31 Temmuz 2011 Pazar

30 Temmuz 2011 Cumartesi

a day at the end of july

dile kolay, ay sonu değerlendirmelerine mart ayında öylesine başlamış ve bunun bir gelenek haline geleceğini düşünmeden yazıp yollamıştım. fakat şu an itibariyle, ay sonu  raporu başıma kalmış vaziyette, iki üç gündür başlığı hazır yazının içeriğini düşünmekten başıma ağrılar giriyor. nasıl da yalan her şey, bir şey düşündüğüm yok; sadece dün gece yine çok içmişim. sabaha karşı dörtte, vücuttaki alkol oranını ice tea ile dengelemeye çalışırken bir litre de oradan yuvarladım. meşe fıçı gibi yatağıma yuvarlanırken, aklıma mathilda geldi. saçların ne güzeldi, merdiven boşluğuna bakıp içtiğin sigaran. intikam duygun ve masumluğun. 

bu sene güzel temmuz yaptı, pazar akşamı bittiği vakit temmuz da bitecek ve yeni haftaya ağustos ile başlayacağım. kişisel bir plan değil, sende de aynısı olacak. ağustosa dair tek beklentim premier lig'in başlayıp bana ilham ve bekleyecek bir şeyler vermesi. işe, hayata ve küçük heybelerinde avokado taşıyan sinsi cücelere dair en ufak bir fikrim bile yok. yaşıyoruz işte bir şekilde, yaşlıların dediği gibi "yuvarlanıp gidiyoruz"

temmuza dair baskın fikrim, içmeyi bir düzene oturtmam gerektiği ve bir oturuşta on bira içmek zorunda olmadığımı kendime kabul ettirmek oldu. on bira ne lan da manyak gibi daha ilk saatten yarısını alıp götürüyorsun! dua et çembere hala değebiliyorsun çocuk, yoksa görürdün gününü. kilonu doksana indir, iq'nu da doksana çıkar. hep saçma sapan işlerin boş odalarında elinde değnekle yürüyorsun, yaşının kaç olduğu hakkında bir fikrin yok. 28 diyelim geçelim, ne önemi varsa. bu yıllar, günler ve takvimler başkasının uydurması zaten; benim dikkate aldığım tek şey mevsimlerdir. yaz çok sıcak evet ama baharlarda güzeldir antalya, zirvede eriyen karlar kendini dereye verir. bir yudum su içmek için yaklaşırsın kaynağa, bir damacana içersin.

"2.36 orası, o zaman ben buraya 1.5 metrekare diyeyim"

odanın içinde dolaşan cümleler bunlar, sayılar ve çizgilerle iş yapıyoruz. günü kurtarmak için bunlar şart da, olmak için doğduğum insandan her geçen daha uzağa gidiyor olduğumu fark ediyorum. şimdi, ne için doğdun da uzağa gidiyorsun ikinci vahdettin diye sorsan, verecek bir cevabım yok. her konu hakkında biraz biliyorum, uzmanlaşmaktan söz edemem. aslında aklımı bir toplasam şahane paragraflar yazacağım da henüz ayılmış değilim. o kadar içkiden sonra dörde kadar oturunca; ayılmak günün ikinci yarısına kaldı. 

evdeki zevat yüzünden, ana karargaha da gidemiyorum. şehirde mahsur kaldım, belki de kardeşimi kışkırtıp kaş-kaputaş yapmak lazım. deniz gözlüğünün daha hakkını vermedim. o değil de canım karışık sandviç yemek istiyor, yanında da devasa bir ayran. ağzım yüzüm ketçap içinde kalsın, sağlıksızın keyfini çıkarayım. bugün de yemek yapmayayım, gerçi enfes barilla aldım. onu zeytinyağında çıldırttığım domates ve kekik ile yemek isterdim fakat fast food ihtiyacım var. gideyim, bir yerde oturayım ve yemek önüme gelsin. yorgun, uykusuz, mutlu, şaşkın ve plansızım. ha bir de açım ağbi.

temmuz nasıl geçmişti peki? içerek başladığımı hatırlıyorum, kabotaj bayramı mı ne vardı. doğum günü çerçevesinde ayın 15'i gecesi barlarda sürttüm. 16 temmuzu alabildiğine özel kılmaya çalıştığım şişeler el verdiğince. eve gittim, kuzenleri görünce eve gittiğime pişman oldum. enişte kavramının ne kadar tiksindirici olduğunu etrafıma yaydım, makalelerimde belirttim, raporlarımda kullandım. avrupa insan hakları mahkemesinden gelip "arkadaşım, azıcık insan ol" uyarısı almasam daha da sert ifadeler, yer yer nefret söylemine gören açıklamalar yapacaktım ama gözümü korkuttular. 

haa, bir de lens aldım. biraz uğraştım ama buna değdi. genel olarak memnunum da fotoğraf çekecek zamanım yok. çayım soğumadan içeyim, cumartesi çalışmasını sikeyim.


29 Temmuz 2011 Cuma

kaldı 10

wrong side of the road çalıyordu, klimaların bir anlığına bile dinlenmediği temmuz öğleden sonrasında banka şubesindeydim. cüzdanım para, cebim ise fatura doluydu. öğrenim kredisi, elektrik, su ve uydunetin bana düşen kısmını ödemek için sıra numarası almış ve beklemeye başlamıştım. banka şubesindeki cesetler her zamanki gibi ağır çekimde ritmik jimnastik yapıyor ve bankoya yaklaşıp uzaklaşıyordu. jölesinden kısmamış özel güvenlik gerim gerim geriliyor ve insanların gözlerinden, onların ne mal olduğunu çıkarmaya çalışır gibi herkesin suratına bakıyordu. zamanın kimseyi sancıya mıhlamadığı bir andaydık fakat sıra numaram bir türlü dijital panolarda çıkmıyordu. işlerini halleden açık renk giymiş yaşlılar, şapkalılar, güneş gözlüklüler derken resmi geçit gibiydi ortalık. kaybedenler kulübünün en az film kadar, kimi kaynaklara göre de filmden bile güzel müziklerinin arasında kaybolmuştum. can göksun ve gülce duru'nun sesleri ne kadar da güzeldi; eski sevgililerimden birisi aklıma geldi. yüzünü hatırlamama rağmen sesini unutmuştum. onu çok sevmiş ve hiçbir zaman ayrılmayacağımızı düşündükten birkaç ay sonra da ayrılmak istediğimi söylemiştim. bir temmuz sonunda başlayan ilişkimizin üzerinden neredeyse yedi sene geçmişken, ben başka bir temmuzun sonunda banka şubesine gelmiş ve sıra numarası almıştım. gülce duru, my woman'ı söylerken sıra da sonunda geldi. kargo pantolonumun ceplerinden faturaları ve bana ibraz edilenleri, kısa kollu gömleğinin içinde mutsuz görünen tepesi hafiften açılmış memurun önüne bıraktım. hayatındaki en büyük çılgınlık neydi acaba, her şeye tövbe ettikten sonra memur mu olmuş yoksa tövbeli mi doğmuştu? nasıl da mutsuz görünüyordu soluk benizli, cuma öğleden sonra olması bile onu iyileştirmeye yetmemişti. 

cüzdanımdaki tüm parayı bankonun üzerine bırakıp başka belgeleri cebime sıkıştırdıktan sonra şubeden çıktım. gerçek bir sıcaktan bahsetmek olasıydı, sıcağa dayanıklı olmama rağmen anlayamadığım bir güç alnımın ortasına ortasına vuruyor ve bir an önce banka şubesine geri girmemi öğütlüyordu.  ilk otobüse el kaldırdım, ofise dönmem gerekiyordu. otobüsün soğutucusu bozulmuş et kamyonundan tek farkı, bedenlerin üzerinde kumaş parçaları olmasıydı. herkes perişan gözüküyordu, dev bir mangalın üzerinden dökülmüş gibilerdi. güzelliği ve zerafetiyle tanınan ruslar bile erimiş üçgen peynirden farksızdı. 

ofisin önünde indim, tüm parayı kurumlara verdikten sonra özgürlemiş ve hafilemiştim. akşama fransa ikinci liginden sekiz maçı da bilirsem, iki bin lira kazanacak ve o parayla almak istediğim hiçbir şeyin olmadığını fark edip gülümseyecektim. akşam güneşi ön tarafı ayrık dişlerimin arasından geçtikten sonra dilimin üzerinde belli belirsiz bir iz bırakacaktı.


the decision of fazer

kredi için olumlu sonuç aldığını ve akşama antalya'ya gelip motora bakacağını söyledi. uzun zamandır istediği, posterini duvarına astığı, sesini çok uzaklardan ayırt edebildiği fazer'ine kavuşmak için kimsenin fikrine, öğüdüne ve oyalamasına ihtiyacı yoktu. ben de, sadece fikir bazlı özgürlük savaşçısı olarak, motosiklet alma fikrine karşı çıksam da sonradan yaptığım şeyin ne kadar büyüklere özgü bir aptallık olduğunu fark etmiş ve desteklemeye başlamıştım. motosiklet sürmek istiyorsa sürerdi, benim gibi belirsiz geleceğe dair belirsiz planlar yapmasına gerek yoktu. iyi bir sürücüydü, motorun ruhundan anlıyordu ve bir motosikleti olsun istiyordu. içindeki ateş onu 600cc'lik bir makinenin xenon farlarının önüne bırakmışken, belki de motosiklet için en doğru zamandayken onu yolundan çıkartmak kimsenin hakkı değildi. ertelenmiş planların insanın üzerinde bıkkınlık ve her şeyi boşvermek gibi yan etkileri olduğunu biliyordum, sadece içimde yükselen endişeyi bastırmaya çalışıyordum. 

tek problem, bizimkilerin bu fikirden henüz bir haberlerinin olmaması. babam belki biraz hissediyordur fakat annemin devasa bir tepki gösterip çok sinirleneceğine neredeyse eminim. o da haklı, kardeşim de haklı; kaç kere yaşıyoruz ki? peki evlat sevgisi, onun hakkında endişelenmek? olanın önüne geçilemez, son beş senedir marketinde oturup sadece sabahları cipsleri dışarı çıkarmak için hareket eden genç marketçimiz kalp krizinden bir anda gitti. kötü şeyleri akla getirmek, anın değerini sakatlıyor. o yüzden, kim ne karar alırsa alsın onu desteklemek benim yapabileceğim yegane şey. neyse hayırlı olsun, hayırlısı olsun. 




28 Temmuz 2011 Perşembe

freelancer

tekerlekli balkabağı formunda bir çocuk yatağı görürsem ilk yapacağım şey, hafiften dönmeye başlayan başımı bir yere sabitleyip sağa sola umarsız çifteler atmak olacaktır. süsten, merdivenle çıkılan üstü kapalı bir yataktan ve oyulmuş ne varsa ondan pek hoşlanmam bilirsin. kıvrımlar bana göre değildir, sadelikten ve anlaşılabilirlikten hoşlanırım. ve tanrının benim hakkımdaki tek bir hükmü vardır, rushmore dağının diğer tarafında kayalara kazınmıştır hatta: "bu adam neyden hoşlanıyorsa, ona tam tersini verin"

balkabağı formundaki yatak da bunun bir getirisi işte, iş arkadaşım üzerinden ek iş gibi bir şey buldum. bu, şato, kraliyet, masal diyarından kunillikler gibi şeyleri çocuk odalarına dönüştüren bir şirket. bir şatoyu yatağa çevirecek sihirli değneği olan; autocad ve 3d bilen mimar arıyorlarmış. fotoğrafları yolladılar ve benden imalata dair çizimlerle birlikte bunların 3d modellemelerini istediler. fiyat da sordular. olabilir dedim, sonuçta kıvrılan yılanlar çok yabancı olduğum bir konu değil fakat o balkabağını üç dört sene önce modelleyebilseydim şimdi pixar'da animasyon bölümünde, rahat bir şortla çalışıyor ve öğlen arası masa tenisi oynuyordum. iki üç gündür aklımın köşesinde çevirdiğim bu çocuk yatağı-odası modellerini bu akşam temize çekmeye başlayacağım. ek iş yapıp, freelance'ı bir düzleme oturtabilirsem belki haftanın altı günü gelmek zorunda olduğum bir iş yerine, öğlene kadar bir ağacın altında kitap okuyabildiğim bir hayatım olur. beni harekete geçiren şey para değil hareket özgürlüğü, kitap okuma serbestliği. 

özellikle bu aralar bir kitabın içinde kaybolmak istiyorum, oğlak dönencesi ve zaman makineleri beni bekler. yeraltından notlar, don kişot, sunset park ve daha onlarcası. açlığım dinecek gibi değil fakat akşamları okuyamıyorum işte. tüm gün bilgisayara bakınca, beş cümle bile deviremiyorum. kafam başka yerde, zihnim bozkırın kalbini delen bir mızrağın ucunda kendi ekseni etrafında dönüyor. okuyup, okuduklarımı hazmettikten sonra durgun bir gölün karşısında sakince yazı yazma isteğimi mevcut hayatım karşılamıyor, karşılamadığı gibi çelme de takıyor. temmuzun sonunda dışarılarda olma gibi bir isteğim yok, yüzümü üfleyen klimanın bedava mevcudiyetini de seviyorum fakat sonbaharda çok güzel oluyor buralar. özellikle likya yolunun yeşillikler arasında uzanan ve başkaları tarafından adımlanan rotasını kelimelere dökmek anlamsız kalır. 

ofiste kalıp her günü aynı geçirdikçe kendimden uzaklaştığımı ve olmak istediğim insanın, back to the future'daki gibi silikleştiğini, elini kolunu kaybettiğini görüyorum. dört duvarın arasındayım, stor perdeler denizliklere kadar iniyor, koridorun sonundaki odada patron gerçeği var, telefon her an çalabilir, klima 23 derecede ve bütün bunlara "benim hayatım" diyemiyorum çünkü değil. 

bu bağlamda, bir yere bedenimi zincirlemeden para kazanmanın, bu parayla hayatta kalmanın yolu freelance. loto çıksa fena olmazdı ama asla çıkmayacağını biliyorum. çünkü birkaç aydır oynamayı bıraktığım gibi daha da oynayacağımı düşünmüyorum. özgürlüğüme giden yol, balkabağına dönüştürülmüş bir çocuk yatağının kıvrımından geçiyorsa da, elimden geleni yapmam gerek. beş sene sonra başka bir ofiste oturup de şikayet etmek istemiyorum.


27 Temmuz 2011 Çarşamba

gidin

bu sabah tek yumurtalı dev bir omlet yerken kaleköy'de olmayı ve sırtımı mezara dayayıp yerdeniz büyücüsü'nü tüm benliğimle bir kez daha okumayı her şeyden çok istedim. zeytinden damlayan zeytinyağı açık renkli pantolonumun üzerine döküldü, hemen tuz döktüm. pratik bilgilerin oyaladığı bir hayatım olmasını istemiyordum, pantolonumdaki leke ya da gömlekli adamlarla birlikte iş yapmak umrumda değildi. sefil ve özgür bir hayatı, maaşlı ve boğucu bir hayata tercih edecekken; biraz sonra işe gidecektim. telefonlar çalacak, santimler her tarafımdan fışkıracaktı. araç çubuğunda programlar, programlarda başka yerlerden çizimler, gelen mailler, istifa etmek isteyen, her şeye alınan bir iş arkadaşı ve bütün bu debdebenin arasında sadece sırtını kayaya dayayıp kitap okumak, daha fazla bilgisayar görmek istemeyen bir adam: ben. hepsi gitsin demiyorum, hepsi kalsın. hepsi, sahip olduklarları her şeyle olduğu yerde kalsın, modern hayatın dokunmatik çarmıhına gerilsin. sadece ben gideyim. bir ağacın gölgesinden diğerine, soğuk bir suyun kenarından beyaz çakıl taşlarına. sanki orta dünya'da yolunu kaybetmiş bir ozan gibi, savaştan sonra evine dönen ve miğferini çoktan savurmuş bir savaşçı gibi. mızrağımı toprağa saplayayım, kılıcım kınında kalsın.

fakat 2011 yılının sıcak bir temmuzunda saplanıp kaldım, zaman hunharca geçti. ay sonları bana, ay boyunca harcayabileceğim ve biraz az içmeyi becerirsem de bir kenara atabileceğim paraları getirdi. hafta içlerim, semt pazarının kurulduğu perşembe dışında tahmin edilebilir geçerken, hafta sonlarımı da ana karargaha gelen türlü kuzen ve onların zevceleri nedeniyle son bir aydır çileye dönüştü. bıkkınlık ve öfke harmanlandı, yoğun bir şeye dönüştü. bir çamur gibi, cennetteki bal akan ırmaklar gibi. senelerdir katliama hazırlanan birisi, bir binayı havaya uçurduktan sonra adaya geçip önüne çıkan herkesi öldürdü. tanrı'yı pişman edercesine, insanın ilk andan itibaren lanetli bir yaratık olduğunu ispatlarcasına. güzel sesli amy winehouse da hayatı boyunca yaptığı gibi müsaade istemeden, fikrimizi almadan, kendi bildiğini okurcasına; ben bu dünya'ya yaşamaya değil her geçen gün biraz daha ölmeye geldim dercesine aramızdan ayrıldı. adı hep hatırlanacaktır, oysa onunla aynı yaşlarda olan ve birkaç hafta önce marketi açtıktan sonra kalp krizi ile ölen marketçimizi ailesi dışında kimse bilmeyecek birkaç sene sonra. yaşam boyu yaptıklarımız sonsuzluğun yığma duvarlı kuyusunda yankılanır mı bilmiyorum, tanrı'nın adalet sağlamak konusundaki yeteneğini sorgulamayı da bir gaz odasında, 1944'te daha dokuz yaşında ölürken bırakmıştım. bizi koruyamamıştı subaylardan, tekmelerden ve gazlardan. oysa her sabah dua etmiştim ona.

uzun uzadıya yazılacak ne varsa boşver, bir mezara sırtımı dayayıp ged'i, çevik atmaca'yı, tenar'ı, kalessin'i, atuan'ı okumak istediğim bir günün sabah vakitlerinde ne kussam nafile. orada değilim.

26 Temmuz 2011 Salı

istifa & istifra

ölçüleri bilgisayara aktarırken 6.5 cm yerine 65 cm gören iş arkadaşım dünya'nın makus kaderini bir anlamda değiştirdi. tüm her şeyin yerleşimi baştan planlanmak zorunda kalınca kızcağızın üzerine çok geldiler, patron gelip "artık rölöveyi ben çizeceğim" dedikten sonra gitti. kızın gözleri doldu ve en yakın zamanda istifa edeceğini söyledi. 26 temmuz, bir başka istifa düşüncesinin sıcak havayla birlikte yanağıma şamarlar attığı lanetli bir gündü; tam iki sene sonra yine aynı odaya gelip bu sefer başkasını vurdu...

iki sene önce...

çalıştığım yerlerle değil de çalışmanın genel mekaniği ile ilgili problemim olduğundan, başka bir yerde çalışmaya devam etmek zorunda olduğum hayatımda istifa ne yazık ki boş küme kalıyor. istifalarımın anlamlı olması için, şans oyunundan yüklü bir miktar para çıkmalı; hayatıma yeni yön verebilecek rüzgara sahip olmalıyım. yoksa, istifa ettikten en geç bir ay sonra parasızlık virüsünden mustarip, elimde portfolyoyla postacı gibi gezeceğimi biliyorum. kariyer sitelerine ilan veren şirketlerin, çalıştıracak eleman ararken insan değil lokal tanrı aradıklarına şahit olup da küfreceğime de adım gibi eminim. geçen sene iş ararken oldukça fazla karşılaşmıştım mimarlık ve inşaat tanrısı arayan şirketlerin sikko ilanlarıyla. o özellikler bende olsa, ne diye iş arayım, ne diye başkasından medet umayım?

iş aramakla sonuçlanacak her istifa kötü olacağından; mızmızlanarak, küfrederek, hayatımı değiştirmeye yetecek parayı milli piyangodan umarak ne zamana kadar bekleyebilirim onu merak ediyorum. sayısaldan 3 bilmek yatırdığın parayı geri veriyor, enayi gibi kutucuk doldurduğunla kalıyorsun. milyonlarca kutucuk doldurduğum hayatımda biraz daha doldurmak koymuyor da, hayatımın hatırladığım tüm dönemlerinde gittiğim okulun sonucunun bir sike yaramaması koyuyor. işe ve hırsa odaklı bir hayatın üzerinde zımparalanmaktan ve köşelerimin yontulmasından korkuyorum. oysa bir insanı diğerlerindan ayıran şey köşeleri ve tepkileridir. farklı bakış açısıdır, perspektifidir.

peki her gün aynı şeyleri yapan binlerce insan olarak, benim ve jenerasyonumun fark yarattığını söyleyebilir miyiz? imkanı yok, hemen hemen aynı okullar, aynı sıkıcı eğitim, çürümüş hocalar, patron tripleri, haksızlıklar, ay sonu kavgası ve arkası sağlam olan asansörle çıkarken, tırnaklarıyla kazıyanların daha ilk basamaklarda can çekişmesi. sisyphos'tan hiçbir farkım yok, kısır döngünün içerisinde her ay sonu parasız kalışımı evde kutluyorum. para biriktirmek bir yana, aldığım para ayın tamamına yetmiyor. geçen ay içmedim yine yetmedi; bu ay maşallahıyla ayılmadım, yine yetmedi. demek ki içmekle alakası yok.

bu sırada zaman geçiyor, güneş batıyor, ay çıkıyor, dalgalar sahilleri dövüyor, mezelerin üzerinde zeytinyağı dolaşıyor, iskeleden birisi denize atlıyor, birisi tüple engin maviliklerde dolaşıyor, mavi turla koyları gezip, oltasıyla balık çekiyor. bu sırada hayatta gerçekten güzel şeyler olmaya devam ediyor, gençliklerinde daralanlar yaşlılıklarında acısını çıkartıyor belki de. oysa ben 60 yaşımda binebileceğim bir cip yahut dolgun bir banka hesabı istemiyorum. harcayabileceğimden fazlasında da gözüm yok.

en yakın dostumla yıllardır gezi planları yapar ve bunun küçük bir kısmını gerçekleştiririz. küçük bir kısmının anısı ve lezzeti de çoktur ama daha fazlasına paramız yetmez. paramızın yetmediği o kadar fazla zaman oldu ki, artık hayallerimiz bile kotalı oldu. önceden tüm kalbimizle inanırken, şimdi vazgeçmeye başladığımızı fark ediyorum. daha ucuz nasıl olur derken, msn muhabbeti bitmek bilmiyor; birbirimize link gönderirken acı çekerek bakıyoruz fotoğraflara. bu sırada bizim kadar istemeyen insanlar, sadece paraya sahip oldukları için bizim hayalimizi kurduğumuz yerlere gidiyorlar.

geçenlerde yazmıştım, özel üniversiteye giden bir adamın projesini patronun ricası üzerine çizip onu projesinden yüksek notla geçirmiştim. adam mezun oldu pek özel üniversitesinden. babası da mezuniyet hediyesi olarak mercedes almış, şimdi kim bilir hangi sefada, hangi habitatta? peki ondan çok daha nitelikli, bilgili ve iş deneyimi olarak çok daha deneyimli olan ben ne yapıyorum? bir pazar günü, evde oturmuş bitirmediğim için yanıma aldığım işlere elim gitsin diye elime yalvarıyorum. ne dışarı çıkabiliyorum ne içeride huzur bulabiliyorum. çıksam suçluluk duyacağım ama motivasyonun m'si yok. entry yazmaya ayırdığım zamanın binde birini versem olacak ama olmuyor. çünkü biliyorum ki, ben tırnaklarımı kanırtarak çıktığımda ikinci kata, orada yarrak gibi adam'ı çoktan çıkmış da sigara içiyor bulacağım. ben oraya yıllar boyunca sabahtan akşama kadar çalışarak, hafta sonlarımı feda ederek, canımı sıkarak, levyeyle bilgisayara girişmemek için kendimi tutarak varacağım ama adam zaten orada olacak.

dünya, adalet sarayı değil; böyle bir beklentiyle de kapı kapı dolaşmıyorum ama yapmış olduğum işlere bakıyorum (ki azımsanacak gibi değil), okurken çalıştığım, ofiste sabahladığım, oradan okula döndüğüm yılların getirisini göremiyorum. ben yine alttayım, okula bile gitmeyen yarrak gibi adam yine üstte. ben yine allah'ın belası kırmızı ikarusta sıcakta çıldırıyorum, o bmw'den inip mercedes'e biniyor. ben her ay sonunu yine getiremiyorum, o her ay başka bir yere tatile gidiyor. bu durumda benim daha iyi mimar olmam, çizim yapmam, çok olmasa da yetenekli olmam neyi değiştiriyor ki? eline alan her seferinde ben oluyorum. cahil kısımlarım artıyor her geçen ay, kendimi geliştirmekten aciz olduğum her gün ruhum zarar açıklıyor. kendime ve çalıştığım herhangi bir yere olan inancım sıfıra yaklaşıyor.

istifa etsem ne yapacağım ki? "baba ben başaramadım, o kadar okudum, sonra çalıştım, şantiye tozunda boğuldum ama sonunda başaramadım" mı diyeceğim? evde oturup televizyon mu izleyeceğim bütün gün? harçlık mı isteyeceğim uzun zaman sonra, 27 yaşının bol elektrikli günlerinde? hayır, bunların hiçbirini yapamayacağım. istifa etsem bile, başka bir yerde (belki daha yüksek maaşla) çalışmaya başlamak zorundayım.

çünkü elimden bir tek bu geliyor. diğer tüm özelliklerim köreldi, yaşım geçti, perspektiflerim çöktü. tek yapmam gereken şikayet etmeyi (shut the fuck up) bırakıp, uyum sağlamak. belli zaman sonra hobilerime para ayırmaya başlayıp, götümdeki kıllar kadayıf olduğunda hayallerimi gerçekleştirmek. yıllar boyu yaşlı gibi yaşadıktan sonra, yaşlılıkta genç taklidi yapmak.

bir bana mı böyle geliyor bilmiyorum ama ters değil mi lan bu? yanlış algılamış ve yanlış uyguluyor olabilir miyiz hayatı? okumak-çalışmak-emekli olmak üçgeninin her köşesini yüreğimize batırmak zorunda mıyız, evlilik törenlerini bile zulme çevirmeden yapamaz mıyız?

aylardır içime attıklarımı geriye bastırmayı başaramadığım için kustuğum bu yazının sonunda, hala yapılacak işin köşeden çapkınca göz kırpması paha biçilemez bir şey. sike sike yapmak zorundayım, yoksa trip yerim. yoksa canım daha da sıkılır. bu işi bıraksam, başka işe girsem; üzerimden semer yine eksik olmaz. mutlaka bir alternatif olmalı. ne para odaklı sikko bir yaşam, ne de başkasının hırsından körelmiş günler istiyorum.

karanlık bir dehlizde ışıksız ilerliyorum duvarlara dokuna dokuna. belki mavi gökyüzüne çıkan bir kapak bulurum, belki de dünyadaki milyonlarca insan gibi itaat ederim. bilmiyorum.


25 Temmuz 2011 Pazartesi

for those who died at 27

"beni neden aramıyorsun?" cümlesini son kez duyduğumda 27 yaşımın ilk üç ayını doldurmuş ve geride kalan dokuz ayı nasıl bitireceğimi düşünmeye çoktan başlamıştım. yaşama güçlüğü çekerken, bir de zamanı ittirmek yoruyordu. beceremiyordum, başladığım her ilişki belli bir süre sonra soluklaşırken, kendimi aramaktan başkasına sıra gelmiyordu. kendimi kaybedeli o kadar uzun süre olmuştu ki, bulsam bile tanıyamamaktan korkuyordum. bulsam bile, kendimin beni tanımayacağını sanıyordum. kayıp geçen günlerde ister istemez başkalarıyla kurduğum ilişkiler hep aynı nedenle çıkmaza sürükleniyordu: 

"beni neden aramıyorsun dedim!"

iyi de sen kayıp değildin ki, neden arayayım? hemen karşımda, tüm beklentilerin, hırsların, tavırların ve minik alışkanlıklarınla dikiliyordun. mevcudiyetini belli eden tüm çizgilerin gözümün önünde parlıyorken, autocad'de çizilmiş kadar nettin. tanrı tüm insanlığı benden çaldığı parçalarla yaratmıştı, diğerlerinde standart gelen hiçbir şey bende yoktu. ne mutlu olabiliyordum ne de mutsuz. hiçbir şeye hırsım yokken, zamanımı çalanlara sesimi bile çıkartmıyordum. başkasının arkasından konuşmak istesem bile, insanların neresi önü neresi arkası onu bile çıkarabilmiş değildim. başka bir şey olacakken son anda insan olmuş, yıllardır soru işaretleriyle ve "ne yapıyorum ben burada" bakışıyla yaşamaya çalışmıştım.

yeryüzüne gönderilmiş sahipsiz bir kargoydum, beni kimse almaya gelmiyordu. gelip bakıyorlar, inceliyorlar ama onlara gelmediğimi anlamaları uzun sürmediğinden geri bırakıyorlardı. binlerce yıldır raflarda beklerken, insan zamanına göre sadece 27 yıl geçmişti. kendimi, ölmek üzere olan bir ihtiyarmış gibi hissediyordum. tepkilerim yavaş ve etkisiz; ilişkilerim kısa ve sevimsizdi. can kulağıyla dinlediğim insanların ikinci cümlelerini anlayamadığım günlerin üzerinden çok sular akmış, artık sadece ağızlarını kıpırdattıklarını belli belirsiz fark etmeye başlamıştım.

hızlı yaşamamış ama hızlı yaşlanmıştım; tüm ömrüm boyunca bekledim. 

ölümümü planlayamayacak kadar kötü bir mimardım; yaptığım işlerin hiçbirini sevemedim. bir barın arkasında, sarhoş olanları daha fazla sarhoş etmeye çalıştığım zamanlarda bile mutsuzdum; gece yarısı olsa da herkes defolup gitse diye bekledim. içerek ölmeyi denediğim her gecenin sabahında, "acaba öbür taraf böyle mi" diyerek banyonun fayanslarını saydım. içten güldüğüm zamanlarda bile içimden bir ses "iyi de bu hiç komik değil" diyerek keyfimi kaçırdı, komünitelere asla dahil olamadım. bahar şenliklerinde büyük bir kavganın ortasında kalırken bile, elimden birayı düşürmeden kavga edenleri izledim. uçan tekmeler, kelebekler gibi etrafımda uçuşurken sadece baktım.

pilli bebek bak'ı söylerken, yeryüzüne yanlışlıkla da olsa gönderildiğime sevindim. ben son kullanma tarihi geçmiş bir peygamberdim, söylediğim her şey daha önceleri söylenmişti. vaad ettiklerim, çağın standartlarıydı. öss'de şıkları kaydıran çocuk gibi, ben de çağları kaydırmıştım. 21. yüzyıl benim için fazla gelişmişti; yeni bir şeyler sunacağıma, var olanları dahi öğrenemiyordum. bilgisayarlara bakmaya katlanamıyor ama hayatımın tamamını büyülü perdenin önünde geçiriyordum. katlanamadığım her şey hayatımı ele geçirirken, 27'den 28'e son hızla gidiyordum.

zamanı durdurma denemelerimin hepsi başarısız oldu, freni boşalmış bir hayatta yokuş aşağı gidiyordum. insanlarla anlaşmaya çalıştıkça daha da kötü oluyor, anlaşabileceğim insanları kafamdan uyduruyordum. uydurduklarım bile, ilgisizlikten şikayet ediyor ve beni terk ediyordu. aynı noktaya ulaşan döngülerimden sıkıldığımda, 27 yaşını geride bırakalı 3 ay olmuştu. soğuk bir kışın geçeceğini haber veren yapraklar oradan oraya uçarken, son kırmızımı kan yapsın diye kafaya diktim. 

kabul etmek gerekirse, kabullenemiyordum. hayat bana göre tasarlanmamıştı. tashih yapacak durumda değildim, tasarıma dair içimde en ufak bir istek yoktu. tetiği çektiğimde, geride kalanlara sabır kendime rahmet diledim. varolmanın dayanılmaz ağırlığına 7. kez boyun eğdiğimde amy winehouse'ın da dünya'yı bırakıp gittiği yaştaydım.


23 Temmuz 2011 Cumartesi

missin' liverpool

temmuz'un doğum günümden sonraki kısmının son on yılında hep liverpool'u özlüyorum. kırmızı formalarla anfield road'a çıkarlarken orada olmuş değilim fakat, bir televizyon karşısında yanımda bir birayla bile kendimi unutacak kadar neşelenirim. kendimi yeniden hatırlamak biraz zamanımı alır. hele gerrard gol atmış ve modern zaman kahramanı gibi zarif bir reverans ile halkını selamlamışsa işlerim tıkırında gider; altın dişlerim liverpool'un nazlı güneşinde parlar.

bugün işe geldiğim kaçıncı cumartesi olduğunu bilmiyor, bunun üzerine de pek düşünmüyorum. sabah nefret ederek uyanmadım, çok uzun bir uykudan (film izlerken uyuyakalmışım) dinç kalktım. sağ bileğimde bir sızı vardı. ısınmadan girdiğim ters turnikenin küçük bir hediyesi olabilirdi, umursamadım. her sabah yaptığım gibi, yatağımdan kalkıp televizyonun karşısındaki koltuğa yığıldım. kanallar arasında şuursuzca gezinmediğim vakit kendimi güne başlamış hissetmiyordum. klipler, maç özetleri ve demeçler. yolunda giden bir dünya daha. kahvaltı etmek ile etmemek arasında kaldım, kararsızlık benim karakterimdi ve dün, benim takımımdan olan 10 yaşındaki bir çocuğa elimde basket topu varken dediğim tek şey ise:

"karar vermek en önemli şeydir, şuta mı kalkacaksın yoksa turnikeye mi gireceksin, bunu herkesten önce senin bilmen lazım" dı. kahvehane köşesi nutukçularındandım fakat basketbol oynarken biraz değişiyordum. hırslanıyor, kazanmak istiyor ve zıplıyordum.

kardeşimin dün attığı ve kanımı donduran mesaj nedeniyle, bu öğleden sonra ana karargaha gitmek yerine biraz oyalanmalı ve en kötü ihtimalle gece gitmeliyim. enişteler sevimsizliğin son sınırında; bunların çocukları ise bilgisayar başındaymış. annem ve babam, rakip takımın taraftarı gibi davranıyormuş ayıp olmasın gelenlere diye. yatak odasında biri emziriyor, diğeri salonda telefonla konuşuyormuş. bazen gideyim diyorum başka bir ülkeye, standart bir işim hafta sonu kombinem olsun. iş çıkışı publara ineyim, pub çıkışı evimde sızayım. sol omzumda efsanevi liverbird, evimin duvarında da liverpool fc olsun. you'll never walk alone söylerken elimde atkıyla, bir kez daha gözlerim dolsun.


22 Temmuz 2011 Cuma

child in time

çocukların en büyüğü 96'lı, en küçüğü ise 05'liydi. ah egemen, insan değil nissan micra'sın sanki 2005 de ne? 1'e geçmiş egemen. genelde 1'den başlanırdı, 1'e geçilmezdi ama egemen geçtim diyorsa geçmişti. pixar animasyonlarından fırlamış gibi çok sevimli bir çocuk, gözleri fıldır fıldır. boyu bir metre belki var, belki yok. ya futbolcu ya da basketbolcu olacakmış. işte bu kadar güzeldir çocuk olmanın belirsiz geleceği. ben de ya futbolcu ya da basketbolcu olacaktım. mimar olmak 18 yaşında bile aklımda değildi, mimarlar iş bulamıyordu o dönemde. resmen hayatım boyunca yapacağım işi iş bulmak-bulmamak tedirginliğine sıkıştırmışlardı. sınıflar arttıkça sorunlar büyümüş, sınıflar bittikten sonra da kronikleşmişti. kronik sorunlarım var evet, hareketsizlik temelli kronik problemlere pupa yelken gidiyorum. hayatta kalmak için akşam üstleri ya basket oynuyor ya da bira içiyorum.

bugün basketi tercih ettim, temmuz epey yoğun geçti içmek açısından. biraz ara vermek iyi olacak. hala çocuk olsaydım bira içmez her akşam üstü top oynamaya giderdim, göbeğim olmaz ve boynum ağrımazdı. tellerin dibinde egemen'le oturup maçın bitmesini bekledik. kimse yorulmak bilmiyordu, bırak göbeği kimsede zerre yağ yoktu. bir zamanlar onlar gibiydim, rakibimi çalımdan deli dumrula çevirir ve sol ayağımın içiyle köşeye topu yuvarlardım. 8'de devre 15'te biterlik maç, uzatmalara gitti 18-16 bitti. 2.5 litre sensun gazozuna oynamışlar. 10 kişi bir saattir gazozuna oynuyormuş. 2.5 litre sensun sanırım 2 lira falan. 50'lik bira ise 3 lira. 2.5 litre sensun plastik bardaklara koyduğun vakit on kişiye yetiyor, ben ise bira içeyim dediğim zaman 5 taneden az ile eve girmiyorum. bazen, zamanın ağırlığı tüm kuvvetiyle eklemlerime yüklenince gidip biraz daha alıyorum. yaşım 29, yaşıtlarım nerede bilmiyorum, onları göremiyorum. parklarda çocuklar, işlerde büyükler. hepsi mi içiyor acaba bir kuytuda, lanetli bir nesil miyiz karanlıklara çekilen?

basket topunu birkaç kez sektirdim, daha yeniydi. bacaklarımın arasında geçirdim. beşiktaş'tan epey zaman önce aldığım gümüş renkli nike'larım ayağımda, nike beyoğlu'ndan büyük bir mutlulukla kaptığım air jordan forması ise üzerimdeydi. birden çembere hareketlendim; birinci adım, ikinci adım ve işte kısa süreli süzülme. topu havada dizlerime çekip potanın altından geçtim ve parmaklarımın ucuyla topu panyaya doğru ittirdim. daha önce binlerce kez yaptığım bir hareketti, egemen hareketi çok sevdi. o kadar cılızdı ki yumurcak, son gücüyle ittirse bile topu ancak çember seviyesine çıkarabiliyordu. sonra birkaç çocuk daha katıldı, güliver cüceler ülkesinde gibi çocukları incitmeden elimden geldiğince ter atmaya çalıştım. turnikeye ancak, önüme birisinin çıkmayacağına emin olunca girdim. maçı bir farkla aldık, maçı da bir sayı ve on asist on rebound ile tamamladım. yaşıtlarım ortalıkta yoktu ve zamanda kaybolmuş dev bir çocuk gibi oradan oraya koşturuyordum.

eve geldim, evden çıkmadan önce istiflediğim suyu dolaptan çıkartıp terli terli su içmenin özlediğim günahına kavuştum. bana problem yaratacak  bademciklerim yoktu. duşa girerken child in time'ı ayarladım. ben oydum.





nefretimin söylemi

bazı şeylerden kendimi bileli nefret eder, bu nefreti kağıda aktarırken de kağıdı parçalayıp kendimi balkondan aşağı atarım. kafamın yarısı çarpmaların etkisiyle ezik, diğer yarısı da dikilidir. evimde kağıt kalem yoktur, varım yoğum doğruluktur. hellim peynirli salatanın üzerinde sızma zeytinyağını bir cerrah titizliğiyle gezdirdiğim vakit bir nebze sakinleşirim. kendimi yatıştırmak bana pahalıya patlar, gider swarovski mağazasında gözlerim kapalı vals yaparım. viyana'da geçen öğrencilik yıllarımın artık eski birer anı olmuş sahneleri öfkemi dizginler, kan basıncımı normal seviyelere çeker.

peki nedir bu bazı şeyler? kökenleri, güzergahları ve şu andaki konumları?

bu kesinlikle eve gelen akrabalardır. antalya lafını duyan kim varsa, arabada boş yer kalmamacasına gelir. odaları doldurur, banyoları işgal eder, balkona taşar ve sürekli bir şey anlatır. evde kaçacak yer kalmaz, diyalog kurma çabaları ise benim balkondan aşağı atlarsam kaç saniyede varacağımı hesaplamalarımın arasında kaybolur. h diye başlarım, gözlerimin önünden formüllerle dolu bir katar geçer ve işime yarayacak olanı aralarından ayıklarım:

h = 1/2 gt² ! 

ana karargaha beş kişilik yeni bir ekip gelmiş, geçen hafta da iki tane ergen kuzen vardı. ayıp olmasın diye erkek olanına bir tane bira uzatmış ve herifin bir birayı yaklaşık 5 saniyede ayı gibi içip sonra da gevelemeye başlamasına tanık olduktan sonra da, derin bir nefes almıştım. ona gazoz uzattığımı sanmış olmalı. iki kuzenden pazartesi itibariyle kurtulduk ve şu anda daha beterleri evi işgal etmiş. ben tek başıma kaldığım için rahatım fakat o evde, en az benim kadar yalnızlığı seven, sevdiği yetmezmiş gibi gitarıyla şarkılar çalan bir kardeşim ve ciku'suyla sonsuz bir aşkın kanat çırpışlarında kaybolan muhteşem kuşumuz, yüreğimin aküsü panpam var. bizimkiler gelen gideni sever fakat ben, kardeşim, panpa ve ciku bu fikirden hoşlanmayız. gelenlerin, diğerlerinden daha berbat olmasının ölümcül sebepleri ise şunlar:

gelenlerin ikisi enişte diye anılan canlılar familyasına ait. en az kayınço kadar leş, bacanak kadar tehlikeli. bunlar, kendi aralarında bir de birbirlerinin bacanağı oluyorlar. dolayısıyla aynı ortamda baldız da oluyor. bing bang sonrası evrenin ilk dakikalarından zerre farkı yok. eniştelerin ikisi de memur ve cebindeki en ufak paranın hesabını yapan, kılı kırk yaran fakat evi-arabayı düzmüş ultra sevimsiz adamlar. birisi marilyn manson'un makyajsız halinden hallice, diğeri de noel dayı denilen internet fenomeninin ete gelmiş hali. oh ulan ne de güzel sallamak, sinirlerim yatıştı. taze çekilmiş kuzu kıyma gibi biraz önce ışıl ışıl yapılmış beyaz lake-venge karışımı masamda seriliyorum. klimayı da vuruyorum yüzüme ki hararetimi alsın. bu iki enişte denilen lanetli, kuzenlerimin kocası. ingiltere'de yaşayan köfte dudaklı tatlılık abidesi kuzenim dışında diğerleriyle pek işim olmaz, hele büyüdükçe daha da sevimsizleşirler. nişan yapıp çağırırlar gitmem, düğüne geçerler ve yine çağırırlar; bir kez daha gitmem. bebekleri olur gitmem, bebekleriyle bizim eve gelirler ve bir kez daha gitmemek için hamle yaparken, böyle şeylere önem veren babama toslarım.

bu hafta sonu eve gitmeyecektim, kardeşim gelecek ve beraber raftinge, türlü madrabazlığa bulaşacaktık. fakat babam, bunun kaba bir davranış olacağını düşünmüş olacak ki dün aradı ve "hafta sonu gelmeyecekmişsin diye duydum, doğru mu" dedi. babam, bir şey duymuşsa ve doğru mu diye onay almak için arıyorsa, akan sular durur; rafting botunda ellerinde küreklerle saçma sapan işler yapanlar da donup kalır. dünya'da karşı çıkmayacağım tek insan babamdır, onu üzmem. tanrısal emirlere kafa tutarım, babama tutmam. gelmesem daha iyi olur baba dedim, hem evde yatacak yeri bırak yürüyecek alan da kalmamıştır. geleceksin dedi, bu bana yapılmış bir saygısızlık olur. tamam dedim, gelirim.

yaz olduğu için akşamları kolsuz penye giyen ve her kuruşun hesabını yapan sevimsiz enişteleri mecburen görecek ve fırsatını bulursam onları dumura uğratacağım. belki kırmızı tuborg içirir ve onları, bu dünyanın başka bir gezegenin cehennemi olduğuna ikna ederim. onlar da, benim gibi hastalıklı bir ruhla daha fazla zaman geçirmeyip pansiyona falan giderler, azıcık paraya kıyarlar. biriktir biriktir nereye kadar bu amk parasını da!

zaman intikam vaktidir, nişanda-düğünde takamadıklarımı yarın akşam tek seferde takacağım artık.



21 Temmuz 2011 Perşembe

drink yourself to death

leaving las vegas'ı ne zaman izlesem, bir şişe suyu bile kafaya dikemiyorum. boğazımı yakacağını düşünüyorum ilk yudumun, gözlerimin arkasında şimşekler çaktıracağını, ciğerlerimin ağzımdan çıkacağını. bazı filmler oluyor ki film icabı deyip geçemiyorsun. seni mıhlıyor, "içme artık şunu be adam, yarına kalsın" diye anlamsız isteklerle, tedirginlikle izliyorsun her kareyi. kaçıncı kere izledim bilmiyorum fakat ben, her zaman şişeyi sonuna kadar kafaya dikti. sera'ya o odaya girmemesini söylediğim halde, hep girdi. ağzı burnu bir kez daha dağıldı. yeni bir başlangıç yaparlar diye bir kez daha başlattığımda, ben şişenin dibinde kalanları bir bardağa boşalttı. rengi gitti içmekten, dudakları kurudu, vücudunda su kalmadı ama başucunda hep bir içki şişesiyle sızdı. içip izlemek midir doğru yöntemi bunun bilmiyorum ama varılan noktanın, içe içe ölecek kadar her şeyden vazgeçilmiş olması beni her seferinde susturuyor.

bugün bir ayrıntı ya da paralellik keşfettim; ben, sera'ya akşam yemeğine çıkma teklifi ettikten sonra bir restorana gidiyorlar. domates soslu makarnayı çatalına doladıktan sonra ağzına götürüyor. bunun nesi ayrıntı dersen de, bir önceki yazımı alttan buyur yak derim. domates soslu makarna yapmak ve için güzel bir gün, yaklaşık 18 saattir içmiyorum.


                             


thoughts of a dying atheist

bir süredir aklımda sadece şu sahne var: kızgın zeytinyağına sarmısak, domates, kekik ve biraz tuz atıp yeterince bekledikten sonra geniş bir tabağa koyduğum makarnanın üzerine bu sosu döküyorum, sonra çatalı yavaşça, profesyonel bir katilin şarjörü takarkenki soğukkanlılığı ve tam olarak ne yaptığını bilmenin dudaklarının kenarındaki hafif küstahlığıyla makarnanın içinde çeviriyorum. sarmısak ve domates birbirine karışmış, kekiğin kokusu ise burnuma doluyor. çatalım yükünü almışken hiç acele etmeden ilk lokmayı ağzıma götürüyorum. geniş beyaz porselen tabak, bira bardağında buzlu kola, televizyon açık, televizyonun camından yansıyan akşam güneşi ve yalnızlık. üstümü başımı sağa sola fırlatmışım eve gelince. kindar örümceğim muhsin nerede bilmiyorum, sitenin çimlerini sulayan tabancalar tiktakları müziğin sesine karışıyor. hafiften yorgun fakat huzurluyum. pazardan aldığım meyveleri gecenin ilerleyen saatlerinde yıkayacak ve film izlerken yiyeceğim. filmin orta yerinde bir yerde çöken ağırlık gözlerimi kapatacak, makarnanın bana verdiği yetkiye dayanarak hafiften kestireceğim yatağımda. boynumun altında iki yastık, masamın üzerinde boş bardaklar. 

bu biraz sonra başıma gelecek şeylerin küçük bir önizlemesi gibi, tek yapmam gereken eve giderken salkım domates almak. daha önce izlediğim bir filmi izleyeyim, yeni bir filmi beğenmeme gibi bir risk var fakat eskiler şaşmaz. kaybedenler kulübü'nün angut kuşu, son zamanlarda beni en fazla etkileyen şey oldu; kuzu budu gözün diye dolaşıyor ve her seferinde başka bir anlam, anlamsızlık ve tuhaflık buluyorum. bir şiir yazmaya çalışsam buna yaklaşmaya çalışırdım fakat neyse ki şiir üzerine herhangi bir denemede bulunmuyorum. bir hikaye yazmak bazen benim bile tahmin etmediğim kapılar açıyor, dördüncü paragrafta gelen demir pullu bir ejderhaya ve onun isli nefesinin dağıttığı bulutlara şaşkın bir çocuk gibi bakıyorum. yerdeniz büyücüsü'nü okuduğumdan beri ejderhalarla yaşamaya alıştım, ne güzeldin çevik atmaca!

domates soslu makarnaya çatalımla girişiyorum, kekiğin rayihası odanın içinde dolaşıyor. defalarca uyumak istiyorum.

drunk zombie

- gecenin üçünde kararlı ve çapraz adımlarla nereye yetişiyordun genç?

bira şişesinde balık olduğumuz bir gecenin ardından eve yürüyebilirmişim gibi geldi, müziğim ve bacaklarım yanımdaydı. cılız ışıkların yolumu aydınlatmaya çalıştığı bir gecede dev adımlarla eve doğru yürümeye başladım; mavi sakal'dan başladım yürümeye ilk ateşi yaktı. ilk taşı da günahsız olanınız attı. sırtımda çarmıhım yerine fotoğraf makinem vardı ve eve giden yol da hafiften uzamaya başlamıştı. ejderhaların alçak uçuş yaptığı sarp vadilerden geçmek, yerin yedi kat altındaki madenlere inmekten çok daha güvenli gözükürken gerçeğin ne olduğunu düşünecek kadar bile zamanım yoktu. hangi yüzyılın kayıp ozanıydım ve ben kimdim? ayağımın altında ufalanan taşlar sonsuz bir karanlığa karışırken fısıldayan ağaçların altından geçip eve sonunda vardım. yaklaşık bir saatte 5km yol yürümüş ve doğru kapıya ulaşmıştım. doğru sözcükleri söyleyince ardına kadar açıldı; kafam bir dünyaydı ve yatağım beni sarıp sarmalamak için hazırda bekliyordu. dolabı açıp kafaya bir şeyler diktim, bu sanırım ice tea doğrultusunda bir likitti. yatağa yığılmadan bir saniye önce alarmı kurmayı başardım.

sabah alarm çalmadan uyanıp soğuk suyun altına girdim. kafamın içinde daha önce duymadığım bir şarkı dönüp duruyordu. nota bilgim, diğer ağaçtaki maymuna iftira atan başka bir maymunun analitik geometri bilgisinden fazla olmadığı için bunu kağıda aktaramadım. şofbeni açmadım, sudan iğneler çıplak tenime çarptığı vakit daha iyi olacaktım. mentollü şampuanı avucumda biraz bekletip, bunun kafaya dikmek yerine kafaya dökmek için yapıldığına ikna oldum. her boku kafaya dikersem sonum dev bir köpükten hallice olurdu. daha gençtim, yeterince içtikten sonra eve yürüyecek gücüm vardı. 

evden çıkıp semte kurulan pazarın içinden biraz daha insan olarak geçtim, üzümler şahane gözüküyordu ve en son ne zaman üzüm yediğimi hatırlamıyordum. öğlen yemeğini üzüm merkezli renkli bir meyve tabağıyla geçiştirirsem, devam etmekte olduğum diyete bir halka daha ekleyebilirdim. yiyerek zayıflatan diyetler bir kenara, içerek zayıflamanın imkansız formülünü bulduktan sonra, kel dervişler gibi kanal kanal gezebilirdim. 




20 Temmuz 2011 Çarşamba

seçeneklerin sonu

geçen hafta pazardan aldığım salata malzemelerinin ve yeşilin her tonunun sonuna dün gece, roka-tavuk-mısır triosuyla geldim. yeşillik kalmadı salatasını yapabileceğim, öğlen arasında da makarna yaparak bir saat boyunca debelenmek ve bulaşık çıkartmak istemiyorum. nedense haddinden fazla bulaşık çıkartmak konusunda tanrı vergisi bir yeteneğim var. tezgahın halini gören büyükelçiler, kraliyet ailesine düğün yemeği hazırladığımı iddia ediyor. gerçek hayatta büyükelçi görmemiş olmam ise kaderin cilvesi olsun, belki umarsızca birbirimizin yanından geçip gitmişizdir. nerede bu adamlar asuman ve neden beni arayıp sormuyorlar?

yeni aldığım zeytinyağını merkeze alarak küçük bir öğün yaratma becerisinden yoksunum, aklıma hiçbir şey gelmiyor. patates kızartırsam diyet tanrılarının gazabından korkuyorum, sac kavurma yaparsam da tanrının direk bahçeme inip kapımı penceremi yumruklamasından çekiniyorum. 

bu arada eski patroniçem mail atmış "neredesin, telefonuna ulaşamıyorum, niye bu kadar hayırsız çıktın sen" diye. tüm binalar havaya uçtuktan sonra gülümseyen bruce willis gibi gülümsedim, ben tam olarak böyle bir insandım. sonsuz bir vurdumduymazlığın etle muhteşem birleşimiydim. yaptığım hiçbir şeyin net bir çünküsü yoktu, sadece içimden ne geliyorsa onu yapmaya çalışıyordum. telefon kullanmaktan nefret ediyor ve insanları arayıp sormak konusunda engin bir isteksizlikle yaşıyordum. buna rağmen insanlar beni seviyordu bir şekilde, kötü niyetli olmadığımı hissediyorlardı sanırım. gerçekten kötü niyetli değilim, hele bim'den alışveriş yapıp poşetlerle eve dönerken, kötülüğün zerresi bile içimde barınmıyordu. sadece sosyallik ve sürekli iletişim içinde olmak bana göre değildi. belki mail atarım ve ona numarasını kaybettiğimi, askerden sonra hattımı değiştirdiğimi, öğlen yemeklerini özlediğimi ve istanbul'a gelirsem mutlaka uğrayacağımı söylerim. iyi bir insandı, başka bir yüzyılda yaşasaydı atının üzerinde erkekle birlikte savaşa giderdi.

biraz önce de kardeşim aradı ve motorsiklet (yamaha fazer) alacağını söyledi, para ve rahat fazla gelmiş arkadaşa. vazgeçirmek telefonda kısmet olmadı, hafta sonu konuşacağım artık türkiye'deki şoförlerin ne kadar dangalak olduğu hakkında. lan zaten araban var? bir de bana bak, toplu taşıma şovalyesi gibi oradan oraya sekiyorum yıllarca. daha ehliyetim yok ve bu odaklanamama problemiyle şarampolden yuvarlanmamak için bir süre daha almayı düşünmüyorum. 

yazı da kesik başlı semenderler gibi sağa sola çarpmaya başladı. ne yiyeceğim konusunda net bir fikir oluşur diye yazmaya başlamıştım; büyükelçiden patroniçeye, yamaha fazerden vurdumduymazlığa geniş bir yelpazenin kenarlarını dişlerken buldum kendimi. hayat zor. 


19 Temmuz 2011 Salı

esmiyor

evin tüm pencereleri açık olmasına rağmen yaprak kımıldamıyor, dünyayı vakumlanmış bir pet şişenin içine sıkıştırmışlar sanki; en ufak bir hava akımından azade saatlerde öylesine bekliyorum. indirdiğim filmin iso uzantılı olması, bunu açmaya çalışırken çeşitli programlar kurmam, o programların çalışma mantığını anlamaya çalışırken de saatin geçmesi, teknolojiden de ıvır zıvırdan da nefret ettirdi. 6 gb'lık filmi ve ardından kurduğum hokkabaz programları büyük bir kararlılıkla sildim. cehennemin dibine gidin e mi? mount image imiş. bana sanki klimanjaro'dan bahsediyor kafir. altı üstü bir film, sanal bellek oluşturmaya ve yeni set up'lara gerek yok. zaten 1080p benim neyimeyse, açgözlü olmamak lazım.

fiziksel şartları pek umursayan bir insan değilim fakat yine de açık pencereden yukarılara bağırmak istiyorum bu ne sıcak, azıcık estir diye. yemek yapasım da kalmadı, şuursuz rejim çerçevesinde iki deste roka yiyecektim. iki gündür sağlığıma büyük yatırımlar yapıyorum; basket oynuyor ve powerade içiyorum. kaybettiğim mineralleri geri veriyormuş sanırım, kaybolan yıllarımı kim verecek peki? yaşım oldu 28-29 (bu kahrolası yaş hesaplamayı hala çözebilmiş değilim ama yine de 29 olmamışımdır). ve hala ne istediğimi bilmiyorum. dün basket sahasında 94'lü çocuklarla (ama hayvansılardı) basket oynadıktan sonra, altı yaşındaki egemenle şut çalıştık. o kadar cılızdı ki yavrucak, son gücüyle topu ittirdiği vakit ancak çembere ulaştırabiliyordu. eylülde okula başlayacakmış. işin zor egemen, uzun ve yorucu yıllardan sonra geldiğin nokta, her şey bunun için miydi lan sorusundan farklı olmayacak. her şey ne içindi peki?

neyse ki leonard cohen var, sakince anlatıyor yine meramını. one of us cannot be wrong da ne güzel bir şarkıdır, winamp hızını aldı bu saatten sonra kötü seçim yapmaz diyecektim ki the postal service - clark gable ile bunu onayladı. winamp sen ne güzel, basit ve kullanışlı bir programsın; varoluşun beni her gün kutsuyor. kavram karmaşasına girmeden, sanal sürücü oluşturmadan ve bir yalanı yaşamadan işini yapıyorsun. patron olursam senin gibi çalışanım olmasını, olamazsam da senin gibi çalışmayı isterdim. bu aralar işe olan dikkatim yerlerde sürükleniyor, mağazanın içinde dahi içkiyi bırakmayan kefereler için bar çiziyorum. üç alternatif istedi patron; içbükey, dışbükey bir de demir bükey olarak bunları tamamladım; modellemelerine geçtim. o kadar boş ve anlamsız bir iş ki, bozcaada'ya sığınma talebinde bulunmak isteğim aldı başını gitti. bana bir ada ve rüzgar lazım.

yeşillik yemekten kendimi büyükbaş gibi hissediyorum, şiirsel bir saçmalamanın üçüncü ya da dördüncü dizesinde takılı kalmayı da tercih edebilirim. sonuçta hemen her şey benim tercihimle şekilleniyor; mobil onay kodlarıyla tüm faturalarımı oturduğum yerden ödüyorum. bankaya gitmeme gerek kalmıyor fakat o cehennem kadar doğrulama-şifre ve kulamparalıktan sonra keşke bankaya gitseydim diyorum.

ama esmiyor. biraz esse iyiydi de temmuzun 19'unda, yazın tam ortasında yaprak kımıldamıyor.


18 Temmuz 2011 Pazartesi

revolution now

uzun yıllardır ağzımın etrafından ayrmadığım top sakalımı kesmekle başladım işe. maske ve şnorkeli doğum günü hediyesi olarak babamdan almıştım fakat satıcının da dediği gibi bıyıklar su izolasyonu açısından sorun yaratabilirdi. kaş, kekova, olimpos, phaselis ve daha uzak diyarlara gidip bir de su altından bakmanın zamanı gelip de geçerken, makineyi vurdum sakalıma. yüzüm açıldı, imaj tamamen değişmişken bir de jöle çaldım kalın telli laftan anlamaz saçlarıma. bambaşka bir insan oldum, suratıma seri tokatlar atıp aynadaki aksime "lafımdan çıkmayacaksın" mesajını ilettim de ben ne anlatıyorum bilmiyorum.

şunun farkına vardım ki, yazı yazma isteğim tamamen bitti. iki aydır yazmadığım moleskine'me doğum günü münasebeti nedeniyle bir şeyler karalarken sayfanın yarısında kaldım. oysa etrafı anlatsam bile yeterdi. taş bir köprünün üzerinde, uzaktan taşıdığımız buz gibi biraları içiyorduk. köprünün altında uçurum, uçurumun bittiği yerde de turkuaz bir deniz vardı. uzaktan beyaz yelkenliler geçerken cırcır böcekleri susmuyordu. akdenizin serin esintileri, ufuktan son hızla gelip biramızdan bir yudum almaya çalışırken zaman bir şekilde geçiyordu. denizin altındaki diyardan ve balıkların umarsız hayatlarından sonra, balık olma isteği insan olmaktan ve her geçen gün bunu anlamlandırmaya çalışmaktan daha güzel geldi. kayaların arasından süzülen renkli bir balık, her şeyi on saniyede bir unutsam da olur. şimdi hatırlıyorum da ne oluyor sanki? uzun bir rotanın ardından sahile çıkıp biraz kuruduktan sonra, doğum günü kutlamaları çerçevesinde bira almaya gidip her zaman içtiğimiz kuytunun karpuz yeyip gürültü yapan davarlar tarafından işgal edildiğini görünce yolumuza devam ettik. insanlardan hoşlanmıyorduk, hele boş bakışlarla tarihi eserlere bakan, 2.5 litre kola taşıyıp bunun boşunu çöp kutusuna geri götürmeye üşenen, gürültü yapan, poz veren, her durumdan espri çıkarmaya çalışan, midesi bulanıp dert edecek bir şeyler arayanlardan bilhassa kaçıyorduk. defne ağaçlarının altındaki patikayı takip edip köprüye ulaştık. birkaç saat önce, köprünün altındaki mağaraya kadar yüzmüş ve kafamızı asırlık tonoza bakmak için yukarı kaldırmıştık. köprünün üzerindeki ağaç bile bizden yaşlıyken, obamızı kurup ilk biraları buzlu poşetten çıkardık. son bir haftadır içiyordum ve mekanın mitolojisi etrafımı sarmasa, bira içmekten bıktığımı bile iddia edecektim. her şey yerli yerindeydi, olması gerektiği gibiydi.

hayatımda bir değişiklik yapmak için geç kalmış olabileceğimi düşünüp birkaç karar aldım çabucak. artık beyaz ekmek ve kilo aldıran şeyler yemeyecek, salataya verecektim kendimi. haftada iki gün, bağlarım yeter artık deyinceye kadar kendimi zorlayacaktım. bırakınca gidiyordu, her geçen gün daha az hareket ediyor ve daha fazla içiyordum. bu da bana dev bir cüsse olarak geri dönüyordu. bir süreliğine içmeme kararımla birlikte evime gelirken, kapının önünde siyah bir poşet gördüm.

çöpü atmayı unutmuştum sanırım fakat kapının önüne kadar çıkardıktan sonra onu yere bırakmak gibi şeyler yapmazdım; sıkı sıkı çöpü tuttuktan sonra onu en yakın çöp tenekesine atar, bu sırada elimde anahtar varsa onu da beraberinde fırlatırdım. çöp atmak bende trajediye dönüşür ve kendimden nefret ettiğimle kalırdım. hayat o zamanlar daha bir acımasız gelirdi.

poşete yaklaşınca içinde kırmızı tuborg kutuları gördüm, bir süredir evde kırmızı tuborg içmiyordum. birisi içip içip benim kapımın önüne mi bırakmış acaba derken, kutuların dolu olduğunu gördüm. dinamit lokumu olup olmadıklarından emin olmak için kutuya iyice yaklaştım, bir tane rulo vardı. birisi ölüm fermanımı yazmış ve son isteğimin de doğru tahmin ettiği üzere kırmızı tuborg olacağını düşünüp peşin ödemişti. artık ölebilirdim fakat biralar ılıktı ve ben son bir haftadır her gün içtiğim için artık içmek istemiyordum.

kapıyı sıkıca kapatıp ruloyu açtım, birisi doğum günümü kutlamıştı. birisi, benim evimin kapısının önüne kadar gelip kırmızı tuborg poşetini bırakacak kadar yaklaşmıştı bana. sevgisinden şüphe duymadım da ya benden nefret etseydi? failim meçhul mu olurdu bir pazar akşamında?

biraları dolaba yerleştirip pazardan aldığım yeşilliklerden bir salata daha yaptım; iki hafta içinde on kilo vermek zorundaydım. çembere kadar zıplamalı ve aralıksız koşmalı, gençliğimin hakkını şakaklarımdan akan her bir ter damlasında vermeliydim. 





16 Temmuz 2011 Cumartesi

ki do dun o nu

umrumda değil. merdiven girişi, bir apartmanın zemin kat rölövesi, giydirilmiş kolonlar, seramikler ve rıht yüksekliği. sabah yatağımda çapraz uyanıp ayılmak için soğuk duş aldım, yoğurt ve domates yedim, alka seltzer içip kral tv izledim fakat henüz tam başarıya ulaşmış değilim. parmaklarımda bir halsizlik ve neler olduğunu tam anlamama hali var yirmi sekiz yıl önce olduğu gibi. bu sefer ağlamam için kıçıma tokat atan bir doktor yok sadece ve üzerim giyinik. geri kalan her şey aynı. hayat hakkında diyebileceğim pek bir şey yok, yuvarlanıp gidiyoruz işte. bir tepede durup da kainata bakarken birisi arkamdan itelemiş gibi, sonsuza dek düşme hissi değil de yuvarlanma; ağız burun dağıtırcasına.

doğum günlerimde genelde dev bir z raporu yazardım fakat hemen her günümü kayıt altına aldığım şu zamanlarda bu gereksiz bir tekrardan öteye gitmez. zaten parmaklarımda enerji yok, bundan saatler önce kaleiçi'nde bir barın sokağa atılmış masasında bir bira daha içerken son enerjimi tükettim. fotoğraf çekmeye çıkıp eve sarhoş döndüm. yüzümü döndüğüm güneş, dağların ardına gittikten sonra bu sefer dolunay çıktı. iş arkadaşım o kadar aptalca sorular soruyor ki ne yazdığımı bilmiyorum, beni çoğu zaman çileden çıkartıyor. ben ne bileyim tavan yüksekliğini, pencere genişliğini.

içimde bir sıkıntı var, dolunay günleri hep böyle oluyor  huzursuzluk çıkartmak istiyorum. neyse yazmak istemiyorum, pek bir anlamı da yok zaten 28 yıl önce başıma gelen şeyin. cumartesi çalışmak bile daha net bir gerçeklik.


14 Temmuz 2011 Perşembe

içmişiz, hepsi bu

ölümcül bir tembelliğin esiri oldum yine, akşamları basket oynamak yerine marketten bira alıyorum. biralar daha gece çökmeden bitince, gidip biraz daha bira alıyorum. bir arayış içinde miyim yoksa her şey rayında mı bilemiyorum. bu akşam üstü işten çıkıp eve gelirken artık aşk acısına benzer bir şey duymadığımı, kimseyi pek düşünmediğimi ve yeni birisini sevmek istemediğimi fark ettim. iki kişi olmanın düşüncesi bile fazla geldi, cepli penyeme sıkıştırdığım birkaç kağıt parayla yürümeye devam ettim. semt pazarı kurulmuştu, cehennem kadar yeşilliği öğlen aldığımdan bir ihtiyacım yoktu. saat altıydı ve yapmak istediğim neredeyse hiçbir şey yoktu. ödevim yoktu, birisine verdiğim sözüm yoktu, mesaim yoktu, beklediğim bir otobüs, insan, zeplin, greyder, kompresör ve  torbacı da yoktu. hiçliğin ortasında daha fazla kalmamak için markete uğrayıp bira aldım. erkenden uyumalı ve sonraki güne geçmeliydim, belki gece yarısı uyanır sana uzun bir yazı yazardım başlığı "senden sonra, benden önce" olan. 15 temmuz yarındı değil mi?

eve gelir gelmez bulaşıkları sıcak suyla yıkadım. öğlen sadece salata yapmama rağmen yine beş farklı bulaşık çıkartmayı başarmıştım. pratik değildim ve bir şeyi dağıtmak konusunda fena sayılmazdım. biralar buzlukta biraz daha soğurken pencereleri açtım, tek bir hava zerresi bile hareket etmedi. hava sıcaktı, akşam güneşini yiyen ev soğuyacak gibi gözükmüyordu ama bunu dert etmedim. üstümü başımı yine sağa sola fırlatıp buzluğa yöneldim. işte bilmem kaç binincisini içtiğim bira. kaçıncı açma halkası ve ilk yudum? ilk biramın yarısına genelde üç saniyede ulaşırım. 

didim'de bir rock barda çalışırkenki rekorum ise ellilik birayı dört saniyede bitirmekti. üç yudumda birayı bitirir ve arjantin bardağı deskin üzerine sertçe indirirdim. bazen çok içer ve daha gece başlamadan sarhoş olurdum. sonraki saatler ayılmaya çalışmakla geçerdi. sonra sevgilim gelirdi, ona bir tane bira açardım. yavaş içerdi, ben çalışırken beni izlerdi. izlemek ve içmek ona yakışırdı, beni severdi; onu çok severdim. bir 16 temmuzda karşılaşmıştık, benim doğum günümde; bir sahilin kumları üzerinde. ablasıyla aynı gün doğmuş ve ablasıyla bir sene önce çıkmıştım. geçmişimdeki dengesizlikler mi beni rahatsız eden, oturduğum koltuğu ve ofisi cehenneme çeviren bilmiyorum.

hangisi benim, hangisi sensin? killing me killing you diye bir şarkı vardı, bir ara sadece bunu dinlerdim. eskiden daha duygusal bir insandım sanırım, anlam yüklemek konusunda fena değildim fakat başlangıcını bilmediğim bir süredir, kendimde değilim. çok üzülmüyor, çok sevinmiyorum. çok fazla bir beklentim yok, dolayısıyla hayal kırıklığına da uğramıyorum. yarın patrona söylersem, cumartesi izin alır ve doğum günümü akşama kadar içerek geçirebilirim fakat bunu yapmayacağım. cumartesi on beş dakika işe geç gidip, öğlen olmasını bekleyecek ve sonra çıkacağım. bir otobüs, sonra bir otobüs daha. bu hafta başlayalı dört gün oluyor ve neredeyse aklımda hiçbir şey yok, ofiste işlerim yoğun altından kalkmaya çalışıyorum fakat yine de herhangi bir proje tesliminde duyduğum sıkıntının küçük bir yüzdesini bile duymuyorum. özellikle mecburi hizmet askerlikten sonra "canımı mı alacaklar ya" diye düşünüyorum. bu iş, hayatımın işi değil; patron da hayatımın geri kalanında örnek alabileceğim bir rol model değil. gerçi aragorn'dan sonra pek kimse kalmadı.

son bir buçuk saattir yazı yazdığım için, bira almaya gidecek fırsatım olmadı; iyi de oldu. artan parayla yarın içerim. bazen biranın yetmediğini düşünüyorum, bir duble viski beni kendime, seni bana; ikimizi de başka yerlere götürürdü sanki. bir paris öğleden sonrasına ya da piramitlerin tam önüne, provence'nin taş sokaklarına ya da bir kent meydanına. 

böylesi daha iyi, içmişiz hepsi bu. senden sonra, benden önceki güne bir gün kaldı bak. her geçen gün ölüyoruz.



13 Temmuz 2011 Çarşamba

side by side

hızlı ve yorucu geçen günün ardından evime ulaşıp üstümü başımı sağa sola fırlatmak iyi oldu. hava yeterince sıcak değilmiş gibi bunu pekiştirmek için side'ye rölöve almaya gittik. dört erkek bir arabada a noktasından b noktasına giderken ne konuşursa, biz de ondan konuştuk: kadınlar, kadınlar, kadınlar ve memeleri. alçıpanın efendisi, hakedişin lordu, ekipler amiri ve bir de ben: bihaber mimar. arka koltukta bir elimde lazer metre, diğerinde ise planların çıktıları. ölçeksiz. ölçeği kaybettim bir süredir, fit to paper deyip geçiyorum. mimarlık değil de, başka bir işte çalışıyorum sanki. fotoğraf çekmek üzerine daha fazla düşünür oldum, oysa yeryüzüne mimarlık yapmak için gönderildiğimi düşünürdüm.

rusların neden güzel olduğuna dair fikirler arabanın camlarından sekip önüme düştü, bizde olmayan herhangi bir şey bize çekici gelir diye başladım; rusya'da da sarışın-mavi gözlü olmak yerine kara kaş ve kara göz prim yapardı. insanların ilgisini aynılık değil, sürüden ayrılanlar çekerdi. dolayısıyla rusya'ya gidersem iyi bir şansım olacaktı fakat gittiğim en uzak yer side'ydi. iş vardı ve rölöveyi benim almam gerekiyordu. eğer ortamda bir rölöve alınması gerekiyorsa, bu genelde benim başıma patlıyor. fatih terim'in boğaza nazır villasından tut da, istinye park'taki lüks makarnacıya kadar elimde metreyle dolaşmadığım yer kalmadı. bir makarnayı otuz kağıda bırakıyorlardı ki ulan bunun bi paketi bir lira ve beş kere makarna yapıyorsun zaten?

acıktım bak, şirketin hesabından yediğim domatesli kebabın ve künefenin üzerinden çok zaman geçti; yolda olmanın küçük bir demosunu bugün yaşadım ve keşke gezebileceğim bir işim olsun dedim. sıcakta çalışan insanlar, kamyon kasasına doluşanlar, trafik kazaları ve refüjler, çarşıda bikiniyle dolaşan turistler, tam donanımlı tırlar, inşaatlar derken bir sürü şeyle karşılaştım. bu bir sürü şey zamanla yazılarımı etkileyecektir fakat önce tava yoğurdunu bir tabağa aktarıp, çıtır pane kaplı vicdansız tavuk ile karnımı doyurmalıyım. açılmamış kolam da var, hayat güzel lan aslında. içince daha bir güzel ama, ne yazdığımı uyanınca anlamamayı seviyorum.


sober

there is a shadow just behind me...

yedinci biramın herhangi bir noktasındayım ve tool dinliyorum. sana anlatacak hiçbir şeyim yok, kafamın içinde dolaşan belli bir fikrin olduğunu da söyleyemem. en son ne düşündüm onu bile hatırlamıyorum. dün salıydı ama, yarın ise semt pazarı. roka ve kıvırcık marul alacağım, zeytinyağı ve limon stoğum yerinde. benim için kaleye bıraktığın izleri biliyorum, yürüdüğüm yolların üzerindeki ayak izlerini. hafif kısa ve dalgalı saçını, ferini kaybetmiş gözlerini ve ara sıra kapıldığın umutsuzluğu.

hayvanların derileri ve kürkleri onlardan vahşicesine alınıp işleniyordu, bunları yapan insanlar vahşiliklerini satmak için gösterişli mağazalar isterken ben devreye girdim. gelen müşteri hemen çıkmasın, çığlık atan hayvanların kürkleriyle saatlerce uğraşsın diye alengirli bir plan çizdim. bunu patrona gösterdim, son bir haftamı buna ayırdım. inanmadığım değerler üzerinden aldığım maaşı, inandıklarıma yatırdım; telefoto lens alıp bira içtim, hala içiyorum. hafif sarhoş olduğum anları sevdiğini söylemiştin bir keresinde, saçların bir kez daha dağılmıştı. düz fön nedir bilmezdin, çoğu zaman işe gitmek istemezdin. uyukladıktan sonra bir kitabın önünde, bir yeşile bakan pencerenin kenarında yaşamak isterdin ve ben adını bilir fakat yüzünü hatırlamazdım.

jeff buckley hallelujah'ı söylerken, ben her yudumda biraz daha sana yaklaşıyorum. sen kimsin hiçbir fikrim yok. bunun bir önemi de yok. önem vermeyi bıraktığımdan beri her şey kendi değerine yakınsadı; limitleri sonsuza yaklaşmayı bırakıp asıl değerlerine döndü. birkaç saat önce kankam denilen kıptinin doğum günüydü mesela. iki tane birayı da onun içtim, peki nereden kankamdı?

yıllar önce, basket oynarken elimi bir yerlere çarpmış ve kanatmıştım; bu manyak da iyi kullandığı tırnaklarıyla elini kanatmış ve kan kardeşi olmayı gerçekleştirmişti. kan kardeşliği nedir ne değildir bilemem ama bu herif şimdi arasın ve yarın gel lan hayvan adam desin, istanbul'da olurum. yarın akşam istanbul'da olmak fantastik gelebilir ama uçak bileti alacak param var; gerisini de bir şekilde hallederiz.

her paragrafım mantığa atılan bir pençedir belki fakat scatterbrain'deyim. ilk defa ne zaman dinlediğimi düşünsem bulurum ama biraz sonra sızacak olmanın tembelliğindeyim. ay yavaştan dolarken doğumgünümü bekliyorum. nerede olacağımı henüz bilmiyorum ama adını biliyorum. adını seviyorum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

tamron has come






belalı lensim ile çektiğim fotoğrafları biraz önce bilgisayara aktardım ve sonuçlar hiç fena değil. düşük ışık koşulları ve enstantanede bile tatmin edici bir sonuçtan söz edebilirim. elde çekim ve yüksek f değerleri ile vardığım nokta beni fotoğraf dünyasına para aktarmak için teşvik etti. bir 100mm f 2.8 canon değil ama, 250 kağıda kapattığım bir lensten bahsediyorum. iki haftada biraya verdiğim para neredeyse lensin ederini geçti. içimdeki istek ve örümcek hisleriyle, çantamda bira ve yanımda kardeşim ile daha iyi sonuçlara ulaşmak dileğiyle.