2054. jeff buckley - grace :

17 nisan 2008, istanbul'da olup da freelance çalıştığım günler. temiz bir iş yapıp gelen parayla izmir'e gitmişim. altımızda willy'nin sarı civcivi ile efes-selçuk-bergama turu. burası ise bergama'nın bitmeyen merdivenleri. geri çıkmamak için inmeyi düşünmemiştik. hava kapalıydı, meryem ana kilisesinin yanındaki restoranda uygun fiyata bira içip, çok uzaktan geçen bir rahibe görmüştük. o üç dört günde, ege'yi iyicene bir gezmiştik ki hala hatırımdadır.







5834. kargo - bad'lik amiri : 

ağustosun 24'ü, sene 2008. antalya'da ne işim var? şantiyenin tozu ve toprağında geçen haziran ve temmuzdan sonra antalya'ya gitmiştim bir iki haftalığına. içeride param kalmıştı, eğer zamanında gelseydi lens alacaktım. ancak eylülde, ben istanbul'a geri döndükten sonra alınca paramı lens yalan oldu. o zamandan beri lens alma maceram yalan olur. ne zaman heves etsem başka bir şey çıkar. bu ay alırım diyordum, çamaşır makinesi almam konusunda yoğun baskı var. neylersin.


pilav tarifi (mükemmel versiyon)

michelin'in üç yıldızlı simsar şefi bir tabak pilav daha alıp alamayacağını yalvaran gözlerle sorduğunda; artık bu pilavın sırrını daha fazla saklamak istemediğimi fark ettim. ölümle yükümlü insanlar, toprağın altına girmeden önce en azından bir kereliğine mükemmel bir pilav yemeliydi. michelin yıldızlı şefe döndüm ve kağıdı kalemi çıkarmasını söyledim. ona pilav nedir, nasıl yapılır öğretecek ve bir yıldız daha almasını sağladıktan sonra da sıradan ve tahmin edilebilir hayatıma geri dönecektim.

1. karar verme aşaması: pilav mı yoksa makarna mı yapayım diye evin içinde dolaşmayı bırak. karar, bir pilavın en önemli aşamasıdır. sağlam bir karar olmadan tüm pirinçler birbirine ve tavanın dibine yapışır.

2. pilavda karar kıldıktan sonra, üçüncü çekmecedeki tel şehriyeyi al ve tereyağıyla kavurmaya başla. çekmecenin üçüncü, şehriyenin tel, yağın da tereyağı olması çok önemli; sakın dediklerimi küçümseme. şehriyeler bir yandan kızarırken onları tahta kaşıkla sağa sola savur. yukarı aşağı olmasın. doğrultu önemlidir, şehriyeyi hangi doğrultuda savuracağını bilmeyene rüzgar bile yardım etmez.

3. baldo cinsi pirinci bir su bardağına doldur ve süzgece aktar. süzgecin aralıkları pirinçten büyük olmasın, bu çok önemli. eğer süzgecin aralıkları daha büyükse, daha iri taneli pirinç aramak yerine daha dar aralıklı bir süzgeç bulmaya çalış. en irisi ne kadar olabilir lan sanki bir pirincin bana da hele hele!

4. pirinçleri soğuk suyla biraz yıka, hafiften zıplat ve kavrulmaktan beyonce'a dönmüş tel şehriyelerle birlikte başla tavada çevirmeye. doğrultunu unutma, sağ ve sol yapacaksın. kettle'a iki su bardağı su koy. evde su bardağı yerine bira bardağı varsa da, iki bira bardağı bira koymak yerine; yine su koy. pilav, suyla yapılır manyak olma. ölçek 1'e 2'dir. ne lan bu iddaa oranı gibi deme, banko pilavlarda bu oran 1'e 1.5'a kadar düşüyor. ben bir bardak pirince, iki bardak su koyarım ve su kaynadıktan sonra, onu metal bir kaba dökerim. 

5. tavuk bulyonu, sıcak suyun içinde erit. çatalla ez ve saat yönünde karıştır. bulyonun topağı kalmasın. tavuk suyu esintili kaynar suyu da pirinçle şehriyenin dostça mücadelesinin üzerine dök. eğer cehennemin dibini boylamamışsan her şey kısık ateşte olacak unutma. pilav yaptığın tencerenin üzerini cam bir kapakla kapat ve pilav suyunu çekene kadar yerlerde yuvarlan. komşularının arkasından konuş, gaflet ve delalet içinde sağa sola saldır ama on dakika geçince geri dön. suyunu çeken pilavı öv, onu şımart ve ateşin altını kapattıktan sonra pilavı bir on dakika daha dinlendir. gerçek şampiyonların her zaman dinlenmeye ihtiyacı vardır.

6. yeterince dinlenmiş şampiyon baldoları, geniş ve beyaz porselen bir tabağa yay. bu sırada başka bir yemek yaptıysan, bu genelde kahrolası mantarlı tavuk oluyor bende, onu da ayrı bir tabağa koy. televizyonun karşısına geç, seni bir süre oyalayabilecek kanal bul ve pilavdan büyük bir kaşık al. işte tereyağının, tel şehriye ve efsane marka baldo pirinçle eşsiz uyumu. tadını çıkar, kendini bir şey san ve tabağındaki son pirinci dahi sağ bırakma.

7. pilavdan maksimum lezzet almak istiyorsan, sabah kahvaltı etmeden evden çık ve daha saat 11 olmadan pilava güzellemeler yap. çıldır, halkı isyana sürükle ve zamanı gelince de eve koşarak git. 


28 Haziran 2011 Salı

kahve öyküleri

eğer günün birinde, adresimi ele geçiren bir yayınevi beni kıskıvrak yakalar ve bir öykü kitabı çıkarmam hususunda tehdit ederse, yazmadığım takdirde hangi organımı ilk olarak gözden çıkaracağım gibi hunhar anketler düzenlerse, onlara kısa ve net bir tamam diyeceğim. ne isterseniz yazacağım, eğer konuyu bana bırakıyorsanız da kahve öykülerini yarın sabaha kadar teslim edeceğim.

dün gece, napoliten soslu makarnanın verdiği gülle hissiyatını azaltmak için kahve yapıp yanıma dört şeker aldıktan sonra odama geri dönmüştüm. üç şeker istediğim lezzeti verince, dördüncüyü klavyenin kenarına koydum. bir fincan daha içecektim nasıl olsa, kahve ve müzik güzel gidiyordu. ikinci fincan için mutfağa gittim, üç kaşık kahve ve iki küp şeker attım. diğeri masanın üzerinde kurbanlık koyun gibi beni bekliyordu. tezgahın üzerinde kahvemi karıştırdıktan sonra masama geri dönüp oturdum. kaşık mutfakta kalmıştı ve ben üçüncü şekeri daha atmamıştım. yerimden kalkmak ya da kahveyi iki şekerli içmek istemiyordum. o yüzden, küp şekerin bir şekilde eritilmesi gerekiyordu. çözünürlük hızını etkileyen faktörleri düşündüm:

. sıcaklık
. çözeltiyi karıştırmak
. yüzey alanını genişletmek

karar vermeye çalıştığım her an, kahvenin sıcaklığı düşüyordu. karıştıracak herhangi bir şey, o an kilometrelerce uzakta gözüken mutfak tezgahının üzerindeydi ve küp şekeri ellerimin arasında parçalayıp onu toz şekere çevirmek istemiyordum. belki dedim, küp şekeri kendi ekseni etrafında hızlıca çevirerek atarsam, ilk andaki ivme onun çözülmesini sağlar. yaklaşık 20 yıl sürmüş eğitim hayatımın bana verdiği yetkiye dayanarak, küp şekeri orta ve baş parmağım arasına sıkıştırıp hızlıca çevirerek bardağa fırlattım. hesaplar tutmamıştı, bardaktan büyük bir yudum aldıktan sonra, bardağı hafiften çevirmeye başladım. santrifüj yöntemine gelmişti sıra. bunda da yeterince iyi olduğumu söyleyemem. eğer bardağın tamamı için üç küp şeker kullanmam gerekiyorsa, iki küp şekeri büyük ve şekersiz bir yudum aldıktan sonra eklemem her şeyi çözecekti fakat geç kalmıştım. ikinci fincan kahvem rezil olunca keyifsiz kapattım pazartesiyi. bazen olmuyordu.

bugün ise, uzak bir tatil beldesine rölöve almaya gitmiş olmanın yorgunluğuyla eve geldim. mükemmel bir pilav ve aynı mükemmelikte zeytinyağıyla kızdırılmış sarımsaklı domatesli tavuk yaptıktan sonra, yine çok yediğimi kabul ettim. kahve beni kurtaracaktı. bu sefer her şeyi mutfakta halledecek, üç şekeri ve üç kaşık kahvesi koyulmuş bir bardakla odama girecektim. suyu kaynarken, ben ideal ölçekleri kırmızı bardağıma boca ettim ve odama girdim. sandalyeye oturdum, severek izlediğim, gülerek titrediğim, bir bölümünün hangi ara bittiğine pek anlam veremediğim shameless'in dokuzuncu bölümüne tıklayıp elime bardağı aldım. bardak hafifti ve sanırım su koymayı unutmuştum. hafiften tebessüm eder gibi oldum fakat bu kendi salaklığıma olan bıkkınlığımın yüzümü çarpıtmasından başka bir şey değildi. mutfağa geri gidip suyu koydum ve geri geldim.

günün birinde, bir yayınevi kolumu kıvırıp "sabaha hazır olacak lan o kitap" derse, bu kitabın ne üzerine olacağını düşündüm. kesinlikle kahve üzerine olmalıydı. evet bundan emindim.


tünel

"yıldız teknik üniversitesi'nin arşiv deposuna ulaşan çok gizli bir tünel açığa çıkarıldı, tünelin yaklaşık elli sene önce diplomasını bir türlü alamayan birisi tarafından kazıldığı tahmin ediliyor."  -hürriyet (14 ekim 2059 tarihli sayısından)


elli sene önce...


diplomasına kavuşmak için güneyden gelen; ateşten canavarlar, gölgeden ruhlar, gökyüzünü boydan boya geçen şimşekler ve hatta ölümsüz muavinler ile savaşan genç adam, hızlı geçen bulutların güneşi kestiği bir istanbul sabahında elinde kazı aletleri ile okulun izbe bir köşesinde ayakta dikilip eldivenlerini taktı. madem diplomasını vermeyeceklerdi, gidip kendisi alacaktı. sabaha kadar tünel güzergahını, çökmemesi için gerekli payandaların teknik özelliklerini, aydınlatmayla havalandırmaya dair detayları çözmüş, sabah ezanı ile birlikte tüm planı aklına kazıyıp krokileri ve hesapları yakmıştı. beyninin kıvrımlarındaydı tüm şema, bu şemanın ucunda da üzerinde "mimarlık yapmaya hak kazanmıştır" yazılı yaldızlı bir kağıt. halis el yazısından, bir hattatın elinden çıkmışçasına muntazam.


deli gücüyle yumuşak toprağı kazmaya başladı. çıkan toprağı, ağaçların sık olduğu tarafa yevmiyesi 50 liradan tuttuğu öğrenci görünümlü bir işçiye taşıttı. oldukça hızla ilerliyordu tünel, atıl durumdaki binalardan ahşap parçalar söküyor ve bunlardan payandalar çakıyordu. birkaç küçük bağış ile elektriği de çekmişti okuldan, çok yorulunca kantinden domatesli karışık tost yahut nohutlu pilav da getirtebiliyordu. şantiye masrafları için fotoğraf makinesini satmıştı, hesaplarına göre bir hafta içinde bitecek tüneli yaklaşık yirmi kişiye kiralayabilecek ve kara bile geçebilecekti. öğrenci işlerinin acı çektirdiği huzursuz bedenler, mies tunneling co. sayesinde derhal diplomalarına kavuşacaktı.


kazdıkça kazdı, aydınlatmasıyla ve havalandırma delikleriyle gerçekten güzel bir tünel olmuştu. gece tüm ışıkları yaktığında, yıldız geçidi gibi oluyor ve olimpos gecesinde gökyüzündeki yıldızlara bakıyormuş gibi hissediyordu. diplomasına ulaşmaya az kalmıştı, yaldızlı yavrusuna kavuşacak ve evdeki duvarına asacaktı. önüne bir tane camlı masa, iki koltuk ve halis deriden sümen bulacak, yazıhaneye çevirecekti odasını. kepli bir fotoğraf da ayarlarsa, hayatının geri kalanında "mimarlık yapmaya hak kazanmıştır" yazısı önünde bekleyebilir ve hiçbir şey çizmeden ortalıkta dolaşabilirdi.

arşive ulaşmasına birkaç metre kala, iyi çakamadığı için üzerine binen yükleri taşıyamayan payanda birden parçalandı. elinde proje paftalarıyla okullarına giden iki tane güzel kız, duydukları çatırtının nereden geldiğini merak edip etraflarına şaşkın ördek gibi baktılar ama sesin nereden geldiğini çıkaramadılar. diplomasına ulaşmak için köstebek gibi yerin altından ilerleyen genç adam toprağın altında kalmıştı ve hava gittikçe azalıyordu. ölmesine değil diplomasını eline alamamasına sinirleniyor ve bir daha hiçbir hayatında okumayacağına dair yemin üzerine yemin ediyordu. bir sonraki hayatında zeytin ağacı olmayı dileyip gözlerini kapattı, her zaman ağaç olmayı dilerdi ama her seferinde talihsiz bir insan olarak dünyaya gelirdi. paratoner gibi dolaşır tüm şimşekleri üzerine çekerdi.

ölüm onu ayaklarından geriye çeken bir canavar gibi gelmişti bu sefer de, tünelin içinde birisi onu sürekli geriye çekiyordu. ölmediğini ve işçisinin tüm gücüyle onu dışarıya çıkarmak istediğini fark ettiğinde ağzı toprakla dolu olduğu halde gülümsedi. yeniden güneşi görecekti, belki de diplomasını eline alacaktı. tünelden güç bela dışarı çıktı, bulutların arasından çıkan güneş dişlerinin arası hafiften ayrık genci aydınlatıp onu kutsadı. işçisine sarıldı, ilk projesinden kazandığı parayı ona vermeye karar verip sırt çantasından temiz giysileri çıkardı. tünel ile olacak iş değildi, yıllarca beklemesi gerekse bile bekleyecek ve insan gibi alacaktı diplomasını. gerçi birkaç imza demişlerdi, bir haftaya biteceğini de eklemişlerdi. tüneli kazmaya başladığından beri geçen sürenin beş hafta olduğunu ve diplomasının çoktan hazırlanmış olabileceğini düşündü.

arşive gidip gerekli evrakları tamamladı. öğrenci kimliğini teslim edip mezunlar derneğinden kartını aldı. kemik gözlüklü adam raflara gidip elinde kocaman bir zarfla geri döndüğünde, dişlerinin arasında toprak kalmış genç bunca eziyeti boşa çektiğini düşünüp adamın kendisine uzanan elini öpmek istedi. sonunda diplomasını almıştı fakat tüm parasını tünele verdiğinden bira içecek parası dahi kalmamıştı. okuldan çıkıp eski günlerdeki gibi serencebey parkı'ndan aşağıya vurdu kendini. tünelin ne zaman ortaya çıkacağını merak etti, belki tünelin sahibi olarak bir röportaj bile verebilir ve artık eskimiş diplomasıyla fotoğraf makinelerine yeni yaptırdığı arası boşluksuz porselen dişleriyle gülümseyebilirdi.




sesli harfler ve depremler

"iieeaa ooouuuoo"

sadece sesli harf satan tuhaf bir satıcı, yaklaşık yarım saattir ofisin önünde durup bağırıyor. hava güneşli fakat bir yandan da serin serin estiğinden, dünyanın sonunu getirecek klimaları çalıştırmadık. biraz esse odamdaki klimayı kapatıyor ve tasarruf yaptığımı zannediyorum, sonra patronun odasına bir giriyorum ki pencereler ve klima açık. hem serin olsun hem de taze hava girsin hesabı. o zaman yapmaya çalıştığım tasarruf, anlamsız bir tebessüme dönüşüyor. bir çekirdeğin kabuğunu dahi yere atmazken, iki buçuk litre kolayı getirip de boş şişesini geri götürmekten aciz dallamalarla aynı gezegende yaşadığımı fark ettiğim zamanın bir benzerini yaşıyorum. elektrik faturasını ödeyen ben değilim, bana giren çıkan ne? şehir hayatında, dev tekerli ciplerin deposunu da dolduran ben değilim, beni alakadar eden nedir peki? lüks hayatın, hem parası olanı hem de olmayanı aptallaştırdığı insanların arasında yalnızlık çektiğim doğru fakat neylersin? paran kadar adam olduğun bir yüzyılda, hava hafiften esse kapattığın klimayla kimi kurtarabilirsin?

bugün 28 haziran 2011 salı, 28 yılımı tamamlamama pek bir şey kalmadı. bundan 13 sene evvel nerede olduğumu düşünüyorum da, bir felaketten sağ çıkmış olmanın durgun mutluluğu rüzgarla birlikte odama doluyor. 27 haziran 1998 adana depreminde, ayakkabımı bağlamak için biraz duraklamasam, şu anda yıkılan bir apartmanın altında kaldığı için ölen ve toprak altındaki 13. senesini kutlayan bir insan olacaktım. yaşama tutunmak bazen bir bağcıkla olabiliyor; bazen de tüm doktorlar ve servetler seferber olsa bile gidiyorsun. beni kurtaran bir bağcık, belki de o bağcığı çözen tanrıydı. zinedine zidane'ın finaldeki gollerini bile göremeyecektim diyorum, sen anla artık nasıl bir trajediden sağ çıktım.

tabii evler hasar görünce, bahçelerde yatmak farz oldu. hava sıcak, herkes dışarıda, insanlar bir yerlere kaçmaya çalışıyor. yiyecek sıkıntısı olduğundan, ekmeğin fiyatı üçe dörde katlanıyor. yardım araçlarının dar sokaklara giremediğini falan duyuyorum ama bir portakal ağacının gölgesinde, pek kimseyle uğraşmadan şeker portakalı okuyorum. ne güzel bir kitap. tek derdim, hayatta kaldığıma emin olduktan sonra dünya kupası maçlarını izleyememek oluyor. sadece radyodan dinleyebiliyorum. fransa paraguay maçı, kaleci chilavert, blanc, trezeguet. zidane yok, djorkaeff var. uzatmalarda gelen golden sonra kitabıma geri dönüyor ve zeze'nin hayatından devam ediyorum. tuhaf şekilde örtüşüyor hayatlarımız. piknik tüplerinde yemek yapıyorlar, insanlar sinirli ve perişan gözüküyor. bahçede yatmak istemeyen yaşlılar, ölürsem evimde öleyim diyerek evlere dönmeye başlıyor. artçı sarsıntılar bir yandan devam ederken, fransa'da grup maçları bitiyor ve çeyrek finaller başlıyor. finali nerede izleyeceğimi bilmiyorum.

şimdi dönüp bakınca, turnuvasız geçen bir yaz mevsiminin ne kadar anlamsız olduğunu görüyorum. televizyonlar ölü, internet ise her zamanki gibi. pek yazı yazmak istemiyorum fakat yine de el alışkanlığı, ne yazacağımı planlamadan bir şeyler karalıyorum. bu beni oyalıyor, akşamları da dizi izliyorum. artık bir dizi müptelasıyım diyebilirim, dün gece yarısı shameless'a hayvanlar gibi gülüyordum yine; sezonun bitmesine beş bölüm kaldı ve ondan sonra bir sürü daha dizi izleyeceğim. bugün transformers special night yapıp, yarın da sinemaya gitmeyi düşünüyorum. ne kadar reklam çıkarsa çıksın, mısırı hışırdatıp telefonla mesaj yazan kıptiler de gelsin etrafımda otursun fakat; sinemaya gitmeyi özledim. ilkini beğendiğim kung fu panda'nın devamı da gelmiş, nerede izlemiştik kanyon cinebonus'ta mı? yalnız mıydık? değildik. geçmiş günler izleriyle birlikte bugünümü etkiliyor. bir koltukta oturup, pencereden geçmişi seyrediyorum. karşılıklı açınca cereyan yapıyor, hayatta kaldığımı kendime hatırlatıyorum.


27 Haziran 2011 Pazartesi

duruyor zaman

uzak bir geleceğin, geçmişi çok az gören kıyısında bir süredir oturuyorum. yaşadığım anlar ve şimdiki zamanlarım, sanki çok önceden tamamladığım günlerden aklımda kalan küçük hatıralar. şu yaşadığım anın, gerçek zamanlı olduğunu bir türlü kabullenemiyorum; ya önceki halimin bir düşü ya da gelecekteki bir günün geriye dönük bir bakışı, bir esintisi. cereyan yapsın diye açtığım pencereler, rüzgarı eve davet ediyor. hayatımda ilk defa yaptığım napoliten soslu makarnanın verdiği tokluğun mutluluğundan bahsetmek isterdim, behzat ç.'nin sezon finali olmasaydı. willy ile geçen eğlenceli günlerden ve mantarla tavuk ısrarımızdan, tabaktaki tek parça tavuk için girdiğimiz iddiadan, içilen biraların dünya ekonomisine katkısından, kumdan heykellerden ve paramızla rezil olduğumuz şahane anlardan dem vurmak da mümkün olurdu eğer bir mezarlıkta bitmeseydi dizi, behzat yıkılmasaydı bir mermer kaidenin kenarına. 

diziyi öğlene doğru izlemeye başladım, son yirmi dakikasında işten izin alıp eve bir poşet birayla gitmeyi düşündüm. evet film icabıydı bunlar, olmayınca bir daha çekiyorlardı, bir kahve arası veriyorlardı belki, şimşekten çıkan ışık bile setteki bir cihaz yardımıyla oluyordu. kamera arkası görüntüleri de vardı, belki replikler dile dolanınca gülüyorlardı. bunlar beni ilgilendirmiyor, son yirmi dakikasında ofisin koltuğunda küçüldükçe küçüldüm. sette yağan yağmur, pencereden içeri girdi ve odamı doldurmaya başladı. bir mezar taşını aydınlatan şimşek, günlük güneşlik antalya'da bile çaktı, gözlerimi aldı. erdal beşikçioğlu'nun daha önce benzerine rastlamadığım oyunculuğu beni ve benden geriye kalanı iptal etti. pazartesi sabahı mıydı bugün, 2011'de miydik? her şeyi unutarak eve kendimi zor attım. pilli bebek'in şarkısı "duruyor zaman", melancholy man'in üzerine gelince de ayakta durmak zor oldu. çift kişilik yatağıma tek başıma uzandım, tepemde tavan mı vardı yoksa toprak mı bilemedim. yaşam mı vardı elimde, yoksa her gün biraz daha ölen herhangi bir insan mıydım? film icabıydı onlar, gerçek değildi. 

gerçekti, benden ve benim hayatımdan çok daha gerçekti. bir mermer kaidenin kenarına yığılırken behzat, ben de bir yatağa yığılmıştım. iki pencere de açıktı fakat cereyan yapmıyordu. yaprak kımıldamıyordu, zaman bir pazartesinin öğleden sonrasında kendisine ve kendisinden geriye kalan her şeye meydan okurcasına duruyordu.


when all the stars are falling down

tüm duvarları notalardan yapılmış bir odada kafamı sağa sola vuruyorum bir süredir; melancholy man, rajaz'ın vaktiyle yaptığını bir kez daha yapıyor. şarkıyı dinlemediğim zaman uğultularıyla uğraşıyor, nereye gidersem gideyim de notadan basamakları yanımda götürüyorum; ya yukarı çıkıyor ya da aşağı iniyorum. bir escher tablosundayım sanki, basamaklardan indikçe başladığım noktaya yaklaşıyorum. üç boyutun pek işlemediği bir yüzyıldayım, neresi önüm arkam bilmiyorum.

bu şarkıyı bulunduğu albümün diğer şarkılarından ayıran şey, tanrısal bir ilhamın göz ardı edilemez dokunuşları. rajaz, old and wise ve comfortably numb'da da aynı şeyler vardı; albümlerdeki diğer şarkılar güzelken, bunlar tamamen vahiyle müzisyenlerine inmiş ayetler gibiydi. cebrail şarkıyı sırtında taşıyıp yeryüzüne inmeden önce, israfil, melodisini defalarca yüksek tavanlı salonlarda çalmıştı. tanrısal bir ışığın vitraylı camlardan geçip uzun koridoru aydınlattığı anda bestelenen melancholy man, doğru insana doğru zamanda tebliğ ile, 60'ların sonunda the moody blues'a gönderilmişti. şarkı indikten yaklaşık yarım yüzyıl sonra da, beni bir yaz akşamında buldu. başka bir zamanda da karşılaşmış ve birbirimizin yanından geçmişizdir belki ama buluşmak bir haziran akşamına denk geldi. o zamandan beri de iflah olmadım zaten. şarkıyı yanımda götürecek güzergahların üzerine düşünüyorum, nereye çok yakışırdı? nerenin yıldızı, hangi galaksinin köşesi? hangi köprünün üstü ya da altı, hangi binanın önü? mekan dağarcığımı hızlıca tarıyor ve bir sonuca ulaşmaya çalışıyorum. hangi manastır, hangi gün? 

şarkıya bir şekilde girdim ve şimdi çıkamıyorum. sol anahtarıyla kapıyı açtıktan sonra, onu bir kuyuya fırlatmışım gibi. anahtarın çarpma sesi bile duyulmadı, hala düşüyor. kim gibi düşüyor peki? neydi o kızın adı? deborah mıydı yr krallığının içinde dolaşan ve gerçekle-hayal arasındaki ince çizginin üzerinde gözü kapalı yürüyen. bu şarkıda, geri kalan onbinlercesinde olmayan şey nedir de beni duyduğum andan beri zamanın taş duvarlarına mıhladı. bir kere daha başa alıyorum şarkıyı, bir sürü soru da kendiliğinden geliyor.

"his life caught up in misery, he doesn't think like you and me"


24 Haziran 2011 Cuma

hayallerden vazgeçerken

hayallerimin limiti, mevcut gerçeklerin çorak topraklarında sonsuzdan sıfıra yaklaşıyor. on sene önceki hayallerim ile şimdiki durumun grafiklerini üst üste çakıştırsam, hayal barajlarımdaki doluluk oranının her geçen gün azaldığını dehşetle fark ederdim. çocukken astronot bile olabilecekmişim gibi gelirken, şimdiki hayalim hiç olmak. birdenbire toz olmak, ardımda iz bırakmadan kaçıp gitmek. sporcu olup bir çocuğun odasına poster olma hayalimin üzerine kürek kürek toprak attım, kalabalıkların karşısına çıkıp gitar çalabilmek de yok. zaten sesim de pek iyi değildi, zaten bir takımın altyapısına girmek için de çok geç kalmıştım. zatenlerim ceplerimden taşıyordu, karnımı deşip içeriden çıkıyordu. hep böyle olunca, değiştirmek yerine damarlarıma zaten şırıngası sapladım, olma ihtimali olan şeyleri bile gözümü kırpmadan boğdum. hayal ettiklerimin yarısı için uğraşsaydım, uğraştıklarımın çeyreği gerçek olsaydı şu anda resmim "dünyanın en mutlu insanı" diye banknotların arka yüzüne basılırdı. kendimi gerçekleştirmiş olmanın nefis rüzgarına bırakırdım ruhumu, piramitin en tepesinden atlardım. 


hayallerimi izleseydim şu an tepesinde olacağım hayat piramitinin, en alt basamağında aylardır olduğu gibi tırnaklarımla bir üst basamağa çıkmaya çalışıyorum. tam çıkacak gibi olurken arkamdan bir el yakalıyor, ilk basamağa geri indiriyor beni. tam düzeltecek gibi oluyorum hayatımdaki tüm parametreleri, kara kuru bir el gelip de tüm denklemlerimi karalıyor. eşitliklerimi bozuyor. barınma ve beslenmeden mütevellit ilk basamakta saplanıp kalırsam da, hayallerime verecek ne zamanım kalıyor ne de gücüm. işin kötüsü, tam üst basamağa çıkacakken beni tutan elin sahibini biliyorum. eşitliklerimin yazdığı cevap kağıdını parçalayan elin sahibiyle aynı kişi: ben. beni benden başka yavaşlatan yok, hayallerimin gerçekleşmesine engel olan daha azılı bir düşmanım da yok. bu entryi de, tüm sıkıcılığı ve gerçekliğiyle o elin sahibi yazıyor... 

hayal kuran çocuk, içeride magazin programı izleyip beynini köreltmeye çalışıyor. haftaiçi her akşam izlemesine rağmen mide bulantısını bastırabilmiş değil şimdilik ama sike sike alışacak. alışmak zorunda, diğer türlü yaşayamayacağını biliyor. çeşme'deki ünlülerin hiç duymadığı sırları için reklamların bitmesini bekliyor, sabaha kadar süren eğlencelerin özet görüntülerini ve ünlülerin polemiklerini bir an önce izlemek istiyor. cumartesi çalıştığı için hep şikayet ederken, uzun zaman sonra çalışmadığı bu cumartesi gününde, parasızlıktan akşama kadar evde oturmasını bir bardak kola ile kutluyor. patronunun tatilden dönmeyip iki gün daha kalması sebebiyle alamadığı maaşının yasını tutuyor. maaşla beslenen bir tür çürükçüle dönüşmesinin ruhunda yarattığı çatlakları magazin harcıyla kapatmaya çalışıyor. paranın zerresine önem vermezken, içinde bulunduğu durumun sadece para odaklı oluşundan dolayı kendisinden nefret ediyor. ara sıra onun için üzülsem de, hayatta kazanmasının mümkünatı yok. kafasını değiştirmeli. hayatının sonuna kadar yaz akşamları köhne bir köşede pineklerken, doğru adımı atan insanların mavi turlarda, güzel denizlerde günlerini geçireceğini anlamalı artık. oyunu kuralına göre oynamalı, ayak uydurmalı. konuşmaktan bile nefret ettiği yarrak gibi adamlar bir deniz kenarında rakılarını hayata kaldırırken, zamanla tüm hayallerini bırakacağını ve üç kuruş para için günler boyunca aynı yere gitmek zorunda kalacağını kafasına sokmalı. hayat, kişilikle değil ekseriyetle cepteki parayla güzelleşiyor. bir şişe rakı ve mezelerden mütevellit tepsi hayalgücünün zenginliğiyle değil, banknotların bolluğuyla geliyor. bunu beyin kıvrımlarına işleyene kadar, hayatındaki her şeyi bozacağım. kara kuru diye bahsettiği el, gençliğinin özgür günlerini televizyon karşısında bir gerizekalı gibi geçirmesine engel olacak. beklemekle olmadığını ve değişmesini gerektiğini şimdiye kadar anlaması lazımdı ama gerçeklere karşı pek vurdumduymaz, çoğu zaman su katılmamış bir salak olduğunu düşünüyorum. birçok şeyi değiştirmek istiyor ama gücü yok. gücünün olup olmadığını bile bilmiyor.

magazin programı izlerken uzayan reklamlar canımı sıkınca, içerideki minderden kalkıp bilgisayarın başına geçtim. bütün bu olanları yazmak ve nereden bakarsam bakayım değişmeyen vaziyeti, bir kere daha kelimelerle çizmek istemiyordum. ama zaten bir sürü şey, ben içeride serdar ortaç'ın görkemli aşk hayatını izlerken yazılmıştı. kimin yazdığını bilmesem de tahmin ediyordum, kara kuru elin işiydi bu. içimdeki hayalperest şövalyenin en büyük düşmanı; gerçek hayatın yılmaz savunucusu. yazdıklarını okuyunca o kadar da haksız olmadığını gördüm ama girişken yahut kurnaz bir insan değildim. bilakis kurnaz ve fırsatçı insanlardan nefret eder, onlara baktığımda ellerini ovuşturan dev bir karasinek görürdüm. tek isteğim bir köşede hayal kurup bir şeyler karalamak ve yıldızlara bakmaktı. para kazanma hırsı, her zaman daha fazlasını kazanmak gerektiğini de getirecek ve aklımı esir alacaktı. pahalı kıyafetler, araba ve ayakkabılar derken, kendimi hırstan ağzı köpürmüş bir insan olarak bulacaktım. dünya sahnesinde bir tek olsun insan var mıdır "ben yeterince kazandım, artık kafa dinleyeceğim" diyen? ölümün koyu gölgesini hissedince çekilirler de ibadet ile tanrıyı oyalarlar en fazla. ben ne tanrıyı oyalamak ne de daha fazla kazanmak istiyorum. ama istediğim durgunlukta bir hayatın da bedeli var. o bedeli de şu anki halimi değiştirsem ödeyebileceğim. bazen tüm bilinmeyenler aynı denkleme geliyor. kurşun kalemimi kemiriyorum çaresizlikle. hayallerimin gerçek olmadığını görünce, hayal musluklarını kısıyorum. hayal kırıklıklarım kapanmıyor diğer türlü. isimsiz coğrafyaların sessiz gezgini olma hayalimin üzerine çarpı atıyor ve "kim kimle nerede" izliyorum. iğrenç dış sese katlanıyor, kendimi terk ediyorum.

belki de en acısı, benim hayal diye kurduğum şeylerin başkasının sıradan gerçeği olması. bir ömür boyu uğraşarak edineceğim spesifikasyonların, halihazırda başkasının standardı olması. böyle olunca da canım hiçbir şey istemiyor, hele ilk harfi hayal ile başlıyorsa.

(iki sene önceden, istanbul)


adsızlara veda

ernest hemingway'in yazıp da bastırmaya fırsat bulmadan intihar ettiği ve en az silahlara veda kadar iyi olduğu söylenen kayıp romanı adsızlara veda; kimliksizliğe karşı açılmış savaşın kutsal kitabı olarak kendi türünü yarattı. adsızların hükümsüzlüğünü ispat etmeye çalışan yazar, dünya'da bir türlü azalmak bilmeyen kötü niyete ve akılsız ısrarlara daha fazla dayanamayıp 1961'de aramızdan ayrılmayı tercih ettiğinde, çalışma masasının üzerinde bu kitap vardı. 

ernest'in etrafında dolaşan adsız laneti, ondan yarım asır sonra bu sefer benim etrafımı mesken belledi. kimliksizliğin şuursuzlaştırdığı ve yalancı bir özgürlük bahşettiği birkaç adama cevap vermeye çalışmak yerine yazmak istediklerime daha fazla vakit ayırıp buna göre davrandım. istediği cevapları alamayıp, kafalarında yarattığı profile "ıssız adam" motivasyonu üzerinden daha fazla bilenen adsızların ısrarı beni yıldırdı ve adsızların yorum yapma seçeneğini ellerinden almak zorunda kaldım. benim hakkımdaki kesin düşüncelerini dost meclislerinde ya da katılıyorlarsa altın günlerinde paylaşmaları, blogun güzergahı açısından daha sağlıklı. laf ebeliği yapmayı, her şeye bir karşılık vermeye çalışmayı, lafın altında kalma-kalmama durumuyla vakit kaybetmeyi pek tercih etmiyorum.

üzgünüm adsız, üzgünüm zeytin gözlüm. istediğin zaman mail atabilir ve bir şeyler söyleyebilirsin; ama ben cesaretimle spotların altında dikilirken, karanlığın içinden salvo yapamazsın. yüzü olmayan insanların hakaret yuvasına çevirdiniz lan canım blogu. 


2013

"yüzyıl sonra burada, bu ağacın altında" 

uzun siyah saçları beline gelen güzel sevgilim hüzünlü gözlerle bunu dediğinde, ertesi gün orduya teslim olacaktım. uzun zamandır hiçbir taraftan iyi haber gelmediğinden, büyük bir savaşın patlak vereceği belliydi ve ikimiz de geri dönemeyeceğimi biliyorduk. ağacımız olan görkemli zeytin ağacının altında, önümüzde uzayıp giden lacivert denize bakıyorduk. birçok şey yarıda kalmıştı, çocuklarımız hiç olmayacaktı. beni bekleyeceğini söylemişti ama devletim için piyondan farksızken bundan sağ çıkamazdım; şahı korumak için öne sürülen önemsiz bir piyon gibi 1915'i bile göremeyecektim. çocukken kurduğum tüm hayaller, ilk gençlik yıllarımın coşkusu bir günde silinmişti. ölmeye gidiyordum, düşmanımın kim olduğunu bile bilmiyordum. bilinmez bir kurşun göğsümü delecekti, belki de mayına basacaktım. bir çukura diri diri gömülecek ya da boynumdan sızan kan tüm vücudumu kızıla boyarken azrail'e son kez bakacaktım.

son günümüzü bunları konuşarak geçirmek istemediğimden, hayatımın kadınının ellerini tuttum. yüzünün her kıvrımını ezbere bildiğim halde tekrar baktım. ölsem bile unutmayacağım şekilde aklıma kazıdım o güzel yüzü. lacivert gözleri dolmuş ve kederden rengini kaybetmişti. çıkan rüzgar ikimizi de kutsarken, bir idam mahkumunun son anlarındaki huzuru gibi bir huzur geldi içime. bu hayatta olmayacaktı belki ama birbirimiz için yaratılmış olmamız sonsuzdu. zamanın bile işleyemeyeceği, hükmünü geçiremeyeceği  iki kişiydik biz.  bundan sonraki hayatlarda birbirimizi bulmaya çalışabilir, bulana kadar vazgeçmezdik. belki 2473'te olurdu belki de daha geç. başkasını sevmek, başkasını tanımak, başkasına bakmak istemiyordum. onun için yaratılmıştım ama neden çıktığını bilmediğim bir savaş, beni zeytinliklerle dolu kasabamdan çekip alacak ve elimde tüfek ile siperde ölümü bekletecekti. 

yüzünü ezberledim, o da lacivert gözlerini benden ayırmadı. birbirimizi aramakla geçecek yüzyılları sessizce kabul etmiştik. bulana kadar yüzlerce kez toprak altına girsek bile, başkaları bize aşık olup evlenmek istese bile, bekleyecektik. belki kimsesiz, köhne odalarda, belki de hayatımızın baharında bir hastalıkla ölecektik ama güzel bir bahar akşamı birbirimizi bulduğumuzda, bu çok uzun süren özlem bitecekti. 

buna tüm kalbimizle inanırken, toscana'ya gece çökmeye, denizin üzerinden kızıl bir dolunay da yükselmeye başlamıştı. 24 haziran 1913'te o hayatta bir daha göremeyeceğim sevgilimi son kez öptüm. sonra son bir kez daha. sonsuza kadar ayrılmayacağım derken, ölüme erkenden gitmek yüreğime ağır gelmişti. 

"yüzyıl sonra burada, bu ağacın altında seni bekleyeceğim" dedi. sesindeki kararlılık ve tutku binlerce yıllıktı. yüzyıl sonrası hiç gelmeyecek gibi görünürken "24 haziran 2013'te burada bu ağacın altında, elimde bir demet çiçekle bekleyeceğim ve gelirsen evlenme teklif edeceğim" dedim. gözlerinde yaşlarla gülümsedi, gülümsemek kimseye bu kadar yakışmazken hemen arkamızda ay yükseliyordu. bir daha aynı sabaha bile uyanmayacaktık belki. binlerce yıl birbirimizi arayıp duracak, en sonunda sözlerimizi unutup başkalarıyla olacaktık. bunun olasılığı bile içimi yakıyordu. binlerce yıl sonraki eşini bulup öldürecek ve kadınımı tekrar kazanacak gücü hissettim içimde. aşk sonsuz bir ateş gibi içimi yakıyordu. eminim ki o da aynı şeyi yapar, beni bir şekilde bulurdu.

son gecemizi birlikte geçirmemizin üzerinden doksan sekiz sene geçmiş bile. daha dün gibi oysa zeytin ağacının altındaki öpüşmelerimiz. şu anda nerede olduğunu bilmiyorum, onu bulurum diye sokaklarda yürüyor uzun saçlı kızların yüzlerine bakıyorum. belki saçlarını kestirmiştir, belki kızıla boyatmıştır. ben 1916'nın kasımında ölürken, o 1970'lerin ortasına kadar yaşamıştır belki. melancholy man dinleyip beni ve ayrı geçirdiğimiz atmış seneyi düşündükten sonra gözlerini kapamıştır. lacivert gözleri bir gün bile aklımdan çıkmadı. ilk buluşmamıza iki sene kaldı, günleri sayıyorum. acaba kaç yaşında? onu son gördüğümde 25 yaşındaydı, acaba sözünden vazgeçip başkasıyla mı evlendi? sonsuz olasılıklar, her gün içimi kemirip dururken, işe odaklanamıyorum. başka kimseyi sevemiyorum, kısa süreli birlikteliklerimde hep onu arıyorum. öpüşürken gözlerimi kapatıp; 1913 baharını, dolunay gecesini düşünüyorum. binlerce yıllık bir oyunun ilk randevusuna, motorsikletim ile gideceğim. 2013 baharında yollara düşüp, 24 haziran günü orada olacağım. neresi olduğunu çok iyi biliyorum, ağaç her gün rüyama giriyor. akşama kadar elimde bir demet kır çiçeği, cebimde bir yüzük bekleyeceğim. o akşam gelmezse, yüzyıllık oyunun ilk bölümünü kaybettiğimi kabul edip bir şişe şarap açacağım. diğer 24 haziran için bir yüzyıl daha oyalanacağım. türlü işlere girip, türlü badireler atlatacağım. belki de beklemek yerine, tüm dünyada onu arayıp; lacivert gözlerini bulmak için gerekirse dünyadaki tüm kapıları çalacağım.

ve inanıyorum ki bir bahar akşamı çıkacak karşıma. "seni özledim" deyip sarılacak. unutuvereceğim yüzlerce yıllık hasreti. uzun saçlarını koklarken, derin denizler gibi gözlerinde kaybolacağım.


melancholy man

incir reçeli ile başlayan gece, sezai paracıkoğlu'nun karakteristik sesinden şarkılarla devam etti ve gece yarısına az kala kaybedenler kulübünün film müzikleri ile bitmeye yaklaşıyor. melancholy man şarkısındaki soyut basamaklardan teker teker iniyorum. ben indikçe dünya etrafımda yükseliyor, etrafımı çevreleyen taş duvarlar biraz daha kalınlaşıyor. dünya etrafıma yığılıyor adeta. the moody blues ve büyülü yetmişlerden sonra can göksun'un sesinde bir kez daha hayat bulan bu şarkı üzerimi ve göz kapaklarımı örtüyor, uyumak istemesem de uyku bastırıyor. kimliksiz geçen günlerimi pek hatırlamaz ve haziran boyunca ne yaptığımı pek bilmezken; yaşamadığım dönemlerin, bir konser anını, uzun saçlı ve sakallı adamların sahnedeki duruşlarını düşünüyorum.

gece yarısını geçtik ve en uzun gündüzden bir gün daha uzaklaştık. güneş biraz daha erken batmaya başlayacak ve ben, hangi yarıkürede olduğumu umursamadan içtikçe kendime geleceğim. bir sonraki şişenin promosyonlu kapağında belki "tebrikler kendinizi buldunuz" yazacak belki de "tekrar deneyiniz". hiçbir birayı,son birammış gibi içmediğimden umudumu koruyorum. bir bira daha her zaman vardır benim evrenimde.

kendimi bırakıp on sene öncesinden çıkar ve herkes yattıktan sonra defterime bir şeyler karaladığım 2001 yazından bahsedebilirdim belki ama şarkı felaket çarptı, bir de içerek bakmak lazım. dün ve yarın içince, bugünü nadasa bırakmak gerekti. dün ve yarından sonra içince, bugün hiçbir surette bira dolabıyla karşılaşmamam gerekti. nasıl mı bu kadar eminim? willy geliyor. gel dediğinde gelmeyen, git dediğinde gitmeyen; ben ne dersem tersini yapan bu çılgın kral yarın akşam saatlerinde burada olacak ve içmeye başlayacağız. ben içmekten bıktığımda etrafımda willy olmayacak, en yakın markete sigara ve birer bira daha almaya gitmiş olacak. ankara'da bayılana kadar içtikten sonra taksiye atlayıp onun bir arkadaşının evine giderken, benzin istasyonunda birer bira daha alan ben değildim. ağustosun sonlarında bir gündü, birkaç gün önce antakya'nın çok sıcağında, bir evin üst katındaki yer yatağında pes oynayıp bira içerken, sonra kendimizi ankara'da, sakarya'nın barlarından birinde bulmuş ve içmeye devam etmiştik. 

şarkıyı defalarca başa sarıyorum, indikçe ardımda ve önümdeki basamakların sayısı artıyor. melancholy man bana yakışıyor, üzerime oturuyor. kafam öne düşüyor. bir ahşap masanın üzerinde, beyaz bir ekranın karşısında zamansız adımlarla öylesine dolaşıyorum. hangi yılda olduğumu biliyorum fakat hangi andayım? onu bilmiyorum.


23 Haziran 2011 Perşembe

back again

çıralı'dan başlayıp olimpos'ta biten ve her gittiğimde yeni bir şey keşfettiğim, kendi içimde bir patika daha bulduğum kutsal topraklara bir kez daha gitmenin, hem de willy the king ile gitmenin vakti. yarın burada olacak, ben de kralın sağ eli gibi yanında dolaşacağım. esen bir boğazda sarhoş olmak için hava yeterince sıcak, bir kayanın tepesinden denize atlamak için de yeterince durağan geçti günler. şenlikler başlasın.






22 Haziran 2011 Çarşamba

drink drunk

biraz fazla mı içtik esteban?

what was everything?

kırmızıya girersem siyahtan çıkarım; hazır içmişken dibini görürüm. kırmızımın o başkasına benzemez tadını damağımda dolaştırıp seçici geçirgen hücre zarından içeri, golgi aygıtının yanından çekirdeğe yollarken black dinlerim. öyle bir dinlemek ki, denetmenler black içtiğimi zanneder ama ben the red'ten başkasını koklamam. pearl jam'in black'i kulaklarımdan içeriye dökülüp, çekiç-örs ve üzengi kemiklerimin yanından geçtikten sonra ben de kendimden geçerim. müzik, bana kendimi verir. olduğum ve olmak istediğim insan arasındaki kesif uzaklığı sıfıra indirger. 

tuhaf günler yaşadığım doğru fakat yine de buzlukta bir süre yaşadıktan sonra öğlen saatlerinde tezgahın üzerinde çözülmeye bıraktığım patlıcan tava temelli bir yemek beni rahatlatıyor. eğer sızmazsam acıkacağım ve mikrodalga fırının tahmin edilemez sinsiliğine bir tabak yemek koyacağm. sızarsam da canım sağolsun, uyanınca kaşar eritirim bir ekmeğin üzerinde. işe her zamanki gibi on dakika geç gider, gider gitmez power düğmesine basar ve akşama kadar beklerim.

bir mimarın 21. yüzyıldaki günlüğünden bahsedersem: iş yok amk. akşama kadar tuhaf şeylerle uğraşıyorum, araba modellemeye devam edip bir yandan da scrabble oynuyorum. bugün yaklaşık yirmi galibiyetlik bir seri yakalayıp kazanma yüzdemi yüzde elliye çıkardım. odaklanıp sinirlendiğim zaman en güçlüleri bile yenebiliyorum fakat her zaman odaklanamıyorum, bazen henüz közlenmiş bir patlıcan gibi davrandığım doğru. daktilo gibi ses çıkaran klavyemi ve badilerimi seviyorum.

badilerim: artık yazmayan, şimdiye kadar yazdıklarını ise ne yazık ki hunharca silen şahane insanlar. diyecek bir şeyim yok, sourtimes bu sefer leoparın kuyruğunu tuttu gibi. zamanda yolculuk mümkün olsa bundan on sene öncesine giderdim fakat o da olmuyor bir türlü. zamanda yolculuğu bırak, calrose ile baldo pirinç arasındaki farkı anlayamadığım için migros'tan elimde sadece biralarla çıkıyorum.

baldo, pilav için daha uygundu sanırım. tipi güzeldi, kadirşinastı ve benim kadar saçmalamıyordu. uzun geceler boyunca pilav yapmak ve suyunu çekmesini beklemek isterdim fakat günlerim sayılı biliyorsun. azalıyorum, yarılanıyorum ve yok oluyorum.

haberin yok. ölüyorum



biraya devam

gün boyu planladığım gibi migros'a gittim, hiçbir şeyle oyalanmadan içki reyonuna odaklandım, rafların karşısına geçip şişelere baktım ve onbeş kağıttan aşağıya ciğer sökecek bir şeyler bulamayınca, blogun bana verdiği yetkiye dayanarak on kağıda dört tane gold kapıp çıktım. sor bana pişman mıyım? değilim. pişman olmaya başlasam ilk yirmiye bile girmezdi bu omurgasızlığım, peki neler girerdi? neyden ölümüne pişmansın?

büyük kararlar alıp büyük bedeller ödemediğim için, bunların olası pişmanlıkları da para üstü gibi, bim'den 3.95'e aldığım süzme yoğurt gibi kalıyor. bir hatayı unutmam bir günümü, tekrarlamam ise yaklaşık bir haftamı alıyor. yoğunluğu azaltılmış bir hayatın içinde dönüp duruyor, beynimin o anki kimyasal reaksiyonlarına göre bundan zevk alıyor ya da nefret ediyorum. uzun cümleler kurmayı ve sağa sola virgül serpiştirmeyi seviyorum, bir yerlerden doğrusunu öğrenmek yerine deneme yanılma metoduyla bir şeyler yapmaya çalışıyorum. cümle kurulumu nasıl olmalı, kolonya içerken kör olan özne nereye gelmeli, gizlenmeli mi? bunlar gün içinde aklıma gelen küçük detaylar. aslında değil, sadece eve geleli pek olmamasına rağmen üçüncü biranın yarısına vardığım için aşırı bir rahatlık ve hızlanan parmakların getirisi bu. keşke çalışırken içebilseydim ya da içerken çalışabilseydim. keşke, şu keşkelerimi eritip dev bir heykelimi oturduğum sitenin girişine yaptırabilseydim fakat her zaman istediğimiz olmuyor değil mi?

neyse, uzak bir satranç tahtasının şahı gören bir köşesinde kafama şişeyi dikmekten hoşlanıyorum. bu bana mızrakla dolaşan gözcülerin gücünü ve karanlığın bilinmezliğini, anlamsız cümlelerin şiirselliğe kaçan tesadüflerini veriyor. daha otuzunda bile olmadan, ellili yaşlarımı düşünüyor ve ara sıra ak sakallı o adamı görüyorum. gözlerinin kenarındaki kırışıklıkları bilmem de alnındaki iz, bana onun, ta kendim olduğunu söylüyor da bakalım o kadar yaşamayı başarabilecek miyim? 

üç paragraf ardımda kaldı, üçünde de ne anlattığımı bilmiyorum fakat hepsinin soruyla bitmesi küçük çaplı bir mucize sanki. okuyucuyu, yani seni, bu küçük serüvene dahil edebilir ve birkaç bira almak için kışkırtabilirsem ne mutlu bana. bugün güzel bir gün hem, bira almak için de yeterince sıcak. belki üç biradan sonra seninle, orion takımyıldızına bakan başka bir yıldızın köşesinde buluşuruz elimizde torba torba biralarla ha? biralar ılımasın diye ışık hızını aşan bir ivedilikle gelmiş oluruz bir başka yerkürede. her taraf sessiz, etrafımızı kraterler çevreler. kafamız iyi, sıhhatimiz yerinde olur. belki soğuk bir gezegene düşeriz, biraların ılımasını dert etmek yerine biraz ısınmaya çalışır ve birbirimize sarılırız ha?

dört paragrafı da soruyla bitirmek bana fazla geldi, biralar ise ve 22 gün önce aldığım maaş yetmeyecek gibi. son hafta parasızımdır bilirsin, yalnız bunun için sev beni.





wednesday cohen

müzik bağımlılığımı tam kontrol altına almış, hatta yok etmek için mustafa sandal'dan onun arabası var'ı bile ardı sıra dinlemişken; öğlen saatlerinde dingin bir ses, eve girip marketten aldıklarımı tezgaha bırakırken beni kıskıvrak yakaladı. leonard cohen içeriden famous blue raincoat'u söyleyerek çıktı. kolayı dolaba koydu, zoru kendine sakladı. saklama kabının içindeki yaprak sarmalarının bir kısmını porselen tabağa dizdi, ekmeği poşetten çıkardı ve akşama şarap içelim dedi. tamam dedim, içelim. içtikçe güzelleşsin hayatımız, yalnız başınalığımızı kutlayalım bir çarşambanın, perşembeye yanaşan güvertesinde. eve girer girmez açtığım iki pencerenin oluşturduğu cereyanın ortasında duran bu yaşlı adam yavaşça silinip giderken, yapraklar da, hafiften ısınmıştı. süzme yoğurduğunu bir tabağa yayıp, bir bardak da kola doldurdum. dışarısı sıcak ve tenhaydı, çocuklar akşam saatlerini bekliyordu oyunlara başlamak için. yaz tatilinin ilk haftasındaydılar, son pazara daha vardı.

akşama migros'a uğramalıydım artık, loş ışığın duvarları belli belirsiz aydınlattığı bir zamana çapamı indirmeli ve orada biraz durmalıydım. yaşlı adam geri gelmeli ve mırıldanır gibi şarkılar söylemeliydi. merkezinde şarap olan bir gezegen olmalıydım bu akşam. bir çarşambayı daha sessiz sedasız, duvara bakan gözlerle uğurlamalıydım. bir perşembe daha gelmeliydi her perşembe olduğu gibi, hafta sonunun yaklaştığını ve az kaldığını söylemeliydi gözlerim kapalıyken. öperek uyandırmasın, temas etmesin. yüzümde dudak ya da nefes istemiyorum, dudağımın üzerinde kuruyan şarap yeter bana. şarap içtiğim yerlere gönderdiğim ruhumun, rüyama getirdikleri yeter.

neydi tekirdağı'ın güzelköy'ü müydü, manastırın yıkık duvarında sonlanan asma bahçeleri olan? nevşehir'in ortahisar'ı mıydı yoksa bir gün batışına daha kadeh kaldırdığım. bir yurt odası mıydı penceresi istiklal'e bakan? yoksa şirince miydi willy ile birkaç şişe alıp daha öğlen demeden, bir ağacın altında içmeye başladığımız? geçmiş eriyip birbirine karışıyor; toprağın içindekiler nasıl üzüme, oradan da şaraba geçiyorsa, geçmiş günlerim de bu yazıya dönüşüyor.

leonard cohen, bu gece şarap içelim diyor. içelim o zaman.