14 Temmuz 2011 Perşembe

içmişiz, hepsi bu

ölümcül bir tembelliğin esiri oldum yine, akşamları basket oynamak yerine marketten bira alıyorum. biralar daha gece çökmeden bitince, gidip biraz daha bira alıyorum. bir arayış içinde miyim yoksa her şey rayında mı bilemiyorum. bu akşam üstü işten çıkıp eve gelirken artık aşk acısına benzer bir şey duymadığımı, kimseyi pek düşünmediğimi ve yeni birisini sevmek istemediğimi fark ettim. iki kişi olmanın düşüncesi bile fazla geldi, cepli penyeme sıkıştırdığım birkaç kağıt parayla yürümeye devam ettim. semt pazarı kurulmuştu, cehennem kadar yeşilliği öğlen aldığımdan bir ihtiyacım yoktu. saat altıydı ve yapmak istediğim neredeyse hiçbir şey yoktu. ödevim yoktu, birisine verdiğim sözüm yoktu, mesaim yoktu, beklediğim bir otobüs, insan, zeplin, greyder, kompresör ve  torbacı da yoktu. hiçliğin ortasında daha fazla kalmamak için markete uğrayıp bira aldım. erkenden uyumalı ve sonraki güne geçmeliydim, belki gece yarısı uyanır sana uzun bir yazı yazardım başlığı "senden sonra, benden önce" olan. 15 temmuz yarındı değil mi?

eve gelir gelmez bulaşıkları sıcak suyla yıkadım. öğlen sadece salata yapmama rağmen yine beş farklı bulaşık çıkartmayı başarmıştım. pratik değildim ve bir şeyi dağıtmak konusunda fena sayılmazdım. biralar buzlukta biraz daha soğurken pencereleri açtım, tek bir hava zerresi bile hareket etmedi. hava sıcaktı, akşam güneşini yiyen ev soğuyacak gibi gözükmüyordu ama bunu dert etmedim. üstümü başımı yine sağa sola fırlatıp buzluğa yöneldim. işte bilmem kaç binincisini içtiğim bira. kaçıncı açma halkası ve ilk yudum? ilk biramın yarısına genelde üç saniyede ulaşırım. 

didim'de bir rock barda çalışırkenki rekorum ise ellilik birayı dört saniyede bitirmekti. üç yudumda birayı bitirir ve arjantin bardağı deskin üzerine sertçe indirirdim. bazen çok içer ve daha gece başlamadan sarhoş olurdum. sonraki saatler ayılmaya çalışmakla geçerdi. sonra sevgilim gelirdi, ona bir tane bira açardım. yavaş içerdi, ben çalışırken beni izlerdi. izlemek ve içmek ona yakışırdı, beni severdi; onu çok severdim. bir 16 temmuzda karşılaşmıştık, benim doğum günümde; bir sahilin kumları üzerinde. ablasıyla aynı gün doğmuş ve ablasıyla bir sene önce çıkmıştım. geçmişimdeki dengesizlikler mi beni rahatsız eden, oturduğum koltuğu ve ofisi cehenneme çeviren bilmiyorum.

hangisi benim, hangisi sensin? killing me killing you diye bir şarkı vardı, bir ara sadece bunu dinlerdim. eskiden daha duygusal bir insandım sanırım, anlam yüklemek konusunda fena değildim fakat başlangıcını bilmediğim bir süredir, kendimde değilim. çok üzülmüyor, çok sevinmiyorum. çok fazla bir beklentim yok, dolayısıyla hayal kırıklığına da uğramıyorum. yarın patrona söylersem, cumartesi izin alır ve doğum günümü akşama kadar içerek geçirebilirim fakat bunu yapmayacağım. cumartesi on beş dakika işe geç gidip, öğlen olmasını bekleyecek ve sonra çıkacağım. bir otobüs, sonra bir otobüs daha. bu hafta başlayalı dört gün oluyor ve neredeyse aklımda hiçbir şey yok, ofiste işlerim yoğun altından kalkmaya çalışıyorum fakat yine de herhangi bir proje tesliminde duyduğum sıkıntının küçük bir yüzdesini bile duymuyorum. özellikle mecburi hizmet askerlikten sonra "canımı mı alacaklar ya" diye düşünüyorum. bu iş, hayatımın işi değil; patron da hayatımın geri kalanında örnek alabileceğim bir rol model değil. gerçi aragorn'dan sonra pek kimse kalmadı.

son bir buçuk saattir yazı yazdığım için, bira almaya gidecek fırsatım olmadı; iyi de oldu. artan parayla yarın içerim. bazen biranın yetmediğini düşünüyorum, bir duble viski beni kendime, seni bana; ikimizi de başka yerlere götürürdü sanki. bir paris öğleden sonrasına ya da piramitlerin tam önüne, provence'nin taş sokaklarına ya da bir kent meydanına. 

böylesi daha iyi, içmişiz hepsi bu. senden sonra, benden önceki güne bir gün kaldı bak. her geçen gün ölüyoruz.



1 yorum:

nstemi dedi ki...

ne de güzel yazmışsın..

aldım çiçeğimi şurama bastım,
bastım ki yalnızlığımmış.