28 Haziran 2011 Salı

sesli harfler ve depremler

"iieeaa ooouuuoo"

sadece sesli harf satan tuhaf bir satıcı, yaklaşık yarım saattir ofisin önünde durup bağırıyor. hava güneşli fakat bir yandan da serin serin estiğinden, dünyanın sonunu getirecek klimaları çalıştırmadık. biraz esse odamdaki klimayı kapatıyor ve tasarruf yaptığımı zannediyorum, sonra patronun odasına bir giriyorum ki pencereler ve klima açık. hem serin olsun hem de taze hava girsin hesabı. o zaman yapmaya çalıştığım tasarruf, anlamsız bir tebessüme dönüşüyor. bir çekirdeğin kabuğunu dahi yere atmazken, iki buçuk litre kolayı getirip de boş şişesini geri götürmekten aciz dallamalarla aynı gezegende yaşadığımı fark ettiğim zamanın bir benzerini yaşıyorum. elektrik faturasını ödeyen ben değilim, bana giren çıkan ne? şehir hayatında, dev tekerli ciplerin deposunu da dolduran ben değilim, beni alakadar eden nedir peki? lüks hayatın, hem parası olanı hem de olmayanı aptallaştırdığı insanların arasında yalnızlık çektiğim doğru fakat neylersin? paran kadar adam olduğun bir yüzyılda, hava hafiften esse kapattığın klimayla kimi kurtarabilirsin?

bugün 28 haziran 2011 salı, 28 yılımı tamamlamama pek bir şey kalmadı. bundan 13 sene evvel nerede olduğumu düşünüyorum da, bir felaketten sağ çıkmış olmanın durgun mutluluğu rüzgarla birlikte odama doluyor. 27 haziran 1998 adana depreminde, ayakkabımı bağlamak için biraz duraklamasam, şu anda yıkılan bir apartmanın altında kaldığı için ölen ve toprak altındaki 13. senesini kutlayan bir insan olacaktım. yaşama tutunmak bazen bir bağcıkla olabiliyor; bazen de tüm doktorlar ve servetler seferber olsa bile gidiyorsun. beni kurtaran bir bağcık, belki de o bağcığı çözen tanrıydı. zinedine zidane'ın finaldeki gollerini bile göremeyecektim diyorum, sen anla artık nasıl bir trajediden sağ çıktım.

tabii evler hasar görünce, bahçelerde yatmak farz oldu. hava sıcak, herkes dışarıda, insanlar bir yerlere kaçmaya çalışıyor. yiyecek sıkıntısı olduğundan, ekmeğin fiyatı üçe dörde katlanıyor. yardım araçlarının dar sokaklara giremediğini falan duyuyorum ama bir portakal ağacının gölgesinde, pek kimseyle uğraşmadan şeker portakalı okuyorum. ne güzel bir kitap. tek derdim, hayatta kaldığıma emin olduktan sonra dünya kupası maçlarını izleyememek oluyor. sadece radyodan dinleyebiliyorum. fransa paraguay maçı, kaleci chilavert, blanc, trezeguet. zidane yok, djorkaeff var. uzatmalarda gelen golden sonra kitabıma geri dönüyor ve zeze'nin hayatından devam ediyorum. tuhaf şekilde örtüşüyor hayatlarımız. piknik tüplerinde yemek yapıyorlar, insanlar sinirli ve perişan gözüküyor. bahçede yatmak istemeyen yaşlılar, ölürsem evimde öleyim diyerek evlere dönmeye başlıyor. artçı sarsıntılar bir yandan devam ederken, fransa'da grup maçları bitiyor ve çeyrek finaller başlıyor. finali nerede izleyeceğimi bilmiyorum.

şimdi dönüp bakınca, turnuvasız geçen bir yaz mevsiminin ne kadar anlamsız olduğunu görüyorum. televizyonlar ölü, internet ise her zamanki gibi. pek yazı yazmak istemiyorum fakat yine de el alışkanlığı, ne yazacağımı planlamadan bir şeyler karalıyorum. bu beni oyalıyor, akşamları da dizi izliyorum. artık bir dizi müptelasıyım diyebilirim, dün gece yarısı shameless'a hayvanlar gibi gülüyordum yine; sezonun bitmesine beş bölüm kaldı ve ondan sonra bir sürü daha dizi izleyeceğim. bugün transformers special night yapıp, yarın da sinemaya gitmeyi düşünüyorum. ne kadar reklam çıkarsa çıksın, mısırı hışırdatıp telefonla mesaj yazan kıptiler de gelsin etrafımda otursun fakat; sinemaya gitmeyi özledim. ilkini beğendiğim kung fu panda'nın devamı da gelmiş, nerede izlemiştik kanyon cinebonus'ta mı? yalnız mıydık? değildik. geçmiş günler izleriyle birlikte bugünümü etkiliyor. bir koltukta oturup, pencereden geçmişi seyrediyorum. karşılıklı açınca cereyan yapıyor, hayatta kaldığımı kendime hatırlatıyorum.


Hiç yorum yok: