6 Temmuz 2011 Çarşamba

ondan sonrası kayıp

alternatif bir geçmişte şunlar yaşanacaktı: ofisten çıktıktan sonra eve gidecek ve üzerimi değiştikten sonra basketbol oynayacaktım. geldikten sonra da salata yapacak ve sağlıklı bir hayatın gereklerini elimden geldiğince yerine getirecektim. erken yatarsam erken de kalkabilecek ve birkaç saat temizinden kara geçecektim. bazen planlar bir telefonla dağılır, sağlıklı bir hayat diye geveledikten saatler sonra gecenin dördünde bir otobüs durağında, elinde kaçıncı olduğunu bilmediğin bira ve sigara ile melancholy man dinlersin. renkler ve ışıklar gecenin karanlığında yitip gider, müzik devam eder.

mesainin bitmesine sayılı dakikalar kala çalan telefon salatayı sokağa savurdu, basketbol topunu da ikiye ayırdı. kaleiçi'nde bir yerde buluşacak ve birkaç bira içecektik. günlerden pazartesiydi, birkaç bira fena gitmezdi. ilk gittiğimiz yerde tuborg olmayınca mecburen kalktık; garantili mekan ayyaş'a çöktük. yanan ciğerlerin üzerine soğuk altın döktük, tuborg gold olması gerektiği gibi soğuk ve lezizdi. bira ve muhabbetin ardı arkası kesilmeyince fakat bir yandan da çalan müzikler bunaltınca, kulaklarımızın pasını almak için şöyle gitarların cayırdayacağı ve istediğimiz şarkıları dinleyebileceğimiz the bar yollarına vurduk kendimizi. halihazırda altı tane bira içmiştim zaten ve gittiğimiz yerde tuborg olmayacaktı. mecburen efes fıçı ile devam ettik, artık tepeden yuvarlanan bir kaya gibiydim ve önüme gelenleri bünyeye katarak hızlanıyordum. rammstein'den bon jovi'ye, scorpions'tan him'e ne varsa boş barda yankılanıyor ve ben sahnedeki mikrofona geçip rockstar taklidi yapıyordum. saatler biralar kadar hızla devrilmişken, üçü biraz geçe kalktık diye hatırlıyorum. on birayı geride bırakalı birkaç saat olmuş ve irade sensörü tamamen parçalanmıştı. bardan çıktık birer bira daha aldık, ışıklar caddesi'nden yürürken bunlar bitti, sonra bir bira daha. artık saat dördü geçmişti ve hayatı akışkan şekilde kaydedemiyordum. sadece birkaç kare vardı aklımda. bir durak, melancholy man, boş caddeler, uzakta bir büfe ve taksi. taksiye kendimi zor attım, eve gelip yattığımda salının bir an önce bitmesine dua edecek kadar tanrıya inanmaya başlamıştım.

salı, bir malın günlüğü gibi geçti. bir ara kemer'de yaptığımız mağazaya gittik, birkaç teslimat vardı. bilgisayardakinin aynısı yapılmıştı, işçilik muazzamdı, harika gözüküyordu fakat benim beynim kulaklarımdan akıp gittiğinden olsa gerek, gözün gördüğünü işleyemiyordu. birileri bir şeyler anlatırken, projede çalışan mimar olarak onları dinlemem ve birkaç şey söylemem gerekirken, ben sadece çarpık bir gülümseme ile onlara bakıyordum. zaman geçmiyor ve perişanlığım düzelmiyordu. tekrar antalya'ya gelip eve gidince, biraz salata biraz da lou reed - perfect day ile kendime gelir gibi oldum. gözlerimi kapatıp yatağın üzerinde bekledim, perfect day sonrası mad world, üzerine de alka seltzer ofise geri gidip üç saat oyalandıktan sonra eve geri dönecek kudreti verdi. 

üç saat sonra eve geri döndüğümde soğuk bir duş alıp yatağa süzülmek, dini bir ritüelin ilk dakikalarını anımsattı. kitaro, kevin kern ve cenneti anımsatacak şarkılardan son enerjimle bir liste yapıp gözlerimi kapadım. uyanınca ayılacak, düzelecek ve bir daha efes içmemeye ant içecektim. her şey kararında, bira da yüzde yüz maltında güzeldi.


Hiç yorum yok: