26 Ağustos 2010 Perşembe

sadece meze

cunda'dayım; taşkahvenin hemen yanındaki lezzet diyarı'nda, mavi beyaz masaların birisinde, başka insanların ölesiye sıkıldığı ve sendroma kadar bağlayabildiği bir pazartesideyim. saatin pek önemi yok ama güneş yavaştan alçalmaya başlamış. saatbaşı ayvalık'tan kalkan küçük bir tekneyle gelmişim şimdiki adıyla alibey adası'na. temmuzun ortası olduğundan hava çok sıcak. deniz esintileri insanları hayatta tutuyor.

ilk olarak toprak ve fazla derin olmayan tabaklarda haydari, çiçek dolması ve deniz ürünleri dolması geliyor. zeytinyağı hemen masada, ekmek ise henüz ısıtıldığından hala sıcak. aklımı kaybetmek üzereyim, zeytinyağı haydarinin üzerinde arsızca dolaşıyor. kenarlardan taşıyor, büyülü bir kompozisyon bu. yemeden önce dakikalarca izlemekten başka bir şey gelmiyor aklıma. zamanı yavaşlatmanın peşindeyim, her şey ağırca hareket etsin. yerçekimi bile biraz sakinleşsin. taşkahve'nin önünde uyuyan amcaların miskinliğine özeniyorum, 27 yaşındayım daha. kanım biraz hızlı akıyor.



haydariye atılan bir çatal yerini çiçek dolmasına bırakıyor. taze ve ılık, cennetten gelmiş gibi. sarı rengi, toprak kabın içinde ne de güzel gözüküyor. sarıdan yeşile dönen yapraklar ne çok büyük ne de çok küçük. ağza atıldığı gibi beyni ele geçiriyor, gözleri kapatıyor. kırmızı biberin içine tıkıştırılmış deniz ürünleri dolması ise, soğuk meze trilojisini tamamlıyor. karides ve ahtapot parçaları var sanırım, beynim detaylı düşünmekten epey uzak. biçareyim, midem bunca sene böyle şeyler yemediğim için isyan çıkarmak üzere.

sonrasında, kiremitte tereyağlı karides geliyor. tereyağının içinde eriyen envai çeşit baharat ve onun üzerinde yumuşak parçalar. görünüşü bu kadar korkunç olup da eti bu kadar lezzetli başka hayvan yok sanırım, karidesin yenilebilir olduğunu ilk keşfeden insana selam gönderiyorum. hayatımızı şenlendiriyor. damağımda dağılan karides ve baharatlar, gözlerimi açtırmıyor. sanki müzik dinliyorum, sanki daha önce karşılaşmadığım bir büyü tüm duyu organlarımı ele geçirmiş. perişanım, bundan sonra hangi cüretle makarna ya da pilav yiyebileceğimi merak ediyorum.



doymuşluk hissi, güveçte gelen beğendili ahtapotu görünce pılını pırtını topluyor. tüm mezelerin toplam ederinden bile fazlası var bu mendeburun. güvecin kapağını kaldırıp pembeleşmiş ahtapotları ve altındaki helva gibi olmuş beğendiyi görünce anlıyorsun.

"bu vantuzların sert olması gerekmiyor mu?"

nasıl bir teknikle yaptıklarını bilmiyorum ama daha çatalın üzerinde dağılıyor ahtapot, büryan kebabı bile bunun yanında çakıl taşı gibi kalıyor. baharatın tadı damakta yayılırken, aşırı doza kurban gitmemek için yavaş yemekten başka çaresi kalmıyor insanın. patlıcanın rayihası, ahtapota geçiyor. bitkiler ve hayvanlar alemi, tek bir güveçte daha önce benzerine bile rastlanmamış şekilde bir araya geliyor. ekmekler sürekli sıcak, mezelerin tadını değiştirmesin diye herhangi bir alkole gerek yok. su gayet yeterli, bir de zeytinyağı. insanın alıp da kafaya dikesi, ölümsüzlüğe ulaşası geliyor.

bir saati aşkın bir meze ziyafetinden sonra ana yemeğe gerek kalmıyor. insan, konuşmaktan bile aciz, sadece biraz önce başına gelen şeyleri düşünüyor. dünya üzerindeki son yemeğin, mezelerden oluşan bir sofrada ve ısıtılıp dilimlenmiş ekmekle olmasını diliyor. son akşam yemeğini sadece mezelerden seçen isa'ya hak vermeden  edemiyor.

Hiç yorum yok: