10 Haziran 2011 Cuma

iki gün, iki ay


5 nisan 2011...

oldukça yorucu geçen bir günün ve birkaç saatlik rötarın ardından bindiğim uçakta, hostesler panik anında ne yapacağımızı el kol hareketleriyle anlatmaya başlamadan uyumuş kalmışım. gözlerimi tekrar açtığımda inişe az kalmıştı. sonsuz bir karanlığın kenarına serpiştirilmiş ışıklar, deniz kenarındaki antalya'nın üzerinde uçtuğumuzu söylüyordu. kule, bizi kemer tarafına yönlendirmiş ve havada biraz dolaşmamızı istemişti belli ki. geçen sene tatile gelirken de böyle olmuş ve iniş sırası için biraz daha dolaşmıştık.

uçaktan indim, hafif serin bir akşam olduğundan çantamdaki mor fuları çıkarıp boynuma sardım. valizim genelde en son gelirken, bu sefer ilk üçe girmişti. demek ki şanslı günümdeydim. almanya'da yorucu geçen günlerden sonra sonunda türkiye'ye varmıştım, bir süre daha burada kalacak ve hayatıma yeni bir yol çizecektim. uçakta uyumama rağmen hala yorgundum ve beni şehir merkezine götürecek otobüse kendimi zor attım.

...
günler uzamaya başlamıştı. işten çıktıktan sonra otele dönmek yerine biraz dışarılarda dolaşmak istiyor ve gün boyu oturduğum için kemikleşen boynumu rahatlatmak için yürüyordum. iki hafta önce gördüğüm adidas superstar lto'yu almak için şehrin öte yanındaki outlet mağazasına gitmeye karar verdim. otobüs beş dakika içinde gelirse mağazaya gidecek, beş dakika içinde gelmezse de bira alıp otele dönecektim. akşama şampiyonlar ligi çeyrek finali de vardı hem, güzel bir gün olabilirdi. otobüs üçüncü dakikada gelince bira almayı başka bir güne erteledim. yaklaşık yarım saat sonra outlet mağazasında ayakkabılara bakıyor ve "may the force be with you" yazan beyaz süperstarı alıp almamak üzerine kararsızlık fırtınaları koparıyordum. almak için geldiğim siyah üzerine beyaz çizgililer beni bekliyordu fakat star wars temalı bu ayakkabı da şahaneydi. siyah üzerine karar kıldım, beyaz fazla beyazdı. yeni aldığım kredi kartımla üç taksite böldürüp öyle çıktım. her alışveriş merkezinin yaptığı gibi, havaalanının karşısındaki deepo da beni yormuş ve mahvetmişti. otobüs durağına yürürken bir daha avmlere gelmemek üzerine tanıdık bir yemin ettim. içimden yirmiye kadar saydım ve dolu bir otobüs geldi. arkalarda boş yer bulurum umuduyla ilerledim. ayaklarım sızlıyordu, döşemeden geçen kilometrelerce elektrik kablosu yine tüm enerjimi çalmıştı. karşılıklı bakan koltuklarda bir kişilik boş yer vardı, koltuğa yığıldım.

...

almanya'dan gelen kız ile bir süredir antalya'da çalışıp otelde kalan çocuk, bir otobüsün karşılıklı bakan koltuklarında ilk defa karşılaştılar. otobüs biraz sıcak olduğundan  kız fularını gevşetmiş, çocuk ise telefonunu açıp dinleyebileceği bir şarkı aramaya başlamıştı. şarkıyı bulduktan sonra telefonu cebine koydu ve kafasını kaldırmasıyla kızı görmesi bir oldu. gözlerindeki yorgunluk, dudaklarının kıvrımı ve alelade toplanmış saçlarıyla başka bir şeydi, valizini hemen koridora koymuştu ve ara sıra tedirgin bakışlarla dışarının karanlığını süzüyordu. çocuk daha fazla bakmaya çalışıp rahatsızlık vermek istememesine rağmen gözlerini ondan ayıramadı, başka bir ülkeden gelen kız çok güzeldi. içinde bir şarkının çalmaya başladığı çocuk, o sırada bir yerlerde bir yıldızın kaymış olduğuna emin bir şekilde o otobüste, karşılıklı koltuklarda karşılıklı yaşlanmayı diledi. ineceği durak yaklaşmıştı. içini kaplayan sıkıntı durak yaklaştıkça arttı ve onu yutacak kadar büyüdü, aslında abartacak bir şey yoktu. sadece güzel bir kızdı ve duraktan inip birkaç adımdan sonra yüzünü unutmaya başlayacaktı. bir sonraki sabah da yeni aldığı ayakkabılarını giyip işine giderken kızı aklına getirmeyecekti. kıza son kez baktı. onu bir daha göremeyeceğinin tamamen farkındaydı. duraktan indi ve yolun diğer tarafına geçerken yüz de silikleşmeye başladı. ilk ve son görüşte aşk bu muydu acaba?

5 haziran 2011...

dışarıya, üzerinde bira içebileceğimiz meşe fıçıların konulduğu güzel bir pazar akşamında, istanbul'dan beni görmeye gelen dostumlayım. çarşamba, perşembe geldiğim ve bolca bira içip muhabbet ettiğim yarı meyhane ayyaş'tayım. artık personelle bir göz aşinalığı oluştu ve tuborg için oraya geldiğimi biliyorlar. birkaç gün önce oraya gelen herkes yeniden gelmiş, daha gece çökmeden tüm masalar doluyor. ben de bir fıçının kenarında bira içiyor ve konuşuyorum. evlilik girdabına kapılmasına ramak kalmış ve göz göre göre ipleri başkasına vermiş kankamın son durumuna bakıyorum, yapacak hiçbir şey kalmamış gibi. saat başı telefonda konuşmasına rağmen sevgilisinde bir güven tesis edememiş sanırım. evlenirse, şahidi de ben olacakmışım. kırık pirinçten yapılma pilav seven köftehor krallar şahidim olsun ki, birisine şahitlik yapacaksam o adam bu adam olur fakat evlenmesi bana tuhaf geliyor. o sırada dışarıya dökülmüş meyhane kalabalığı biraz daha artıyor. canlı müzik yapan bir adam bir de kadın var, sesleri birbirinden güzel. yerli yabancı demeden her şarkı ruhumda eksik kalan yerleri tamamlıyor. günlerdir içiyoruz, ayıkken neler yaptığımı ve nelerden hoşlandığımı hatırlamıyorum. tuborg stokları bitiyor, ya efesle devam edeceğiz ya da kalkacağız. tuborg'tan sonra efes daha da kötü geldiğinden kalkmayı aklımdan geçirirken fıçının diğer kenarına üç kişi geliyor. bir adam, biri de yaşlı olmak üzere iki kadın. genelde içtiğim biraya bakarken kafamı kaldırıyorum ve onu görüyorum. ilk defa bir otobüsün karşılıklı koltuklarında gördükten yirmi dakika sonra, bir daha göremeyeceğimin ve onu birkaç adım sonra unutacağımın bilinciyle ayrıldığım mor fularlı kıza bakıyorum. çok mu sarhoşum acaba, bilinçaltımın bana bir oyunu mu bu? kürk mantolu madonna'mı mı arıyordum yıllardır da bu içimdeki ateş birden harlanıyor?  o olduğundan emin miyim peki, yanında valizi ve boynunda mor fuları yok. lacivert bir elbisesi ve dudaklarının kıvrımı var. gözlerine istemsiz bakarken yüzünü mıhlamışım hafızama, aradan geçen iki ay tek bir detayı bile silmemiş. günler boyu çizdiğim projeler aklımda kısa süreliğine kalıp sonra sonsuza karışırken, almanya'dan gelen bu kız durmuş en saklı köşelerde.

tuborg biterse bitsin, efes ile devam ediyorum. akşam biraz daha çöküyor antalya'ya, kaçıncı birada olduğumu bilmiyorum. kafamı ne zaman kaldırsam karşımda onu görüyorum, konuşmaya çalışsam kelimeleri kaybedeceğimi bildiğimden susuyorum. ana dilim neydi, okuma yazmam var mıydı? bu kız da nereden çıkmıştı? içimde bir şeyler yükseliyor, bir sigara yakıyorum. beyaz meşeden taburelerin üzerinde yeniden karşılaşmış olmayı dumanla kutsuyorum. sesini duyuyor ama tek bir kelime edemiyorum.

neyse ki benim kadar konuşma özürlü olmayan onur, aynı masa habitatının gereği olarak sonradan gelen üç kişiyle konuşmaya başlıyor. ben bir bira daha söylüyorum, adı aklıma gelmeyen bir filmden geçen bir şarkı içimde yükseliyor. bu o evet, başka bir ülkeden gelmek için benim otele gitmeyip uzak bir outlet mağazasına gideceğim günü bekleyen kız. annesi türk, babası almanmış sanırım. türkçesi zayıf olduğundan tömer'e gidecekmiş bir sene boyunca. iki ay önce geldiğini düşünürsek daha on ay türkçe öğrenecek. sonrada turizm işletme üzerine yüksek lisans mı ne yapacakmış. hiçbir şeyin önemi yok, glikoz şurubunun katıldığı bira bile şimdiye kadar içtiklerimin hepsinden daha güzel geliyor. üç kişiler, alkolsüz meyve kokteyli içip hesabı ödedikten sonra gidiyorlar. biz ise iki kişiyiz. yeterince biradan sonra onur rakıyla, ben ise biraz daha birayla devam ediyorum.

pazar günü roger federer-rafael nadal finali izlemek için olimpos'a gitmeyip antalya'da kalışımız tuhaf bir tesadüfü yüzüme çarpıyor. hayatın bazen haddinden fazla büyüleyici olduğunu düşünüyorum. bir yerlerde birileri de benimle aynı şeyleri düşünüyor.




Hiç yorum yok: