2 Ocak 2012 Pazartesi

storyteller

küçük bir çocukken, ileride ne olacağımı merak eder ve güdümsüz tahminler yürütmeye çalışırdım. araba tasarımıyla aklımı kaybettiğim, dosya kağıtlarını doldurduğum ve hatta mimarlık fakültesindeki proje dersinde bile bir köşeye geçip araba çizdiğim zamanlar oldu fakat araba tasarımına olan ilgimi sonsuza kadar kaybetmem yeni bir olay değil. ehliyetim yok, trafiğin ise organize cinnet olduğunu düşünüyorum. kavşaklar, ara yollar, u dönüşleri, hız, sinyal, dikiz derken dikkatim tamamen kayboluyor. çocukluğumdan beri yaptığım gibi sol arkada oturuyor ve pencereden dışarıyı seyrediyorum. geçip giden ağaçlara, tarlalara, varsa yıldızlara yoksa da evlere bakıyorum. zihnim, arabanın önünde ilerliyor ve ben onu takip ediyorum. bir kitabın sayfasında hayat bulan roman karakteri gibi hissediyorum günlerim arttıkça, hemen her şeyi yazmaya değer buluyor ve bir kenara kaydediyorum. yazdıkça gerçeği kaybediyor, yeniden buluyor ve ellerimle şekil veriyorum. yazdıkça geçmişteyim, düşledikçe de gelecekte. ışık hızıyla giden bir arabanın sol arka tarafındaki koltukta paniğe kapılmadan oturuyor ve hikaye anlatmanın ne kadar büyüleyici olduğunu düşünüyorum.

bu sabah annem, teyzem ve nenem ile kış güneşinin aydınlattığı bir masanın etrafında kahvaltı ederken 1960'ların başından bahsediyorduk. terzilik yapan dedem, işçi olarak amerika'ya kabul ediliyor fakat nenem, dedemden başka kimsesi olmadığı için buna izin vermiyor. gemiyle haftalarca sürecek bir yolculuğun onu bir daha geri getirmeyecek olmasından endişe ediyor. plana göre dedem gidecek, sonra da nenem ve iki kızını da amerika'ya getirdikten sonra yeni bir hayata başlayacaklar fakat nenem, gördüğü rüyanın etkisiyle yalvar yakar ikna ediyor dedemi. tek bir rüya her şeyi değiştiriyor sonra, iyice yerleşik hayata geçip dönem koşullarının da etkisiyle altısı kız olmak üzere sekiz tane çocuk yapıyorlar. ne amerika ne de başka bir ülke. zamanla evlenen çocuklar ve torunlar. zamanla evlenen torunlar ve yeni çocuklar. zamanla kayıp giden yıldız parıltısında çocuklar.

master of the wind dinliyorum; kardeşimin odasında ve onun masasındayım. biraz önce mutfağa birkaç portakal yemeye gittiğimde, evin önünden denize uzanan yola baktım. üçüncü kilometresinde kavşağa yaklaşan fakat o kavşağı ardında bırakamayan kardeşimi düşündüm. kırmızı ışıkta geçip canımın hayatına mal olan herifi düşündüm, tanrı'yı ve adalet hakkında ne düşündüğü düşündüm. cevabı, manowar "there the road begins, where another will end" olarak verdi. portakal yedikten sonra kafamı sol tarafa çevirdim ve orada çam ağaçlarıyla kaplı bir dağ gördüm. dağın yamacında mezarlık vardı ve kardeşim de oradaydı. bir noktada kaza olmuştu, diğer noktada mezar vardı ve üçüncü noktanın üzerinde de ben duruyordum. eşkenar üçgendik; benim kardeşime olan uzaklığım ile, ölümün bana olan uzaklığı aynıydı. ilahi bir geometrinin ucunda dışarıyı seyrediyor ve devam eden hikayemi düşünüyordum. kahve yapmak istemediğime karar verdikten sonra odama dönerken willy aradı. birkaç saat önce konuşmuş olmamıza rağmen yeniden arıyorsa bir problem vardı ve willy problemlerden de geri kalan her şeyden olduğu gibi pek hoşlanmazdı. 


willy aradıktan tam 23 gün sonra...


willy, bir cuma günü aramıştı. benim ise uzun bir yolculuğa çıkacağım belli olmasına rağmen ilk adımı ne zaman atacağım belirsizdi. izmir dedi, izmir'de buluşalım. aynı günün akşamı izmir'e giden otobüsün en köşesindeydim ve birkaç saat sonra şık bir sürprizle uyandırıldım. gözlerimi açtım ve önce beni dürtene, sonra da nerede olduğuma baktım. otobüsteydim, hareket halindeydik ve beni dürten kişi, 10 ekim 2009'da olimpos'ta ilk defa buluşup 30'unda da yağmur geçişine müteakiben phaselis'te denize girdiğim kişiyle aynıydı; sevgilim güzelcik ani bir baskın yapmıştı. aramız bir süredir dalgalı bir deniz gibiydi ve bunda benim dengesizliğimin ve kafa karışıklığımın  payı büyüktü. sanal ile gerçek, mies ile onur derken resmen kim olduğumu şaşırır olmuştum. oysa aynı insandım ve artık bir şeyleri çözmeden yola devam edemezdim. kaputaş'ın görkemli dalgaları ve kumdaki izleri de şahitlik edecektir, güzelcik ile gerçekten büyülü anlarımız olmuştu. çift gökkuşağı ve yakamozda yüzmek bizim için başka bir gezegenin tatil paketinde sunulanlar değil, gerçeğimizdi.


ilişki üzerine konuşmak da gerçek üstü oldu; keloğlan dinlenme tesislerinin buz tutmuş zemininde ayakta kalmaya çalışarak bir şeyleri yoluna koymaya başladık. dinlenme tesislerinin absürtlüğü bizi tamamladı, ters dönmüş dev bir ayak ve a4 büyüklüğünde iskambil destesi vardı. canım yengeme yazan erotik havlular, etrafımızda halay çekmeye başlamışken molamız bitti ve izmir'e giden otobüsümüzün farklı koltuklarına geri oturduk. 


beton santralinin karşıladığı izmir tanıdık geldi, soğuk ve karanlıktı. bornova servisine bindik ve ısınmak için birbirimize sokulduk. bornova'ya ulaştığımızda hava aydınlanmaya ve küçükpark'ın köşesindeki üniversite 2, sıcak poğaçalarıyla insanları kışkırtmaya başlamıştı. öğrenciyken başlıca besin kaynağımız hamur işleri olduğundan, ben de willy de biraz durgun zekalı insanlar olmuştuk. güneş güzel batacak diye içkisini alıp bostanlı'ya giden bir biz vardık. içip içip basket oynadığımız için, sırt çantamızda basket topuyla dolaşırdık. yeterince poğaça ve hamur işi alıp willy'nin malikanesine doğru yola çıktık. willy'i ne zaman görsem mutlu olur ve ona doğru koşarım. az buçuk aklımı da girişte bırakır ve bir gerizekalı gibi davranmaya, bundan da keyif almaya başlarım. 


alsancak garı'nda başlayıp kızlarağası hanı'nda devam ettiğimiz güne dario moreno sokak'tan geçip asansör'e çıkarak veda ettik. evlenen insanlar kendilerinden geçercesine fotoğraf çektirirken, birer bira söyledik. hava hafiften soğumaya başlarken de kalktık, kıbrıs şehitlerine döndük. her geldiğimde mutlaka uğradığım deep'e sığınıp bira içerken de, izmir'i özlediğimi fark ettim. willy ile tavla oynuyor ve patlamış mısırın biraya ne kadar yakıştığını düşünüyordum. 


pazar günü öğlen, antalya'dan benimle gelen güzelcik antalya'ya geri döndü. ben de bursa'ya doğru willy ve bir arkadaşı ile hareketlendim. daha manisa'ya varmadan içmeye başlamış, bir göl kenarından yükselen dolunaya karşı da fotoğraf makinelerimizi hazırlamıştık.


tabii bütün bunların üzerinden neredeyse üç hafta geçti. ben, bursa'ya vardıktan birkaç gün sonra eskişehir'e, oradan da istanbul'a geçtim. bir hikaye anlatmakla yükümlü gibi, ne gördüysem aklıma kaydettim. iki kıtanın tam ortasında, bir vapurun dışarısında kardeşimin benim için besteleyip söylediği şarkıyı dinlerken aktı gözyaşım sadece, bunu da sadece beşiktaş sahilinde durup kırmızı tuborg içen üç sene önceki halim gördü. o da kız arkadaşından yeni ayrılmıştı ve hali benden beterdi. acılarla yoğruluyordum ve arta kalan ne varsa, sanki bir romanın sayfalarına yazıyormuş gibi bir yerlere yazıyordum.



3 yorum:

h. dedi ki...

yaay! 3 gün ara ile iki ezber edilesi yazı! ayrıca cancağızım, nene dedin ya sen, çok güzel oldu. sadece buna takılmadım elbet ama çok çok güzel oldu.

Adsız dedi ki...

bu hikayeler hiç bitmesin! bir şey var bunlarda, bir türlü çözemediğim. bazen passiflora etkisi yapıyor bünyede bazen de 'gerçek' gibi yakıyor insanın içini. nedir bilemedim işte (: ve evet! "nene" güzel olmuş :)

Ezgi.Kepsutlu dedi ki...

Je vais bien, ne t'en fais pas.. aaron - u turn