6 Haziran 2011 Pazartesi

ayılamayanlar

ilk birayı çarşamba akşam üstü, ayyaş'ın insana huzur veren cilalı ahşap masalarının üzerinde açmış ve ancak bir ecnebinin dile getireceği gibi "keep it rolling john" diyerek festivali başlatmıştım. hesabı ise dün gece tuborg fıçı ile bilgisayarın başında, gerrard komutasındaki liverpool ile görkemli bir galibiyete giderken kapattım. ne zaman ayılacak gibi olsak bir biranın daha masamıza geldiği ve saatlik planlardan azade, uçuşan yapraklar gibi sağa sola savrulduğumuz güzel günlerden sonra; pazartesi "tamam artık yeter" dedi. cuma sabahı gelip öğleden sonra denize giden, denizden dönerken de tuborg bulunmaz diye yaklaşık üç kilometre öteden on tane bira taşıyan ruh hastası kankam sayesinde, cuma akşam üstü eve geldiğimde dolabı ağzına kadar birayla dolu buldum. patrondan cumartesi için de izin koparmış ve yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmek için gerekli zamanı yaratmıştım. bir insanın yüreği bira içip pes oynamak ve acıkınca hayvanlar gibi yemek isterse, bize de yapacak bir şey kalmadı. cuma gece olmadan biten on biranın ardından, şortumla attım kendimi sokağa. yakındaki marketten altı tane gold alıp geri geldim, o sırada tavukla  ilgili bir yemek yapıyorduk sanırım. ne yaptığımızı tam hatırlamıyorum fakat bir parti vermişçesine bulaşık çıkmıştı. 

cumartesi sabahı, asırlar öncesinden kalma ritüelimiz olan kraliyet kahvaltısını hazırlamakla geçti. kızaran patatesler ve kısık ateşte demlenen çaylar adına, uzun zamandır böyle kahvaltı etmemiş ve kişneyerek gülmemiştim. bu kişnemelere daha fazla dayanamayan televizyonun kumandası istifasını verip köşesine çekildi ve kahvaltı edip televizyon izlerken, reklamlar çıksa dahi katlanmak zorunda kaldık. kahvaltıdan sonra olimpos'a gideriz, akşam orada kalıp ertesi sabah daha da güneye ineriz diye düşünmüş ve her düşündüğümde yaptığım gibi bir bira daha açmıştım. fakat saatler sonra kendimize geldiğimizde evdeki biraları bir kez daha bitirip, sağlamından iki de onluk çakmıştık. yedi maçın üst üste ya 0-0 ya da 1-1 berabere bittiği lanetli furyada kazanan, anelkanın merhametsizliğini iyi kullanan onur oldu, fakat ben o onur değildim. dolaptaki son kırmızı tuborg'u da içip, tuborg fabrikasında her ne üretiliyorsa en az bir kere değerlendirdikten sonra, yollar bizi çağırdı. gitmeli ve bir daha dönmemeliydik. gitmeli ve köfte piyaz yemeliydik. şişçi mustafa'nın pembe kağıtların bardakların içine yerleştirildiği samimi atmosferinde, ilk piyazı kelimenin tam anlamıyla fondip yaptık. olması gereken gibiydi ve bir tane daha söylemenin tam sırasıydı. güzel bir yemekten ve grafik sanatları fakültesinde ibretlik olarak gösterilecek tabelaların ardından, gündüz bira içip bunu yemekle taçlandırmış her bedevinin yapacağını yaptık: gizlibahçe'ye içmeye ve tavla oynamaya gittik. gizlibahçe'ye en son gittiğimizde, ben henüz askere gitmemiştim. asker uğurlaması yapmıştık kendi dilimizde, haddinden fazla içip tramvayda uyuyakaldıktan sonra gecenin bir körü antalya'da mahsur kalmış ve eve dönememiştim. gerçek bir rezillik destanı, kardeşimin beni gelip alması son bulmuştu.

tavla şampiyonu olduğunu iddia eden ve turnuvada kazandığı tavlanın fotoğrafını ilk zarlar tavlaya düşmeden hemen önce gösteren şampiyonu 5-1 gibi net bir skorla yenmek şık oldu, müzikler ve orta havuzdaki kaplumbağalar he zamanki gibi aynıydı. iki tane escher reprodüksiyonuyla gizlibahçe'den çıktık, sonunda evin duvarlarına bir anlam katacak bir şeylerim olmuştu. perspektif sihirbazıyla aynı evde kalmak, bazen boyutlarını kaybeder gibi olan hayatıma iyi gelecekti. tam ayılacak gibiyken, pes serüvenine devam etmek üzere eve dönmeye karar verdik. tarih, eve dönmeye karar verip de bira almadan kapıdan içeri girdiğimizi henüz yazmadı. önce migros'a girdik, pazar günkü dev kahvaltı için market arabalarından oluşan konvoyla rafların arasında dolaştık. migros satan tuborg sonunda doğru bir şeyler yapmıştı ve gece şişe gold ile devam edecekti. bir gün önce on birayı kilometrelerce taşıyıp bu alandaki dünya rekorunu kıran kankam hiç zorlanmadan yürürken, ben de evin oradaki marketten almanın daha mantıklı olacağını düşünüyordum. her şey zamanla ağırlaşıyordu.

olimpos'a gidememiş ve bunu aklımıza bile getirmemiştik...

cumartesi günkü kahvaltıyı katlayıp yanan ocakları ve kaynayan sularıyla adeta denizkurdu 2 tatbikatını anımsatan pazar kahvaltısı saatlerce sürdü. 21. yüzyılın en iyi omletleri listesine sekizinci sıradan giren ve benim yanına pek yaklaşamayacağım omlet ekseninde evde ne varsa yedik. dolap kapağını haşlamaya çalışırken içimden bir ses dur dedi: "o yenmez hayvan herif"

yanlış transferlerle gücünü iyice kaybeden ve etkili tek forvetini chelsea'ye kaptıran liverpool ile çok zorlanıyordum. chelsea'nin kadro kalitesinden kaynaklanan gömlek farkını, gerrard'ın insanüstü azmiyle dengelesem de, beceriksiz forvetlerim sayesinde gol atamıyordum. onluklarda 3-1 geriye düşmüştüm ve zamanımız azalıyordu, en fazla iki onluk daha atabilirdik ve benim kaybetmeye tahammülüm yoktu. tek seferliğine interi aldım ve galibiyetin üç, beraberliğin birer puanla ödüllendirildiği ve on sayıya ulaşanın kazandığı onluklarda durumu 13-10'luk bir galibiyet ile 3-2'ye getirdim. yollar yine bizi çağırıyordu, bu sefer daha uzağa, konyaaltı beach park'a federer-nadal finalini izlemeye, zaman kalırsa da yüzmeye gittik. denizden gelen esintilerin kışın yapraklarını döken ağaçların arasından geçip yüzümüzü ve biramızı yaladığı güzel bir öğleden sonrasında, açık havada içip içip tenis izledik. ilk seti tuhaf bir şekilde kaybeden federer, ikinci seti de verdiğinde pek şansı kalmamıştı fakat biz hala yüzebilirdik. hava kapanmış ve hafiften de yağmaya başlamıştı. antalya'ya tam anlamıyla gelmeyen yaz bira içip pes oynayan ve acıkınca iki at yiyen iki eski yoldaşı yağmurlarla kutsamaya karar vermişti.

"ne diyorsun amk, hiçbir şey anlamıyorum bu bitmek bilmeyen cümlelerinden" deyince onur, daha fazla betimlememeye karar vermiş ve zamanın bizim üzerimde ne gibi etkiler bıraktığını da ertelemiştim. betimlemek onu, yediği içtiği şeylerin kabını plaja bırakıp giden orospu çocukları da beni sinirlendiriyordu. konyaaltı plajı, beyinsiz insanlar yüzünden çöplük gibi gözüküyordu. antalya'ya gelip de denize girmeyen tavla şampiyonu, adet yerini bulsun diye denize girdi. ben iki ay öncesinden sezonu açtığım için pek istek duymadım, taşların üzerinde uzanıp birkaç soru daha cevapladım. formspring hesabı almış ve elimden geldiğince cevaplamaya çalışmıştım. sorular artmış ve cevaplarım tükenmişti. kapatılacak bir hesap daha ufuktan gözükmüşken, onur denizden çıktı ve "betimleme yapıyorsan senin kafanı tekmelerim" dedi. ona betimleme yapmadığımı söyledim, pek inanmadı. 

inanmak için içmeye gittik. çarşamba ve perşembe geldiğim ayyaş, pazar günü de olması gerektiği gibiydi. dışarıya atılan masalar ve içmeyi bilen güzel insanlar. berrak sesli solist ve dışarıya atılmış fıçıların üzerinde başlayan gece. son tuborg goldları içip mezelerin arasında kaybolduktan sonra masamıza üç kişi daha oturdu. birisi bir yerden tanıdıktı fakat nereden, daha önce mi görmüştüm yoksa günün birinde yollarımız karşılaşacak mıydı? bir deja vu, beni benden aldı.

son tuborgları içip, üzerine mecburen efesle devam ettikten ve yeterince müzik dinledikten sonra, son onluk bizi çağırdı. kapatılmamış bir hesap vardı ve gerrard kapatacaktı. eve varmadan önceki markette pite girip birer fıçı tuborg aldık. yeterince içmiş ve uzun cümleler kurmuştuk, artık noktayı koymalıydık. evimde geçirdiğim ilk pazar gecesinde, gerrard'ın onurlu oyunuyla bir onluk daha aldım ve onluklarda durumu 3-3'e getirdim. kolay olmamıştı. güzel günlerin ardı sıra eklemlendiği ve bir festival havası verdiği günlerin hiçbirinde tam olarak ayılamamıştık. 

yazının başlığı ayılamayanlar olsun mu dedim, olsun amına koyayım dedi. seneye evleneceği bir hayata ve kız arkadaş terörüne boğazına kadar saplanmışken küçük bir tatil ona çok iyi gelmişti.



Hiç yorum yok: