bu blogun tasarım ve tasarım kaygısı hakkında da söyleyecek bir çift lafı bulunmaktadır:
"tasarım" der. "tasarımının" diye hafiften düzeltir ve o sırada sinir krizi geçirir. bu blog, tasarımdan ve daha iyi bir dünya fikrinden nefret eder. çünkü zaten, bu blog kısıtlı zekamın yaptığı en iyi şeyken ve dünya, buradan hiç de fena gözükmüyorken, bunu değiştirmeye çalışmak zaman kaybıdır. kişinin kendisine eziyetidir, asıl yazılması gerekenlerden fersahlarca uzaklaşıp arka planda kaybolmasıdır. bu blog yazarının, kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak bahseden musti sevimsizliğine bürünmeden hemen birinci tekile döneyim, tek amacı sıkıntısını yazarak hafifletmektir.
evet, yine kardeşimin odasına kurduğum bilgisayarın başındayım. essin diye evdeki tüm kapıları ve pencereleri açtığımızdan, annem ve onun dakika başına otuz kelime saydırabilen sevimsiz arkadaşının sesi kulaklarıma gelip şu anda dinlemekte olduğum nice dream ile karışıyor. nefret ediyorum, sinirleniyorum ve bunu içime atıyorum. ergene dönüyorum, susun be artık diye bağırmak istiyorum. bu gereksiz konuşmalarını bilgisayara atsam en fazla 1 kb yer kaplardı, içerik açısından o kadar boş bir konuşma gerçekleşiyor. bir taraftan dolma yapıyorlar ki, ben dolmadan da epey nefret ederim. susmuyorlar, kelimeleri gelip sağ kulağımda parçalanıyor. nefes dahi almıyorlar, bu aralar havaların serinlediğinden bahsediyorlar. içimdeki mutsuzluk ile başka bir şey yapacak değilim, çünkü bu durumdayken okuduğum hiçbir şeyi anlamıyorum. sayfaya bakıyorum ki bahsettiğim kitap, son senelerimin en büyük hediyelerinden biri olan "otostopçunun galaksi rehberi". ingilizcesini yazmak isterdim ama o hitchhiker's kısmında cinnet geçiriyorum. tabii bir de bilgisayarımın başından kalktığım an çöreklenecek ergen bir kuzenimin varlığı beni tedirgin ediyor, evin içinde bir yerlerde ama nerede?
keşke blogumu tasarlamak zorunda kalmasaydım diye bile düşünür oldum, denemelerimin hiçbirisi gözüme hitap etmedi. bu böyle mi olsa derken de, içim sıkıntıyla doldu. yazılar okunsun, fotoğraflar görülsün yeter. fazlasına gerek yok, daha fazlasını istiyorsan pepsi iç.
yine de bir bardak kola olsa fena olmazdı, o bardağın içinde iki parmak da viski olsa efsane olurdu ama alkol ambargosu var evde. akşamları gizlice deniz kenarında içip çaktırmadan eve dönüyoruz, devamı gelmiyor. ramadan the mobarek bitene kadar bu şekilde ilerleyeceğiz gibi, sonrasında da parti verecek durumumuz yok. haftada üç kere içsek, dırdırı eksik etmezler de içmeden de olmuyor ki. normallik zehirliyor, sıradanlık kusturuyor. üç kırmızıyla gerçeği büküp kafama göre düzenliyordum ortalığı, bulutlardan oturma grubu yapıyordum. tasarımsa tasarım, starck zerzevatının görüp de "aman abim" diyeceği şeyleri iki kırmızdan sonra zaten yapıyordum.
şimdi, salı öğleden sonrasında, kulağıma gelen gereksiz konuşmaların gölgesinde, hafif bir baş ağrısı ve sinirle klavye sesi dinliyorum. haggard- the sleeping child çalıyor, yatışmayı bekliyorum.
tuborg da varsın aramasın, bazen bu serüvene hiç girişmemiş olmayı bile diliyorum. işyerinde daralmaya bile alışırdım ve mesai benim standardım olurdu şimdiye kadar. mail beklemezdim.
1 yorum:
Yorum Gönder