31 Ocak 2012 Salı

at the end of the january

gerçek zamanlı otobiyografi serüvenimin yavaştan sonuna yaklaşıyoruz tuborgers, cümleten geçmiş olsun. otogara yaklaşırken mecburen uyandırılan ve nerede olduğunu anlamaya çalışan boynu tutulmuş tuhaf insanlar gibi gözükmüyorsunuz en azından, pencereden dışarıya baktığında kar görenleriniz bile vardır muhtemelen. işten gelir gelmez saatlerce anahaber izledim ve aklımda kalan yegane şey kara bir kışın insanlığı savurması oldu. son 33 yılın en soğuk kışında istanbul'da olup edirnekapı devlet yurdunda kalsam, biraları nasıl soğuk tutacağımı düşünmek zorunda kalmadığım için sinsice gülümser ve tıkanıp kalmış trafiğe bakardım. buz tutan saçaklar, bana yolumun hiç düşmeyeceği kuzey ülkelerini anımsatırken de yatağımda bağdaş kurar ve çok soğuk birayı dilimin üzerinde biraz bekletirdim. müzik dinler ve geleceği tahmin etmeye çalışırdım eğer şu anda istanbul'da hala öğrenci olsaydım. biranın boş kutularını alt katın çöplerine atar ya da sırt çantamda dışarı çıkarır ve iz bırakmamaya çalışırdım. 

aradan onca zaman geçtikten sonra, insan geriye bakmaya bile çekiniyor. zamanın kadim atlası ve onun anılardan oluşan eşyükselti eğrilerinden bahsediyorum; aslında böyle şeylerden bahseden bir insan değilim fakat gün boyu harita programı ve akabinde büyük bir projenin vaziyet planı ile uğraşınca, göndermelerim de ister istemez etkileniyor. evet, yaklaşık iki haftadır belediyede mimar olarak çalışıyorum. tam iki haftasonu geride kaldı ve cumartesi gelmem gerektiğini kimse tebliğ etmedi. cuma akşamının, yıllar öncesinden kalan tatlı esintisi tekrar yamacıma geldi fakat biliyorsun, eksiğim artık. hayatımın geri kalanında da tamamlanamayacağım. bir boşluk ki her zaman içimde kalacak ve bunu ancak, anne ve babamın daha iyiye gittiğini görmekle, bunun için elimden geleni yapmakla kısmen dolduracağım. neylersin, hayat böyledir deyip biraz daha mı yatıştırmak lazım gelir?

özel sektör denilen kölelik düzeninden sonra, devlet dairesi ve onun özlük hakları ikramiye gibi geldi. ölümü görüp sıtmaya razı gelmiş gibiyim, takım elbisemi giyip saçlarımı da hafiften yana doğru taradığım zaman iyi bile gözüküyorum. kravatı bağlamayı bile uzmantv'den öğrendim, sadece windsor tipi gibi bağlayabiliyor ve kimi yerel gazetelerin pek de güvenilir olmayan yazarlarına göre ingiliz kraliyet ailesine taş çıkartıyorum. ara sıra aynada kendime bakıyorum mesai saatlerinde. sinekkaydı bir tıraş ve jöleli saçlar. lacivert bir takım elbise ve alnımdaki iz. içki içip içmediğimi soranlara ara sıra derken, hemen onlara alay edercesine bakan alnımın sekiz dikişi. kutulardan duvar ördüğümü söylemiyorum, ben artık mimar beyim. sorumluluklarım fazla, ciddi olmam ve imzamın ebatlarını biraz büyütmem gerekiyor. gündüzleri sadece aynada karşılaşıyorum kendimle, göz kırpıp masama geri dönüyorum. iyi kotarıyor gibiyim, senelerimi burada geçirebilirim. pencereden bakınca portakal bahçeleri, binanın dışına çıkınca da engin bir deniz. ehliyet aldığım zaman babam arabayı da vereceğini söyledi. yıllar boyu ertelediğim şeyleri yavaşça yapıyorum, kaçak işçi gibi çalıştığım yılların ardından. birkaç ay sonra ehliyetim olacak, bir sene sonra da yirmi gün yıllık izin yapmaya hak kazanacağım ama eve gelince pes atacağım adam yok artık o yüzden anahaber izliyor ve erkenden uyuyorum. sabah erken kalkıp tıraş olmam gerektiğinden gece yarısına yetişemeden yatağa süzülüyorum.

memur olduktan sonra sıkıcı olduğumu söyleyen şeffaf şakaklılar haklıdır belki fakat hiçbir zaman eğlence ya da gül bahçesi vadetmedim. yazılarım karşısında bir allah kuruşu bile almadığımdan kimseye karşı da sorumlu hissetmedim kendimi. şaka maka iyi ki aidat sistemini getirmemişim, burnumdan getirirdiniz heralde "benim vergilerimle bu blogu döndürüyorsun, bir de yazmıyorsun" diye.  tamam bira ısmarlayanlarınız oldu ama günübirlik de yazılmaz ki bu meret. imza yetkim var diyorum; görevi kötüye kullanmaktan hayatım kayar diyorum. artık, azalarak biteceğim diyorum daha ne diyeyim. bir şeylerin sonuna iyice yaklaştık artık, hayat boyu sorduğum "ben ne olacağım" sorusunun cevabı yavaştan ortaya çıkıyor. daha da önemli bir soru olan "peki ya willy" nin bile bir cevabı var, hayat gerçekten tuhaf.

bundan seneler evvel, hayatta hiçbir amacı olmayan iki avare olarak willy ile, güneş güzel batar diye bostanlı'ya giderdik. sırt çantamda, içtikten sonra oynaması güzel olur diye basketbol topu, walkman ve hoparlör ile. ertesi günümüz yoktu, okulu bırakmak ve mimarlık okumak isterdim. bunun için de pek çaba göstermez, sadece haftada bir kez olmak kaydıyla posta gazetesinin verdiği deneme sınavlarından çözerdim. ne olacağımız hakkında ara sıra sorular sorar fakat hiçbirini bilemezdim.

on sene geçti ve willy ile memur olduk. dün öğlen aradığımda öğle tatilindeydi ve kravat bağlamak hususunda konuştuk. o da benim gibi üç takım elbise ile başlamış fakat iki senedir kravatı çözmemiş sadece gevşetip boynundan aşırmıştı. willy'nin lepiska saçları şafak tanrısı gibi kızıla çalar ve benim küpelerim gün geçtikçe artar iken, şirince'ye içmeye giderdik. eve dönünce içeriz diye aldığımız şarapları, daha akşam olmadan oradaki bir ağacın altında bitirir ve yolumuza devam ederdik. günün birinde d-slr makinelerimizin olacağını hayal ederdik ki hayallerimiz gerçekleşti. 

ve bütün bu olanların ardından ailemin yanındayım artık. çok fazla bir beklentim yok, hayal de kurmuyorum pek. bizimkilerin acısını biraz hafifleteyim, dikkatlerini dağıtayım yeter. dünya iyisi iki insanın yüzleşmek zorunda kaldığı bu imtihanda onların hemen arasında olayım, olmalıyım. bu da benim kaderim olsun, bir şeyleri dağıtmak yerine toparlamaya çalışayım. mimarlığımı sadece dayrede değil, hayatımızın birdenbire parçalanmış tüm odalarında kullanayım. kullanayım ki yıldız teknik'in bana verdiği yetki az biraz işe yarasın.

işbu sebeple, artık yazmak önceliğim değil. siz de kusura bakmayın artık, beleşin de bir sonu olmalı. yıllar boyu oku oku, elime geçen para masrafını kurtarmadı. cepten yedik, onlar da yetmedi öğrenim kredisi geri ödemesinin beşinci taksidini de babamızın cebinden ödedik. 

her şey bir yana, sabah takım elbisemi giyip evden dışarı çıkarken çağlar'ın behzat ç. tonlaması ile "sen ne yapyon la" dediğini ve kıs kıs güldüğünü hissediyorum, kafamı hafiften yukarı çevirip günaydın diyorum. 

"günaydın kardeşim, bizimkiler biraz daha iyi."




18 Ocak 2012 Çarşamba

nevermind

yazılara neden bir türlü giriş yapamıyorum acaba? yazı ritmim tamamen kayboldu, plansız cümleleri ekrana doğru savuruyorum ve ekrana asılı kalanlar iyi kötü bir yazı oluşturuyor. öncesi ve sonrası yok, bir sürecin belirsiz bir parçaları gibi, dubstep'in seçkin örnekleri gibi. aksak ritmler etrafımda uçuşuyor. herhangi bir odağım yok, sanki maddenin dördüncü halinin içinde süzülüyorum. peki daha düzenli öğünleri olan daha düzenli bir hayata geçtiğim ve henüz canımı sıkan bir işim olmadığı halde kafamdaki kaosun nedeni nedir?

soru işaretleri, ısrardan nefret eden genç adamın zihninde dolaşıyor ve sarmal yapı meydana getirerek ona dna'yla birlikte boşa okuduğu seneleri anımsatıyordu. bütün bu yazdıklarımı "aa aynı ben" diye okumuyorsundur umarım, aksi takdirde yalan söylüyor olacaksın. gerçekten sıkılmış durumdayım insanların "aa aynı" diye göz belertmelerinden. aynısı olmasının imkanı yok be mürdüm eriğim, bütün bunlar sadece ben ve benim aramda. neden peki defterlere yazıp kendi halimde takılmıyorum da, herkese açık sitelere yazıyorum yıllardır? yazılarımı okuyup kendini iyi hisseden ve intihar etmekten vazgeçen dört gencin ailesi gelip bizzat teşekkür etmese, okunmak umrumda olmazdı fakat hayat kutsaldır ve bu kutsallığa bir nebze olsun katkıda bulunuyorsam ne mutlu bana.

gelelim kitap yazma meselesine, lütfen bu konuyu burada kapatalım. bir kitap yazacağım fakat bu ha deyince olanlardan olmayacak. gerçi geçen gün pucca'nın kitabını gördüm bir kitapçıda; 22 lira olmasına rağmen 8 baskı yapmıştı ve rastgele açtığım bir sayfa bacak omza diye tabir edilen bir pozisyondan bahsediyordu. birkaç sayfa çevirdim ve gerçekten hayret ettim, bu devirde 8 baskı az değildi david! benim yazmayı düşündüğüm kitap ise bir roman olacak fakat bunu yazacak kadar güçlü değilim ve acılarım henüz küllenmedi. tanrı'dan ikinci bir şans istediğim bir acil servis kapısının önünde, tanrı ile konuşmamla başlayabilir belki. belki tanrı "kardeşine ikinci bir şans vermediğimizi mi zannediyorsun" dedikten sonra anlatmaya başlar. artık kutsal kitap indirmeyeceğini beyan eden tanrı, belki benim kitabıma konuk yazar olarak müdahil olur. dediğim gibi, yazacağım kitap acil servisinin önünde dikilip tüm gücümü onun yeniden hayata dönmesi için kanalize ederken aklıma düşmeye başlamıştı fakat yüzyıllık yalnızlığı uzun yıllar sonra yazan marquez gibi beklemeyi tercih ediyorum. demlensin, iyice otursun ve sonrasında ardımda tek bir kitap bırakarak göçüp gideyim. eğer kitabı yetiştiremeden göçüp gidersem de kitabın adını söyleyeyim bari: eylülün son yağmuru.

evde kimsenin kalmaması istediğim sakinliği verdi, telefonumu da sessize alıp yastıkla boğdum. gereksiz yere çok çalar oldu ve belediyeden haber beklemesem anında pilini çıkartıp onu ebediyete intikal ettirirdim fakat bilirsin iş güç işte. cumartesi çalışmamak uğruna ya rab, ne güneşler batıyor!

bundan sonra daha derli toplu yazmaya gayret edeceğim. mesela cumartesi kuzenim ve onun ekibiyle yaptığımız muhteşem ötesi sazak koyu yürüyüşü ve denizin üzerine çöken sisin içinden geçen gün ışığının ortalığa fantastik bir hava vermesi epik bir destandı ve yazmaya değerdi. artık dağcılığa merak salmamın zamanı da geldi çattı. bölge coğrafyası, her türlü outdoor aktivitesi için elverişli. beydağları'nın gözetiminde küçük bir ilçede yaşamanın da bir avantajı olmalıydı.

13 Ocak 2012 Cuma

gömlekliler arasında

ya deli gömleği giymiş adamların arasında, sedyede uzanan kıraç gibi geçirecektim günlerimi ya da belediyeye girip mimar bey olarak günlerime devam edecektim; seçenekler çok değildi boncuğum ve ben ikincisinde karar kıldım. aldım cv'mi, gömleğimi, v yaka trikosal kazağımı, kunduramsıları ve montumu, vardım belediyenin kapısına. nerede okuduğumu ve nerelerde çalıştığımı gösteren bir kağıt, son on senemi özetliyordu. amatör olarak yazılar yazdığımı ve adsızların omuzlarında yükseldiğimi, geçen senenin en beğenilen entrylerine dört tane entry soktuğumu, kardeşimi anlattığım fakat bir kez daha okumadığım yazıyı on binlerce insana ulaştırdığımı söylemedim. mimarlık okumuş, ardından çalışmaya başlamış ve ailesinin yanına dönmeye karar vermiş birinden fazlası değildim. saçlarım yana taralıydı, top sakalım yoktu ve alnımdaki dikiş izi, kırmızı tuborg içip duvara geçirdiğim bir geceden değil de sanki küçüklüğümden kalma bir iz gibiydi. ruhumda kalan izler yüzümdekilerden fazlaydı fakat tanrı'ya şükürler olsun ki bunlar dışarıdan belli olmuyordu. 

cv'mi bıraktıktan üç gün sonra arayıp başkanın benimle saat 9'da görüşeceğini söylediler. daha önce hiçbir belediye başkanıyla görüşmemiştim ve ne demem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. belediyecilik bizim işimiz bakışını gözlerime yerleştirir ve her ne diyorsa onu can kulağıyla dinlersem belki bir şansım olabilirdi. insanları dinleme istikrarım yoktu, eğer akıcı anlatmıyorsa daha ikinci cümleden itibaren çıkışımı alıyor ve uzaktaki portakal ağaçlarına bakmaya başlıyordum. saat 9'daki görüşme, başkanın işleri nedeniyle 11'e sarktı. imar işleri ofisinde sakince oturup memurlara baktım. birisi ne yazık ki iktidar yalakalığı virüsüne tutulmuş ve başkanım da başkanım frekansından yayın yapıyordu. böyle adamları iyi bildiğimden, hafifçe tebessüm edip kürk yakalı mantosuyla memurları izleyen atatürk'e baktım. kimin ne olduğunu biliyor gibiydi. biraz daha beklerken yanlışlıkla üç çay daha içtim, sehpanın üzerinde duran yerel gazetelere baktım ve kıs kıs güldüm. kaymakamın serüvenleri manşetleri süslüyordu ve haber değeri taşımıyordu. belediyenin rutininde işler, olması gerektiği gibi ilerliyordu. cumanın rahatlığı herkesin etrafını kuşatmıştı ve insanlar, şalterleri daha akşam olmadan kapatmıştı.

saat 11'i biraz geçerken, başkanın sekreteri geldi ve başkanın beni beklediğini söyledi. ayağa kalktım, siyah gömleğimin yakasını çekiştirdim ve odaya doğru hareketlendim. ilk defa bir belediye başkanıyla konuşacak ve bir şey sorarsa da cevaplayacaktım.

beklettiği için özür dileyerek başladı bıyıklı başkan, ben de önemli olmadığını söyledim. bir görsen beni beyaz kuğum, başkanı ben sanardın. deri koltuklara oturduk, kış güneşi hemen saçlarıma vuruyor ve jölenin verdiği yalancı parlaklığı kutsuyordu. yıldız teknik mezunu oluşum ve çalışma deneyimlerimin haneme artı yazıldığı bir öğlen vaktinde, başkanın odasında yaklaşık yirmi dakika konuştum. oldukça olumlu geçti, eğer tüm inisiyatif başkanın elinde olsa, giy şu kravatı da başla hadi bile derdi fakat belediye meclisine de danışması gerektiğini söyledi. mimarsız belediye olmazmış ve görünüşe bakılırsa, belediyede tek mimar ben olacaktım. meslektaşlarım hangi cehennemdeydi acaba? kendi ofisini açanlardan, başkasının yanında sömürülenlere dek bir şeylerle uğraştıklarına emindim fakat benim artık faydasız işlerle uğraşacak sabrım kalmamıştı. mesai saatlerimde iyi çalışıp, akşam beşte çıktıktan sonra da aklımda işe dair bir şey bırakmayacaktım. cuma akşamından pazartesi sabahına dek özgür olacak, haklarımı devlet güvencesi altına alacaktım. asgari ücretten sigorta yatırıp beni cumartesi de çalıştıran yavşak patronlarım olmayacaktı artık, zevksizliğe kurban edilmiş yatak odalarının renderlarını da başkası alacaktı. belediye ve evrak işi iyiydi, daha iyisini yapacağımı bildiğim halde başkasının arzularına göre mesaimi harcamaktan çok daha iyiydi hem de. mevzuat, kanun ve yönerge; her neyse işte. kanun ne diyorsa oydu, mimarlık aşkımı da hobi statüsünde devam ettirebilirdim. yıllık iznimde yurtdışına bile gidebilirdim, kiram ya da faturam olmayacaktı. ailemin yanında kalacaktım. onları yalnız bırakmayacaktım, bir arada kalmamız lazımdı. sorumluluklarım vardı ve bunları ömrümün sonuna dek göğüslemeye hazırdım. iki oğul gücünde olmalıydım.

başkanla olumlu geçen görüşmeden sonra deniz kenarındaki belediye binasından çıktım. bir süre denizi izledim, kumların üzerinde kumaş pantolon ve gömleğimle dikildim. çok uzaktan geçen bir kotra dışında deniz kimsesiz ve durgundu. dolmuşun gelmesini beklerken, bankta oturup başımdan geçenleri düşündüm. son üç senedir hep başka yerdeydim. geçen sene antalya merkezde, ondan önce diyarbakır'da kolordunun kışlasında ve ondan da önce istanbul'da metrosuna beş dakikada. gelecek sene nerede olacaktım durgun su balığım? 

bilinmezlerimle bindim dolmuşa, halihazırda dolmuştu zaten. ayakta dikildim ve bir an önce ehliyet alıp kendi arabamla işe gidip gelmeye karar verdim. artık başka insanlar ne yapıyorsa ben de aynısını yapmalıydım. birikimin, taksitlerim, planlarım ve ödemelerim olmalıydı. bir yaprak gibi savrularak yeterince vakit kaybetmiş ve kullanılmıştım. araba az yakmalı ve tepesinde sunroof'u olmalı dedim içimden. belki tamamen cam tavanlı olursa, yaz gecelerinde boylu boyunca uzanır ve kayan yıldızları izlerken rajaz dinlerdim. cennetteki ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara dönüşürken de tek bir kişiyi, abisi olduğum için gurur duyduğumu daha birkaç gece önce rüyamda söyleyip sımsıkı sarıldığım canım kardeşimi düşünürdüm.


3 Ocak 2012 Salı

filmin kadar kötü olma: 2012

bilirsin akşamları pek yazmam. güneş ışığıyla çalışan fotoselli bir beynim var ve güneş gidince ben de devreleri kapatırım. eğer illa ki yazmam gerekiyorsa ve yazmadığım takdirde tazminat ödeyeceksem, gün ışığı veren ampüllere yarım saat bakar ve kör olduğuma emin olduktan sonra da aklımdan geçenleri sadık hizmetkarım esteban'a yazdırırım. fakat bu akşam öyle olmadı.

haberlerde bülent ersoy çıkıp da deniz gezmiş'e gazoz karşılığında şarkılar söylediğini beyan edince televizyon izlemek çileye dönüştü, ben de bilgisayarı açıp kulaklığı takarak anahaber lanetinden kurtulmaya karar verdim. bülent ersoy'dan korkarım, çekinirim. özellikle allah diye bağırdığı vakit en yakın sığınağa iner, perde duvara sırtımı dayarım. bülent ersoy'a direk bakamam, araya perde isterim. perde duvar isterim.

ülkemdeki tuhaf  insanlar kafalarındaki parlak ve sikko külahlarla ondan geriye doğru saymadan yaklaşık 1.5 saat önce uyumaya başladığım için 2012'ye girişim çaktırmadan oldu. günün bu saatinde cümle kurmak gerçekten zor, özellikle cayır cayır yanan bir sobanın yanında. evin diğer odaları ise bir horozun ibiğini çivi gibi yapacak kadar soğuk. takırdayarak bir şeyler yazmak istemiyorum çünkü yazdıklarımın, bu rezilliği karşılayacak bir değeri yok. kiloyla satsam ancak iki ekmek alırım, yayınevine götürsem belki bir kasa bira verirler ki aynı miktarı, tuborg ile iş görüşmesine gittiğimde almış ve fabrikadan dünya'yı fetheden genç bir kumandan gibi çıkmıştım. saatlerce beni bekleyen willy elimde bir kasa birayla yaklaştığımı görünce gülümsemiş, tuborg şapkası ve carlsberg tişörtü de kapınca iyice şenlenmişti. o gün 16 temmuz'du ve resmi kayıtlara göre doğumgünümdü.

şimdi ise 2012'nin 3. gününü bitirmek üzereyim. bana bile bol gelen dev bir enine çizgilinin içinde, bir sobanın bıktıran sıcağında miskinim. panpa ve onun sonsuz aşkı ciku, odanın en uzak köşesinde. sıcaktan hoşlanmayan tropik bir çete lideri bu kuş, sevgilisinin gözünün kenarından, gagasının pik noktasından öpüyor. biraz sonra yerimi değiştirmek zorunda kalabilirim çünkü şarj sorunu baş gösterecek. telefonumun ekranı günün uzun saatleri boyunca bir gelip bir gidiyor, çağlar'ın telefonu olduğu için değiştirmeyi düşünmüyorum. isterse hiç çalışmasın, telefona pek de ihtiyaç duymuyorum. bir şeye ihtiyacım yok, işe girmek konusunda da pek çaktırmasam da ölümüne isteksizim. param bitti bitecek, daha bu ayın kirasını vermedim, ay sonunda öğrenim kredim var fakat ne bileyim, bütün bu olanları sanki bir sayfada okuyorum. başımdan geçenler, bir yazarın parmaklarının ucundan sayfaya dökülenler. hiçbir şey gerçek değil, bir düşün içinde başka bir düşüz işte.

yaptıracağım dövmeyi ve yerini belirliyorum ara sıra, sonra aynaya bakıyorum. kendime yabancılaşıncaya kadar bakıyor ve sonra da başka bir odaya geçiyorum. aynadaki yansımam olduğu yerde kalıyor ve benim için endişeleniyor. evde mutluyum, evde beyinsizim. patron ve mesai yok, başkasının seksine oda çizmiyorum. elmas dişli at kafasının gömülü olduğu mağarayı bulmak ve ganimeti elime geçirdikten sonra macera romanları yazmak istiyorum. kafası çalışan bir kahraman yaratmak için en azından kahramanımınki kadar kafamın çalışması gerektiğini fark ediyorum. her fark ettiğimde yaptığım gibi, mutfağa gidip tahinli kabak tatlısı yiyorum. rejimdeyim. şekersiz kahve içiyor, kahvesiz şeker yiyorum. az az ve sık sık.

2012 bana bir şey getirmesin. bir şey de götürmesin. kravat takabileceğim bir işim olsun, 5'te çıkayım. cuma akşamının eski anlamı gelsin, o anlamları da denize savurayım. hafta içi insan taklidi yapayım, hafta sonu kimselerin bilmediği bir koyda çıplak denize gireyim. kamp yapayım, sisin içinden doğan güneş bana ulaşmaya çalışırken onu fotoğraf makinemle karşılayayım. su geçirmez çadırım ve ayakkabılarım olsun. bazen yağmurun altında soyunayım. kimseler olmasın. denizin soğukluğu bana bir şey yapmasın, bir balığın peşinden dolaşayım bir süre. ait olduğum türü unutana kadar suda durayım, çıkınca bir şeyler yazayım. ganimetimle 15. yüzyılı satın alıp derebeyi gibi yaşayayım. atım, kılıcım ve okey oynadığımda taşları benim için dağıtan asil bir uşağım olsun. sabah olmadan sabahlığımı giyeyim, ben istedim diye dolunay olsun her gece. paramın yirmide üçüyle teleskop yaptırayım. dolunay salonumun başköşesine kurulsun, şarap kavımın kapısındaki mühürden yansısın.

hayal ettikçe özgürüm, çalıştıkça tutsak. yazdıkça omzumda kanatlar çıkıyor, paragraflara tutunup yüksekte süzülebiliyorum. diğer yarımkürenin yazını, bir başka ülkenin sisli sabahını kıskanıyorum. minibüslerden nefret ediyorum. dosya kapaklarından, evraklardan, yürümeyen merdivenlerden, barkodlardan ve altyazısını bir türlü ayarlayamadığım filmlerden. uzanarak da tamamlayacağım bir ömrü, sağa sola koşturarak heba etmek beni gerçekten yoruyor. bugün, alt komşuya kısır ve börek götürdüm annemin zoruyla. sonra fotoğrafçıya gidip vesikalık çoğalttım. fotoğrafçı, kardeşimin motosiklet arkadaşı olduğundan para almadı. bir dahaki sefere mutlaka alacağını söyledi, karşılıklı ısrarlaştık ve sonunda paramın geçmediği konusunda anlaştık.

bu sırada sevindirici bir gelişme oldu, laptopun kablosu fazlasıyla yetti. genelde on santim kala biter hayatımdaki kablolar. kabloya yetişeceğim diye koltuğu çeker ya da duvarı sökerim. bu sırada bir sevindirici gelişme daha oldu ki haberler bitti, türkmax diye bir kanalda tarık akan'ın gençlik filmi başladı. beyazıt meydanında, meşhur kapının önünde. hani 7. basamağına gönderme yaptığım merdivenler vardı bir karşılaşmak entrysinde. filmi izleyeyim, bu yazının bir yere varmasının mümkünatı yok. dev bir hörgücüm olsa onu yağmur suyuyla doldurduktan sonra titicaca çölüne giderdim kargo uçağıyla.

aslında yazsam kralını yazarım da, dikkatim hemen dağılıyor. yeni bir yılın daha üçüncü gününde, pek de umutlu olmadığımı kabulleniyor ve geride kalan 363 güne öylesine bakıyorum.


2 Ocak 2012 Pazartesi

storyteller

küçük bir çocukken, ileride ne olacağımı merak eder ve güdümsüz tahminler yürütmeye çalışırdım. araba tasarımıyla aklımı kaybettiğim, dosya kağıtlarını doldurduğum ve hatta mimarlık fakültesindeki proje dersinde bile bir köşeye geçip araba çizdiğim zamanlar oldu fakat araba tasarımına olan ilgimi sonsuza kadar kaybetmem yeni bir olay değil. ehliyetim yok, trafiğin ise organize cinnet olduğunu düşünüyorum. kavşaklar, ara yollar, u dönüşleri, hız, sinyal, dikiz derken dikkatim tamamen kayboluyor. çocukluğumdan beri yaptığım gibi sol arkada oturuyor ve pencereden dışarıyı seyrediyorum. geçip giden ağaçlara, tarlalara, varsa yıldızlara yoksa da evlere bakıyorum. zihnim, arabanın önünde ilerliyor ve ben onu takip ediyorum. bir kitabın sayfasında hayat bulan roman karakteri gibi hissediyorum günlerim arttıkça, hemen her şeyi yazmaya değer buluyor ve bir kenara kaydediyorum. yazdıkça gerçeği kaybediyor, yeniden buluyor ve ellerimle şekil veriyorum. yazdıkça geçmişteyim, düşledikçe de gelecekte. ışık hızıyla giden bir arabanın sol arka tarafındaki koltukta paniğe kapılmadan oturuyor ve hikaye anlatmanın ne kadar büyüleyici olduğunu düşünüyorum.

bu sabah annem, teyzem ve nenem ile kış güneşinin aydınlattığı bir masanın etrafında kahvaltı ederken 1960'ların başından bahsediyorduk. terzilik yapan dedem, işçi olarak amerika'ya kabul ediliyor fakat nenem, dedemden başka kimsesi olmadığı için buna izin vermiyor. gemiyle haftalarca sürecek bir yolculuğun onu bir daha geri getirmeyecek olmasından endişe ediyor. plana göre dedem gidecek, sonra da nenem ve iki kızını da amerika'ya getirdikten sonra yeni bir hayata başlayacaklar fakat nenem, gördüğü rüyanın etkisiyle yalvar yakar ikna ediyor dedemi. tek bir rüya her şeyi değiştiriyor sonra, iyice yerleşik hayata geçip dönem koşullarının da etkisiyle altısı kız olmak üzere sekiz tane çocuk yapıyorlar. ne amerika ne de başka bir ülke. zamanla evlenen çocuklar ve torunlar. zamanla evlenen torunlar ve yeni çocuklar. zamanla kayıp giden yıldız parıltısında çocuklar.

master of the wind dinliyorum; kardeşimin odasında ve onun masasındayım. biraz önce mutfağa birkaç portakal yemeye gittiğimde, evin önünden denize uzanan yola baktım. üçüncü kilometresinde kavşağa yaklaşan fakat o kavşağı ardında bırakamayan kardeşimi düşündüm. kırmızı ışıkta geçip canımın hayatına mal olan herifi düşündüm, tanrı'yı ve adalet hakkında ne düşündüğü düşündüm. cevabı, manowar "there the road begins, where another will end" olarak verdi. portakal yedikten sonra kafamı sol tarafa çevirdim ve orada çam ağaçlarıyla kaplı bir dağ gördüm. dağın yamacında mezarlık vardı ve kardeşim de oradaydı. bir noktada kaza olmuştu, diğer noktada mezar vardı ve üçüncü noktanın üzerinde de ben duruyordum. eşkenar üçgendik; benim kardeşime olan uzaklığım ile, ölümün bana olan uzaklığı aynıydı. ilahi bir geometrinin ucunda dışarıyı seyrediyor ve devam eden hikayemi düşünüyordum. kahve yapmak istemediğime karar verdikten sonra odama dönerken willy aradı. birkaç saat önce konuşmuş olmamıza rağmen yeniden arıyorsa bir problem vardı ve willy problemlerden de geri kalan her şeyden olduğu gibi pek hoşlanmazdı. 


willy aradıktan tam 23 gün sonra...


willy, bir cuma günü aramıştı. benim ise uzun bir yolculuğa çıkacağım belli olmasına rağmen ilk adımı ne zaman atacağım belirsizdi. izmir dedi, izmir'de buluşalım. aynı günün akşamı izmir'e giden otobüsün en köşesindeydim ve birkaç saat sonra şık bir sürprizle uyandırıldım. gözlerimi açtım ve önce beni dürtene, sonra da nerede olduğuma baktım. otobüsteydim, hareket halindeydik ve beni dürten kişi, 10 ekim 2009'da olimpos'ta ilk defa buluşup 30'unda da yağmur geçişine müteakiben phaselis'te denize girdiğim kişiyle aynıydı; sevgilim güzelcik ani bir baskın yapmıştı. aramız bir süredir dalgalı bir deniz gibiydi ve bunda benim dengesizliğimin ve kafa karışıklığımın  payı büyüktü. sanal ile gerçek, mies ile onur derken resmen kim olduğumu şaşırır olmuştum. oysa aynı insandım ve artık bir şeyleri çözmeden yola devam edemezdim. kaputaş'ın görkemli dalgaları ve kumdaki izleri de şahitlik edecektir, güzelcik ile gerçekten büyülü anlarımız olmuştu. çift gökkuşağı ve yakamozda yüzmek bizim için başka bir gezegenin tatil paketinde sunulanlar değil, gerçeğimizdi.


ilişki üzerine konuşmak da gerçek üstü oldu; keloğlan dinlenme tesislerinin buz tutmuş zemininde ayakta kalmaya çalışarak bir şeyleri yoluna koymaya başladık. dinlenme tesislerinin absürtlüğü bizi tamamladı, ters dönmüş dev bir ayak ve a4 büyüklüğünde iskambil destesi vardı. canım yengeme yazan erotik havlular, etrafımızda halay çekmeye başlamışken molamız bitti ve izmir'e giden otobüsümüzün farklı koltuklarına geri oturduk. 


beton santralinin karşıladığı izmir tanıdık geldi, soğuk ve karanlıktı. bornova servisine bindik ve ısınmak için birbirimize sokulduk. bornova'ya ulaştığımızda hava aydınlanmaya ve küçükpark'ın köşesindeki üniversite 2, sıcak poğaçalarıyla insanları kışkırtmaya başlamıştı. öğrenciyken başlıca besin kaynağımız hamur işleri olduğundan, ben de willy de biraz durgun zekalı insanlar olmuştuk. güneş güzel batacak diye içkisini alıp bostanlı'ya giden bir biz vardık. içip içip basket oynadığımız için, sırt çantamızda basket topuyla dolaşırdık. yeterince poğaça ve hamur işi alıp willy'nin malikanesine doğru yola çıktık. willy'i ne zaman görsem mutlu olur ve ona doğru koşarım. az buçuk aklımı da girişte bırakır ve bir gerizekalı gibi davranmaya, bundan da keyif almaya başlarım. 


alsancak garı'nda başlayıp kızlarağası hanı'nda devam ettiğimiz güne dario moreno sokak'tan geçip asansör'e çıkarak veda ettik. evlenen insanlar kendilerinden geçercesine fotoğraf çektirirken, birer bira söyledik. hava hafiften soğumaya başlarken de kalktık, kıbrıs şehitlerine döndük. her geldiğimde mutlaka uğradığım deep'e sığınıp bira içerken de, izmir'i özlediğimi fark ettim. willy ile tavla oynuyor ve patlamış mısırın biraya ne kadar yakıştığını düşünüyordum. 


pazar günü öğlen, antalya'dan benimle gelen güzelcik antalya'ya geri döndü. ben de bursa'ya doğru willy ve bir arkadaşı ile hareketlendim. daha manisa'ya varmadan içmeye başlamış, bir göl kenarından yükselen dolunaya karşı da fotoğraf makinelerimizi hazırlamıştık.


tabii bütün bunların üzerinden neredeyse üç hafta geçti. ben, bursa'ya vardıktan birkaç gün sonra eskişehir'e, oradan da istanbul'a geçtim. bir hikaye anlatmakla yükümlü gibi, ne gördüysem aklıma kaydettim. iki kıtanın tam ortasında, bir vapurun dışarısında kardeşimin benim için besteleyip söylediği şarkıyı dinlerken aktı gözyaşım sadece, bunu da sadece beşiktaş sahilinde durup kırmızı tuborg içen üç sene önceki halim gördü. o da kız arkadaşından yeni ayrılmıştı ve hali benden beterdi. acılarla yoğruluyordum ve arta kalan ne varsa, sanki bir romanın sayfalarına yazıyormuş gibi bir yerlere yazıyordum.