31 Ağustos 2010 Salı

tasarım kaygısı ve bıkkınlığı





bu blogun tasarım ve tasarım kaygısı hakkında da söyleyecek bir çift lafı bulunmaktadır:


"tasarım" der. "tasarımının" diye hafiften düzeltir ve o sırada sinir krizi geçirir. bu blog, tasarımdan ve daha iyi bir dünya fikrinden nefret eder. çünkü zaten, bu blog kısıtlı zekamın yaptığı en iyi şeyken ve dünya, buradan hiç de fena gözükmüyorken, bunu değiştirmeye çalışmak zaman kaybıdır. kişinin kendisine eziyetidir, asıl yazılması gerekenlerden fersahlarca uzaklaşıp arka planda kaybolmasıdır. bu blog yazarının, kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak bahseden musti sevimsizliğine bürünmeden hemen birinci tekile döneyim, tek amacı sıkıntısını yazarak hafifletmektir.



evet, yine kardeşimin odasına kurduğum bilgisayarın başındayım. essin diye evdeki tüm kapıları ve pencereleri açtığımızdan, annem ve onun dakika başına otuz kelime saydırabilen sevimsiz arkadaşının sesi kulaklarıma gelip şu anda dinlemekte olduğum nice dream ile karışıyor. nefret ediyorum, sinirleniyorum ve bunu içime atıyorum. ergene dönüyorum, susun be artık diye bağırmak istiyorum. bu gereksiz konuşmalarını bilgisayara atsam en fazla 1 kb yer kaplardı, içerik açısından o kadar boş bir konuşma gerçekleşiyor. bir taraftan dolma yapıyorlar ki, ben dolmadan da epey nefret ederim. susmuyorlar, kelimeleri gelip sağ kulağımda parçalanıyor. nefes dahi almıyorlar, bu aralar havaların serinlediğinden bahsediyorlar. içimdeki mutsuzluk ile başka bir şey yapacak değilim, çünkü bu durumdayken okuduğum hiçbir şeyi anlamıyorum. sayfaya bakıyorum ki bahsettiğim kitap, son senelerimin en büyük hediyelerinden biri olan "otostopçunun galaksi rehberi". ingilizcesini yazmak isterdim ama o hitchhiker's kısmında cinnet geçiriyorum. tabii bir de bilgisayarımın başından kalktığım an çöreklenecek ergen bir kuzenimin varlığı beni tedirgin ediyor, evin içinde bir yerlerde ama nerede? 



keşke blogumu tasarlamak zorunda kalmasaydım diye bile düşünür oldum, denemelerimin hiçbirisi gözüme hitap etmedi. bu böyle mi olsa derken de, içim sıkıntıyla doldu. yazılar okunsun, fotoğraflar görülsün yeter. fazlasına gerek yok, daha fazlasını istiyorsan pepsi iç.

yine de bir bardak kola olsa fena olmazdı, o bardağın içinde iki parmak da viski olsa efsane olurdu ama alkol ambargosu var evde. akşamları gizlice deniz kenarında içip çaktırmadan eve dönüyoruz, devamı gelmiyor. ramadan the mobarek bitene kadar bu şekilde ilerleyeceğiz gibi, sonrasında da parti verecek durumumuz yok. haftada üç kere içsek, dırdırı eksik etmezler de içmeden de olmuyor ki. normallik zehirliyor, sıradanlık kusturuyor. üç kırmızıyla gerçeği büküp kafama göre düzenliyordum ortalığı, bulutlardan oturma grubu yapıyordum. tasarımsa tasarım, starck zerzevatının görüp de "aman abim" diyeceği şeyleri iki kırmızdan sonra zaten yapıyordum.

şimdi, salı öğleden sonrasında, kulağıma gelen gereksiz konuşmaların gölgesinde, hafif bir baş ağrısı ve sinirle klavye sesi dinliyorum. haggard- the sleeping child çalıyor, yatışmayı bekliyorum. 

tuborg da varsın aramasın, bazen bu serüvene hiç girişmemiş olmayı bile diliyorum. işyerinde daralmaya bile alışırdım ve mesai benim standardım olurdu şimdiye kadar. mail beklemezdim.



30 Ağustos 2010 Pazartesi

gitar kılıfında biralar

bu imgelem dolu başlık ne yazık ki herhangi bir gönderme içermiyor, bu bir trajedi. ramazan nedeniyle alkol yasağı getiren aile efradı sağolsun, birayı o kadar gizli içiyoruz ki bayrama varmadan görünmez olmayı başaracağımızı zannediyorum. içeceğimiz iki şişe ona bile veto geliyor, bira içmediğim zaman içine düştüğüm anlamsızlık ve sıkıntı kuyularından da geri çıkması uzun sürdüğünden dışarıda içiyorum. koylara gidiyoruz kardeşimle, o iş çıkışı geliyor beni alıyor. genpa'ya uğruyor; tuborg dolabı çalışıyorsa ikişer tuborg, çalışmıyorsa da mecburen efes alıp deniz istikametine devam ediyoruz. insanın kardeşiyle içip muhabbet etmesi, bu sırada opeth dinleyebilmesi gerçekten bir şans. bu şansı kısmen ben yarattım, beğendiğim şeyleri kardeşime de sevdirdim. gruplar hakkında grupların bile bilmediği efsaneler uydurdum, bu onu sadık bir rock dinleyicisi ve iyi bir gitarist yaptı. bu herifin gitar çalması da "gitar kılıfında biralar"ı getirdi.



finike-demre arasındaki eşsiz koyların birisindeydik yine. andre doria diyeler, ara sıra yatların yanaştığı ve inişinin biraz zor olduğu, renkli kertenkelelerin cirit attığı, denizin dibinin çok uzaklardan görülebildiği pek bakir, pek kıymetli bir koy. iş çıkışı bira içilebilecek en iyi on mekan sıralamasında dördüncü olması lazım. ikişer birayı devirip, dolunayın karşıki tepelerin üzerinden yükselmesini bekledik. ayın şavkı denizin üzerine vururken, "abi ne olur şiirsel konuşma hiçbir şey anlamıyorum" dedi. normalde bile böyle konuşmalardan pek hazzetmezken, insanın kafa dinlemek istediği iki bira sonrasında gelen lirik cümlelerim sonumu getirebilirdi.

sustum ve ayın yükselip ruhumu aydınlatmasını, karanlık ömrümün kuytularını kısa süreliğine yalancı bir ışıkla açığa çıkarmasını bekledim. kardeşim o sırada daha fazla dayanamayıp bira kutusunu bana doğru fırlattı. düşüncülerimi fısıldamıştım ve bu, onu çileden çıkarmaya yetmişti.

ikişer biradan sonra kalktık eve doğru yola çıktık, daha fazlasını içmek ve pes oynamak istiyorduk fakat bizimkilerin yüzünden bu imkansızdı, mecburen meyve yiyecektik. eve geldik, kapıyı çaldık ve evde kimsenin olmadığına emin olmak için babamı aradık. iki saat sonra geleceklerini söyleyince, eve dahi girmeden asansöre koştuk. apartmanın altında efes de olsa bira satan bir market vardı ve birkaç biranın kimseye zararı olmazdı.

biraları içip pes oynarken, bizimkilerin gelmeleri gereken saatten bir saat önce gelmesi tansiyonu yükseltti. biraların bitmesine epey az kaldığından hemen kafaya diktik ve elimizde kutularla kaldık. çöpe atamazdık, yatağın altına iteleyemezdik. gözümüze çarpan tek şey gitar kılıfı oldu. holdelerdi ve ayakkabılarını çıkartıyorlardı. kutuları kılıfa yığıp fermuarı çektik. bira kokan ağzımızdan başka kanıtımız olmadığından pek konuşmadık. sırayla banyoya gidip dişleri fırçaladık, buzdolabına gidip meyve yedik. kutuların metalik dokunuşları, gitar kılıfını gömme dolaba tıkıştırırken dahi kulaklarımıza geldi. yasadışı işler yapmanın anlatılmaz tadı, biradan sonra daha bir güzel geliyordu.



hazır gitar dışarı çıkmışken ending credits'i çalmaya başlayan kardeşim, kafasının da güzelliğiyle döktürürken; ben bilgisayarımın başındaydım. hiçbir yeteneğimin olmamasını alınan dosyalarıma girerek kutladım. dosya almak konusunda gerçekten bir virtüözdüm ama bunu pek kimseler bilmiyordu. 

28 Ağustos 2010 Cumartesi

teknolojik ürün incelemesi #1

bu blogun teknoloji hakkında söyleyecek birkaç lafı vardır:

"teknoloji " der. biraz bekledikten sonra bunu "teknolojinin" diye düzeltir. 

"teknolojinin de teknolojik ürünün de allah gani gani belasını versin"

çünkü bu blog, teknolojinin sunduğu imkanlarla kavgalı ve bir şeyleri şarj ederken cinnet geçiren birinin, bu ben oluyorum ne yazık ki, blogundan fazlası değildir. şarjı azalan herhangi bir şeyi saatlerce tekmeleyebilirim, ilk seferde çalışmayan kumandayı akşama kadar kırbaçlayabilirim ve bağlantı kablolarının envai çeşidiyle bienale katılıp katliam yapabilirim. çünkü ben kablo kalabalığından, kablonun cihazla temas ettiği o lanetli bağlantı noktasından ve küçük pürüzlerin bilgisayar diliyle ifade edilmesinden ölesiye nefret ederim. 

"bu aygıt daha hızlı çalışabilir"

"çalışsın o zaman, neden bana onun potansiyelinden bahsediyorsunuz ki?"

ürün incelemesi bir numeroda, yaklaşık üç senedir kullandığım sony ericcson w200i var. babam almış ve kolpa bir telefon olduğuna karar verip bana göndermişti. o zamanlar istanbul'da yeni eve çıktığımdan cebimdeki tüm parayı emlakçı, ev sahibi, depozito ve ikea almıştı. kullandığım telefon ise çeyrek kokoreçten biraz daha büyük olan n gage qd idi. onun da allah belasını versin, gerçekten berbat bir telefondu. w200i ilk başlarda epey güzel gelmişti gözüme. hafifti, müzik çalabiliyordu, şarjı da fena değildi. cebimde n gage varken, böbrek taşıyormuş gibi görünürdüm. organ mafyası gibi dolaşırdım, o şişkinliğin böbrek değil de sadece oyun oynamak için yapılan ucube bir tasarım olduğunu başkasına anlatmak için elimde gezdirirdim çoğu zaman. ellerim o telefondan sonra eski haline dönemedi, fırıncı küreği gibi oldu.


w200i bu açıdan güneş gibi doğdu hayatıma. uzun seneler boyunca fazla sorun çıkarmadı, hatta internet ayarlarını yapıp sinir sistemine zararlı taşıyıcı sistem tasarımı dersinde sözlükten kopya çekmeye bile çalıştım. gerber kirişini sormuştu hoca ve sözlüğün gerber kirişi hakkında söyleyeceği birkaç lafı vardı.

"mafsallı kiriş" demişti sadece. milletin paragraflarla anlattığı şeye iki kelimelik bir tanım yazmam çok işime yaramadı. dersten kalıp önümdeki başka derslere baktım. w200i, internette gezinmek için iyi bir telefon değildi. bilgiye ulaşmak insanı ağlatıyordu, küçük ekranı sağolsun sayfanın altına inerken şakaklarım ağardı. sinirlerim yıprandı.

yine de mp3 çalabilmesi ve walkman entegrasyonu, sahil kenarında yaptığım uzun ve anlamsız yürüyüşlerde çok yardımcı oldu. sanatçıları tek tek ayırabiliyor ve bu ayırdığım sanatçılardan reçel yapabiliyordum. menüleri bir aptalın anlayacağı şekilde düzenlenmişti ve bazen bu menülerden sağ çıkamadığım zaman bir aptal olmayı diliyordum. ne işe yaradığını bilmediğim uygulamalarıyla hep yanımdaydı w200i'm. tek avantajı da bu sanırım.

peki dezavantajları?

tabii ki bağlantı noktası ve nokia'nın tek bir jakla hallettiği şeyi ince pimlerle yapmaya çalışmak. şarj olurken de böyle kulaklıkla müzik dinlerken de. zamanla bağlantı noktası kir tuttu ve ilk seferde şarj olmamaya başladı. şarj aletini o kadar bastırıyordum ki bağlantı kurulsun diye, eğer elektrik yerine kas gücüyle çalışan bir sistem yapılsaydı şarjın hiç sorun olmayacağını bile düşünüyordum. deli enerjisiyle girişiyordum ve telefonum ciyaklıyordu.

tabii bu bağlantı noktasının berbatlığı, otobüste müzik dinlerken falan ortaya çıkıyordu. aniden çıkan kulaklık bağlantısı sayesinde ne dinliyorsam tüm otobüse dinletiyordum. yaşlı amcalar bugün opeth dinleyip kafa sallıyorsa, nothing else matters'da gözleri dolup çakmaklarını yakıyorsa, no surprises'da melekler gibi uyumaya devam ediyorsa bunun tek kaynağı, aniden kopan kulaklık bağlantısı ve devreye giren hoparlörler. 



linç edilme korkusu standardım olmuştu ve bu hayatıma bir heyecan katmıştı. kulaklığın ne zaman devre dışı olabileceğini bilemediğimden bir elim sürekli telefonun üzerindeydi. nefret dolu bakışlara yapabilecek bir şeyim yoktu, otobüs yolculuğunda müzik dinlemekten başka aklıma bir şey gelmiyordu. müzik dinlemek için başka bir alet taşımak da, şarjla-pille-kollektörle arası iyi olmayan birisi için de iki kat ıstırap demekti.

sonuç olarak;

sony-ericsson w200i ve bağlantı noktası bunun kadar gudubet olan herhangi bir telefonu kullanmak uzun vadede sinirleri yıpratır ama fiyat ve hafiflik konusunda hiç de fena değildir. radyosu vardır, reklam dinlerken çıldırıp en yakındaki teyzeyi rehin almak isteyenler gönül rahatlığıyla kullanabilir. kopya için kötü bir telefondur, kamerası ise yapılmış olanların en berbatlarından biridir. 

puanım: on üzerinden beş. o da dört buçuktan.

haftaya bugün: canos eos 400d ve onun düşük performansıyla parmak ısırtan kit lensi 18-55 incelemesi. her pazar teknoloji çılgınlığı; her pazar piyasanın nabzı. 

27 Ağustos 2010 Cuma

mimarlık eleştirisi ve kentlilik

- ne yani böyle konularda da mı yazacaksın?
- tabii ki hayır, istesem de yazamayacağım bir konu bu. sadece zengin göstersin esteban.

mimarlık üzerine yazmak istediğim gün, beş dakika balkonda oturacağım ve bu isteğin kendi isteğiyle çekip gittiğine tanık olacağım. çünkü, kelimelerim herhangi bir alan eleştirisi yapmaya müsait değil. hele ki o kahrolası kentlilik? kentsoyluluk? kentsel dönüşümün azap çeken ruhlar üzerindeki sosyokültürel humusu?  bunları asla yapamayacağım sanırım. film eleştirisi de olmayacak gibi, çünkü tamamını anladığım film sayısı gerçekten çok az. kurguda biraz güzellik oldu mu, filmi anlama olasılığım direk yüzde yirmilere geriliyor, dolayısıyla ben de geriliyorum. yüzde ellisini anladığım film olunca kendimi zeki sanıyorum, sinemada ayakta alkışlamaya başlıyorum. sonrası döner tekme, kan ve organ. 

al bunu eleştir


inception'u anlayacak gibiyken son anda anlayamadım, tüm kapasitemle izlediğim halde yetmedi, yetemedim. bir anlık dikkatsizlik sonum oldu, sinemadan mutsuz çıktım. totem diyeler, o kısımda zihnim tamamen istemediğim bir noktadaydı ve batıya doğru koşan atları düşünüyordu. alevler vardı, yanan köyler ve kurumuş dereler. savaşçıların çığlıkları. mızraklar, yeleler ve nallar.

anlamadığım filmin yorumlarını da ister istemez okuyunca kendimi daha kötü hissediyorum, milletin neler neler ürettiğini görünce kıskanç bir "bravo valla" dökülüyor dudaklarımdan. bazıları o kadar abartıyor ki bu inceleme işini, filmi yazan adamın aklına bunların çeyreğinin gelmediğini düşünüyorum. aynı filmden yirmi farklı senaryo çıkaran oluyor, bu yirmisini büyük bir depoda buluşturup ölesiye dövüştürmek ve kazananın fikirlerine inanmak istiyorum. inception yine iyiydi fakat eternal sunshine, donnie darko ve hatta kahrolası memento? filmin daha başında anlayamayacağımı anladım ve sakince, koltuğa bağlanmış bir deve gibi sessizce izledim olan biteni. sinemanın kaderini değiştiren yapımlar ne yazık ki benim kaderimi değiştirmedi. bir yerlerde sorun vardı ve sadece chuck norris filmlerini ilk seferde anlayabiliyordum.

hal böyle olunca, bu blog bir şeylerin eleştirisini acımasızca yapabileceğim bir alan olmayacak. belki çok sinirlenirsem enişteme yaptırtırım birkaç kritik. gerçekten sinirli bir adam ve çok uzaktan bıçak atabiliyor. iki tarafı birbirinden keskin kılıcı bile var. 

kentsoylu

ama yine de bütün bu tatsızlığa rağmen kentsoyluluk iyidir, takım elbise giymeden zinhar sokağa çıkmamayı gerektirir. mimarlık da fena değildir, adam var böyle. maket yapar, proje yapar. gömlek giyip sağa sola artistlik yapar. 

on the road

jack kerouac'ın on the road'unu ilk ne zaman duyduğumu bilmiyorum ama bunun 2004 öncesinde olduğuna eminim. hiçbir şehirde bulamadığım kitabı kadim dostum, beyoğlu sahaflar çarşısında bulmuştu. katmandu yollarıyla birlikte yıllar boyu aradığım iki kitaptan biriydi, o zamanlar ufaktım, daha beatnik ne demek onu bile bilmiyordum. ilk on sekiz sene düzenli ve başarılı bir öğrenci olmaktan fazlasını yapamadığım bir hayatım olmuştu ve sağdan soldan duyduklarımla bu hayatı biraz değiştirmeye çalışıyordum. her şey hakkında o kadar az bilgi sahibiydim ki, karşıma çıkan şeyleri genelde ilk kez görüyor oluyordum. yaşıtlarımdan epey geriydim, belki de ileriydim bilmiyorum. koordinasyon konusunda her zaman ciddi sıkıntılarım oldu, kendimi evrene göre konumlamak genelde kaybolmakla sonuçlandı.


on the road'ı ilk okuduğumda daha doğrusu okumaya çalıştığımda pek bir şey anlamamıştım, zihnim yolda olmak üzerine fazla fikir üretemiyordu. yakınsayamıyordum kitabı kendime, çok uzak geliyordu. sal paradise ve dean moriarty beni aralarına pek kabul etmiyorlardı. yolumuz fazla kesişmiyordu bu iki beatnikle, ben de kitabı raflara kaldırıp gündelik hayatıma devam ediyordum.

yola dair deneyimim ve serüvenlerim arttıkça, kitabın içine daha fazla girmeye başladım. o sahipsizliği ve sınırsız özgürlüğü az buçuk anlamaya başlamıştım sonunda. kıtayı boydan boya geçmek ne haddime, bir şehirden diğerine gitmek bile başarı sayılıyordu. öğrencilik, istediğim zaman istediğim yere gitmek konusunda epey yardımcı oldu ama yine de daha fazla yere gidebilirdim. kendime daha fazla şans tanıyabilirdim berduşluk konusunda. gençliğin büyüsü altında biraz daha uzağa gidip, oralarda kalabilirdim.


sekiz sene süren üniversite hayatımın üçü hiçbir şey yapmak istemediğim depresyonlarla ve insanlardan nefret etmekle, ikisi hem okuyup hem çalıştığım için posası çıkmış bir vücutla ayakta kalmaya gayret etmekle, bir senesi adam akıllı ders çalışmakla ve iki senesi de ne yaptığımdan tam olarak emin olmamakla geçti. 2001'in eylül ayında, ege üniversitesinde biyomühendislik okuyarak başladığım serüvenim, 2009 eylül'ünde yıldız teknik mimarlık'tan mezun olarak son buldu. lise hayatı boyunca beklediğim üniversite hayatım neredeyse koca bir fiyaskoydu, herkesinki gibi. ama ben fiyaskolar konusunda deneyimli olduğumdan bunu bir trajediye çevirmedim, sadece diplomamı almak ve okumaktan kurtulmak istedim.

gözetmen eşliğinde okumak ve sonra bu okuduklarımdan sınava tabi tutulmak bende onulmaz yaralar açtı, ekseriyetle kötü notlar aldım. sorulan sorular hakkında zerre fikrim olmaması karakterim oldu, genel kültürle ilerleyebildiğim kadar ilerledim. vizenin yüzde bilmem kaçını alacağını söyleyen hocalarımın hepsinden nefret ettim ve öğretmeye çalıştıklarına fazla dikkat edemedim.

dikkat eksikliğim başıma epey bela açtı, gerçeklikten aniden kopup dünyanın üzerinde defalarca turlamak rutinim oldu. insanların, bir sınava ya da fotokopilere neden bu kadar önem verdiğini pek anlamadım. onların arasında yürüdüm ve farklı olduğumu sandım. bazen gerçekten farklı olduğumu düşünüp mutlu oldum bazen de mutsuz. ne zaman nasıl olacağımı pek bilemediğimden, tanrıyı bile şaşırttım. bana dair planları varsa bile davranışlarımı görünce bundan vazgeçmiştir sanırım. bana pek yatırım yapmadı, oysa banka hesabıma biraz para yatırsaydı epey uzaklara gidebilirdim.


bütün bunlara rağmen yine de iyi gezdim, geziyorum, gezeceğim. gözlerimi dört açıp dünyaya bakacağım, canon 400d, 18-55 f 3.5 ve sevgilimin doğumgünümde aldığı 50 mm f 1.8 prime lensim ile alabildiğine dünyayı kaydedeceğim. belki günün birinde telefoto lens alacak kadar param olur, bunu bilemiyorum. son iki senedir, telefoto alacak kadar param hiç olmadı. paramın çok büyük kısmını kiraya yatırdım ve bu sayede evde kalabildim.

evde kalmak ve bir sürü eşya sahibi olmak zamanla beni öldürmeye başladı, sadece sırt çantam yeterliydi. tüm hepsinden kurtulmak epey can sıkıcı bir hale geldiğinde geçen sene bugünlerdeydim. evden sürekli bir şeyler atıyor, satabildiklerimi yok pahasına simsarlara satıyordum. bir şekilde sahip olduklarımdan kurtuldum ve kendimi yollara vurdum.

işte, hayatımın yolda diyebileceğim kısmı o zaman başladı. okulum, işim ve bakmam gereken insanlar yoktu. seneler öncesinden aldığım fakat ilk seferde fazla anlamadığım on the road, anlamını tam olarak o günlerde buldu. yola çıkarken yanıma alıyordum kitabı ve eş zamanlı iki yolculuğum oluyordu.

bunlardan birisi, sal ve dean'in 1940'ların sonunda amerika'da yaptıkları efsanevi yolculuktu; diğeri de benim gerçek zamanlı yolculuğumdu. bir sayfa kitap, bir sayfa ben. kitabın içine karışıyordum, bazen de kitaptakiler çıkıp hemen yanımdaki koltukta oturuyor ve bir şeyler içiyordu.

sayfalar ilerledikçe kendimi buluyordum, düşüncelerimin atmış sene önce başkaları tarafından paylaşıldığını görmek yalnız olmadığımı ve aslında yalnız olduğumu gösteriyordu. sırt çantamda on the road her zaman yerini buluyordu, bazen kitabın kapağını kaldırmadan geri döndüğüm yolculuklarda bile, bu iki kafadarın benimle birlikte olduğunu bilmek hoşuma gidiyordu.

şimdilerde tek aklımda olan ilerlemek, manyaklar gibi sarhoşlar gibi ilerlemek. nerede kaldığımın pek önemi yok, en son ne yediğimin de. aklım gidiyor yeni yerleri hayal ettikçe, şu anda avrupa'da yahut amerika'daki insanların varlığını hissettikçe.

birileri la sagrada familia'ya bakıyor şu an, başkası okyanus kenarında bira içiyor. guggenheim'in önünde kuyrukta bekleyenler, santorini'de canon 400d ile fotoğraf çeken birileri mutlaka vardır. illinois'deki crown hall'in önünde oturup, başka ülkelerden bahseden çiftler de vardır. londra belki yağmurludur ama roma'nın güneşli olduğuna neredeyse eminim.

şu anda bir sürü insan bir yerden başka bir yere giderken, ben de tek bir sırt çantasıyla dünyayı kat edeceğim günlerin umuduyla bunları yazıyorum.

kerouac'ın hayaleti, bana bunları yapacağımı söylüyor. jack'in hiçbir zaman yanılmadığını bildiğim için gülümsüyorum. hayalet de gülümsüyor.

26 Ağustos 2010 Perşembe

sadece meze

cunda'dayım; taşkahvenin hemen yanındaki lezzet diyarı'nda, mavi beyaz masaların birisinde, başka insanların ölesiye sıkıldığı ve sendroma kadar bağlayabildiği bir pazartesideyim. saatin pek önemi yok ama güneş yavaştan alçalmaya başlamış. saatbaşı ayvalık'tan kalkan küçük bir tekneyle gelmişim şimdiki adıyla alibey adası'na. temmuzun ortası olduğundan hava çok sıcak. deniz esintileri insanları hayatta tutuyor.

ilk olarak toprak ve fazla derin olmayan tabaklarda haydari, çiçek dolması ve deniz ürünleri dolması geliyor. zeytinyağı hemen masada, ekmek ise henüz ısıtıldığından hala sıcak. aklımı kaybetmek üzereyim, zeytinyağı haydarinin üzerinde arsızca dolaşıyor. kenarlardan taşıyor, büyülü bir kompozisyon bu. yemeden önce dakikalarca izlemekten başka bir şey gelmiyor aklıma. zamanı yavaşlatmanın peşindeyim, her şey ağırca hareket etsin. yerçekimi bile biraz sakinleşsin. taşkahve'nin önünde uyuyan amcaların miskinliğine özeniyorum, 27 yaşındayım daha. kanım biraz hızlı akıyor.



haydariye atılan bir çatal yerini çiçek dolmasına bırakıyor. taze ve ılık, cennetten gelmiş gibi. sarı rengi, toprak kabın içinde ne de güzel gözüküyor. sarıdan yeşile dönen yapraklar ne çok büyük ne de çok küçük. ağza atıldığı gibi beyni ele geçiriyor, gözleri kapatıyor. kırmızı biberin içine tıkıştırılmış deniz ürünleri dolması ise, soğuk meze trilojisini tamamlıyor. karides ve ahtapot parçaları var sanırım, beynim detaylı düşünmekten epey uzak. biçareyim, midem bunca sene böyle şeyler yemediğim için isyan çıkarmak üzere.

sonrasında, kiremitte tereyağlı karides geliyor. tereyağının içinde eriyen envai çeşit baharat ve onun üzerinde yumuşak parçalar. görünüşü bu kadar korkunç olup da eti bu kadar lezzetli başka hayvan yok sanırım, karidesin yenilebilir olduğunu ilk keşfeden insana selam gönderiyorum. hayatımızı şenlendiriyor. damağımda dağılan karides ve baharatlar, gözlerimi açtırmıyor. sanki müzik dinliyorum, sanki daha önce karşılaşmadığım bir büyü tüm duyu organlarımı ele geçirmiş. perişanım, bundan sonra hangi cüretle makarna ya da pilav yiyebileceğimi merak ediyorum.



doymuşluk hissi, güveçte gelen beğendili ahtapotu görünce pılını pırtını topluyor. tüm mezelerin toplam ederinden bile fazlası var bu mendeburun. güvecin kapağını kaldırıp pembeleşmiş ahtapotları ve altındaki helva gibi olmuş beğendiyi görünce anlıyorsun.

"bu vantuzların sert olması gerekmiyor mu?"

nasıl bir teknikle yaptıklarını bilmiyorum ama daha çatalın üzerinde dağılıyor ahtapot, büryan kebabı bile bunun yanında çakıl taşı gibi kalıyor. baharatın tadı damakta yayılırken, aşırı doza kurban gitmemek için yavaş yemekten başka çaresi kalmıyor insanın. patlıcanın rayihası, ahtapota geçiyor. bitkiler ve hayvanlar alemi, tek bir güveçte daha önce benzerine bile rastlanmamış şekilde bir araya geliyor. ekmekler sürekli sıcak, mezelerin tadını değiştirmesin diye herhangi bir alkole gerek yok. su gayet yeterli, bir de zeytinyağı. insanın alıp da kafaya dikesi, ölümsüzlüğe ulaşası geliyor.

bir saati aşkın bir meze ziyafetinden sonra ana yemeğe gerek kalmıyor. insan, konuşmaktan bile aciz, sadece biraz önce başına gelen şeyleri düşünüyor. dünya üzerindeki son yemeğin, mezelerden oluşan bir sofrada ve ısıtılıp dilimlenmiş ekmekle olmasını diliyor. son akşam yemeğini sadece mezelerden seçen isa'ya hak vermeden  edemiyor.

neden kahrolası?

soru sormadan başlık atamaz oldum, işin kötüsü yıllardır tek kelimelik başlıklara yazdığımdan cümleden oluşan bir başlık bile uyduramadım. blogu ben yazayım ama başlıkları başkası bulsun madem, hatta sağ tarafta bi kutucuk gibi bir şey olsun, insanlar hakkında bir şeyler okumak istedikleri şeyi oraya yazsınlar ya da anket şeklinde sıralansın. çünkü şimdilik sadece anket koymayı becerebiliyorum, hele ki sonuçları göster kısmına tıkladığımda sevinçten çiftetelli oynamaya başlıyorum.

kahrolası bir şeyleri çitilermiş gibi yerde figürler bile sergiliyorum. bunu en son adnan şenses yapıyordu sanırım. medyaya dair haznem o kadar az ki, televizyon eleştirisi yapmadan önce bir hafta televizyon izlemem lazım. okan bayülgen bile izleyemedim bu yaşıma kadar. o kadar geç saatte michael jordan havada asılı kalmışsa, kobe bryant birilerinin üzerinden imkansız bir şuta kalkmışsa ya da t-mac bir all-star maçında topu panyaya atıp, yıllarını basketbola vermiş bir sürü adamın arasından fütursuzca yükselmişse uyanıktım.

yüce tanrım, bu blog ve "bırak aksın bebeğim" yöntemi yüzde yüz çalışıyor. yazıya başlarken ki amacım meze üzerine bir güzellemeydi. mezeye dair anlatmak istediklerim bir kenarda beklesin, ben michael jordan'ın yerçekimini umursamadan uçtuğu anları hatırladıkça bile mutlu oluyorum. peki ya şimdi bile yanına yaklaşabilenin çıkmadığı ayakkabıları? air jordan xii'nin yeni bir devir açan çizgileri? air jordan demişken, hemen bir alta gerekli fotoları yükleyebilmek de ne güzelmiş bre! ne diye beklediysem bu kadar


michael jordan gibi adamları gördükten sonra insanın, insanlığa olan inancı artıyor. yenilgiyi kabul etmemesi, geri dönüşleri, havada süzülmeleri, o dönem pota altı oynayan ne kadar adam varsa üzerlerinden smaç basması, ekip oyunu ve basketbolun tüm incelikleri. magic'in dediği gibi:

"there is michael jordan and then there is the rest of us"

ben de bu geride kalanlar familyasından, her işten biraz anlayıp hiçbirinde en iyisi olamayanlar takımındanım. öyle ki yazdığım yazılar bile tek bir ifadeden yoksun, aynen eski günlerdeki gibi timmy, aynen eski günlerdeki gibi...

neden blog?

sürekli soru sorup onları cevaplamak niyetinde değilim, neden sözlükten ziyade bir süredir blog tasarımı ve fikirleriyle uğraştığımı da bilmiyorum. belki biraz formatın dışına çıkmak, belki sadece kendimden bahsettiğim bir serüveni kendime ait bir alandan duyurmaya çalışmak, belki de düğün videoları yükleyebileceğim kadar sınırsızlaşmak. çünkü son iki saattir kuzenlerimden birisinin düğün videosunu zorla izliyorum ve bu rezilliği herkesin görmesini istiyorum. o bitmek bilmeyen org soloları, eşinin etrafında çiftetelli (doublestring) oynayarak akıl almaya çalışan tropik kuşlar ve kahrolası katlı düğün pastası. on üç katlıydı ve on katını yiyebildiler, son üç katı kiraya verseydiniz dedim, gülmediler. düğün pastasını kesecek bıçağı damada parayla satmaya çalışan simsar kısmında, müsaade isteyip odadan kaçtım. bu rezil antalya sıcağında klimalı olan tek odadan kaçıp, kendimi cehennemin holü gibi duran holümüze bıraktım. sonrası bilgisayarım, sonrası sevgili blogum.


bu ikinci yazım olmasına rağmen şimdiden bir bağlılık, bir sahiplenme ki anlatılacak gibi değil. küçük bir kulübe gibi sanki, başımı sokacak bir yerim oldu internet alemlerinde. öncesinde hep başka sitelere misafirliğe giderdim. gerçi ekşi de evim gibi oldu senelerdir ama blog başkaymış, cayır cayırmış. tek yapmam gereken, şu kahrolası gadgetların ne demek olduğunu ve nereye koymam gerektiğini bilmek. daha kimseye blog adresini söylemeden (bazı kahinler bu adresi kimseye söylemeyeceğimi ve sonsuza kadar kendime yazacağımı iddia ediyor) anket bile yaptım. benim tercihim öncelikle kırmızı tuborg'tur, sonrasında tuborg fıçı kutu gelir.

allah allah diye geçer genç osman deyip duruyorum bu aralar, belli bir gerçekliğe bağlı değilim. alternatif gerçekler yaratıp onlardan da sıkılabilecek kadar realizmden nefret ediyorum, hayal kurarken geçiyor ömrüm. hayal kurarken bitiyor param ve günlerim. şiirsel bir tandans yakaladığım an tedirgin oluyorum, çünkü ben bu aralar otostopçunun galaksi rehberini okuyorum.


soru başlığa cevap entry yazmak bile güzelmiş, kuralsızlık ve at koşturmak. acaba blogun sonsuz özgürlüğü beni pek sevdiğim sözlükten uzaklaştıracak mı? yoksa, blogla büllügle olmaz hacı deyip gri ekrana geri mi döneceğim? soru işaretleri buralarda kalsın, zaman bize tüm cevapları söyleyecek.

- abi iyi de neden blog?
- hele estebanıma. çünkü esteban! sadece çünkü.

fotoğraf yükleme olayını ayrı sevdim, yazının içine yedirebiliyorum. diğer türlü rastgele harfli bir link sıkışıtırıyordum entrynin sonuna, vicdanı olanlar tıklıyordu sadece. sadece yazmak istiyorum, iyi ya da kötü umrumda değil. en beğenilenler ya da zamanın ötesi de keza. istatistikler de cehenneme gidiyor bu güzel blogla.


sadece ben ve kuzenlerimin düğün videosu olacak, belki de sünnet ha? lanet olsun dostum, şimdilik sadece yaz ve akışına bırak. yüz tane yazı yazdıktan sonra da, sözlüğün bir köşesine eklersin.

neden tuborg?

insanlığın kısa tarihi, benim nasıl olduğunu o sırada uyuduğum için pek anlayamadığım şekilde son bulmuştu ve sayamayacağım kadar çok insanla büyük bir kapının önünde beklemeye başlamıştık. büyük kapının, sorgu odasının kapısı olduğunu içeriden çıkan ilk insanın kekelemesinden anladım. rengi gitmişti ve hangi dili konuştuğunu unutmuş gibiydi. sorgu zamanı başlamıştı ve yaşam boyu yaptıklarımızın hesabı içeride bizzat tanrı tarafından kesiliyordu. 

ilk çıkan insan, cehennemle müjdelenmişti ve korkudan ne yapacağını bilemiyordu. bir yanlışlık var deyip ortalığı birbirine katacakken yetkililer gelip aldı. yaşarken tek yaptığı enseden saç uzatmak mıymış neymiş, tam anlamadım. ikinci çıkan insan ise yumruk yapıp yess dedi. hristiyan olmasına rağmen cennete girebilmişti ya da sevinç gösterilerini ingilizce yapan sıradan bir insandı. her şey ok'di sanırım onun için, dublajlı bir hayat yaşamış olmasının diğer tarafta fazla olumsuz bir tarafı yoktu.


zaman geçtikçe insanlar kapılardan çıktı, ölmeden önce son yaptıkları şey delicesine içmek olanlar bunu bile beceremedi. kapıdan sekenleri görevliler topladı ve ayılmaları için seri tokatlar attı. tokadı yiyenler kendine geldi ve artık nereyle müjdelenmişse oraya götürüldü. nüfusu elli binin altında olan ilçelerde içki rekortmeni olan ayyaş bahri, küçük bir şiltle ödüllendirildi. şilti kafasına dikmeye çalışması kalabalık tarafından çılgınca alkışlandı.

sonunda sıra nasıl olduğunu anlamadığım şekilde bana geldi. sıranın alfabetik ilerlediğini ve yerküre zamanına göre en az üç milyon yılım olduğunu zannettiğimden, büyük bir paket çekirdek almıştım. her gün iki bin tane yesem bile bitmeyecek gibi gözüküyordu. dudaklarım morarmış ve şişmişti, zebani kadrosundan işe girebilirdim fakat yaşarken bile çalışmakla ilgili ciddi problemlerim olmuştu. bunu sonsuz hayata taşımak istemiyordum. çekirdeği bir arkamdakine verdim ve fani dünya'da da yanımdan ayırmadığım bir kasa tuborg'la kapıdan içeri girdim. tuborg'la iş görüşmesine gittiğimde bana hediye ettikleri 24'lük kasayı asla açmamıştım. nereye gitsem yanımda götürmüş, yavrusunu taşıyan bir kanguru gibi davranmıştım. o kasadan bir kutuyu çekip çıkarsam ardı arkası kesilmeyecekti ve bir öğleden sonra tamamen yanlışlıkla bir kasa bira içecektim. buna asla cesaret edemedim, dünya tarihi bittiğinde ben de ayağımın dibinde bir kasa birayla kendimi diğer tarafta buldum. sırada da içmek istemedim, çünkü hepsi ılımıştı. "pardon, bunları nerede soğutabilirim?" diye yetkililere sorsam, anında cehennemle müjdelenebilirdim. o zaman ılık bira bile çölde vaha gibi kalırdı.


kimseye bir şey demeden, kucağımda kasayla içeri girdim. tuborg bayisinden göndermişlerdi sanki, kasayı bırakıp dünya'ya geri dönecektim. 


"gel bakalım genco" dedi ruhani bir ses. şık bir ahşap perdenin arkasından gelen sese doğru yürüdüm, durmam gereken yer işaretlenmişti. pahalı mermerden zemin vardı ve tek parça halindeydi. bu mermeri oraya nasıl getirdiklerini sormak istedim fakat "burada soruları biz sorarız" artistliğinden çekindiğimden sustum. 

sorgu sonunda başlamıştı, yaşam boyu yaptığım iyilik ve kötülüklerin hesabını birazdan verecektim fakat hiçbirisini hatırlamıyordum. genelde beklemekle ve sıkılmakla geçmişti ömrüm. ergenliğimin geçmesini battaniyenin altında, gençliğimin bitmesini de bilgisayarın karşısında beklemiştim. çocukken yaptıklarım da hesaba dahil değildi sanırım. hayatta yaptığım en büyük kötülüğü düşündüm, aklıma bir şey gelmedi. iyiliği düşündüm, oradan da bir ipucu yoktu. okula gitmiş, askere gitmiş, işe gitmiş, bunlardan arta kalan vakitlerde biraz tuborg içip hayal kurmuştum. "şimdi ne yapmam gerekiyor" diye yukarılara bakıp başkalarını bile kendi hayatımın derme çatmalığına bulaştırmaya çalışmıştım. fakat hepsi geride kalmıştı ve milyonlarca insanla birlikte sonunda tüm kitaplarda bahsedilen güne gelmiştim.

zaten sessiz olan mermerli ve ahşaplı salon biraz daha sessizleşti ve sorgu, ilk soruyla başladı. çalıştığım yerden gelmişti ve tam olarak şuydu:

"neden tuborg?"

"çünkü" diye cevapladım. çünkünün yeterli bir cevap olduğunu kabul etmediler ve "çünkü ne?" diye sordular.

"bütün bu hikaye gerçekten çok uzun, zamanınız var mı?" diye devam ettim, bana yeterince zamanın olduğunu hatta zamanın dünyalıların uydurması bir şey olduğunu söylediler. "buzdolabı var mı, şu kasayı koyayım da soğusun" dedim, "buzdolabı da siz dünyalıların uydurmasıydı" dediler. sonsuza kadar taşıyacağım ılık bira lanetim olmuştu ve daha ilk sorudaydım. kaç soru olduğunu bilmiyordum ve sözlülerden her zaman nefret etmiştim. "yazılı olarak anlatmak istiyorum, bu önemli" diye meydan okudum. 

"bir cevap ver de nasıl verirsen ver" dedi davudi ses. ilk günden yıldırmış ve sinirlendirmiştim. bütün bunları anlatabilmem için bir bloga ihtiyacım vardı ve "neden tuborg" sorusunu ancak bu şekilde cevaplayabilirdim. buzdolabının olmadığı bir yerde, bilgisayar ve internet bağlantısı da olmazdı muhtemelen.

"internet var mı?" diye sordum. 

"sen ne pis bir adammışsın" diye anında yanıt geldi. 


ilk soruya cevap almaları için kesinlikle dünya'ya geri gönderilmeliydim ve tüm bu macerayı yazmalıydım. bu fikrimden onlara bahsederken, yekpare mermer çatlamaya başladı. milyarlarca liralık zarar vermiştim daha ilk bir saatten fakat sorgu gününde her şeyin cevabı verilmeliydi.

"tamam git, ne halin varsa gör. hangi tarihe gönderelim seni?"

"26 ağustos 2010 bence iyi bir tarih, geri kalan günlerimde sorduğunuz soruyu yanıtlamaya çalışacağım ve bir sonraki sorgu gününe yetişeceğim inşallah!" 

"inşallahla maşallahla kendine avantaj sağlama genç, yaşarken ne yaptığını hepimiz dev ekranlardan izledik"

gerçekten başım beladaydı fakat bana sunulan ikinci şansı iyi kullandığım takdirde her şey olmasını istediğim gibi olacaktı. belki gelirken buzdolabı bile getirebilirdim, belki de biraz elektrik ha? tek yapmam gereken, şu soruyu iyi cevaplamak ve iyi bir insan olmak için elimden geleni yapmaktı.

sorgu odası birden gözden kayboldu, tuborger.blogspot.com yazılı adres çubuğunun altında gri bir zemine bir şeyler yazarken buldum kendimi. tarih tutuyordu, geri gönderilmiştim. 

nerden başlamam gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu fakat diğer tarafa verilmiş bir sözüm vardı.